Preview only show first 10 pages with watermark. For full document please download

Philip K. Dick'in Aldatmaca Oyunu Adlı öyküsünü Mutlak özne Eleştirisi üzerinden Okumak

Philip K. Dick'in Aldatmaca Oyunu Adlı Öyküsünü Mutlak Özne Eleştirisi Üzerinden Okumak

   EMBED


Share

Transcript

  Zeynep Altop - 116611028 - PHIL.505  1 Philip K. Dick’in “Aldatmaca Oyunu” Adlı Öyküsünü   Mutlak Özne Eleştirisi Üzerinden Okumak    Zeynep Altop İstanbul Bilgi Üniversitesi   Felsefe ve Toplumsal Düşünce Yüksek Lisans Programı   Bilim kurgu türünün en iyi yazarlarından biri sayılan ve erken yaştaki ölümünden önce  birçok öykü/roman yazmış olan Philip K. Dick, h ikayelerinde ve romanlarında “gerçeklik” denen meseleyi sorunsallaştıran ve felsefeye olan ilgisini yazdıklarına yansıtan bir yazardır. Bu yazıda “Alman İdealizmi ve Aşkınlık”  d ersi neticesinde mutlak özne kavramı üzerinden  bir yazı yazmak amacıyla,    bir felsefe öğrencisinin dikkatini çekecek birçok öyküye sahip olan yazarın, yalnızca  Aldatmaca Oyunu   adlı hikayesini inceleyeceğim . Yazıda , hikayede neler olduğu nu kısaca özetle ndik  ten sonra, mutlak özne kavramı bağlamında   düşünmek ve hikayeyi    bu süreç ertesinde tekrar ele almayı amaçlıyorum. 1   Philip K. Dick’in  Aldatmaca Oyunu   adlı öyküsü, gezegenin birinde, bir kaza sonucu mahsur kaldıkları  bir uzay gemisinde yaşayan paranoid bir insan topluluğunun başından geçenlerden bahsetmektedir. Okuyucu olarak biz , hikâyedeki kişilerin aslında paranoid olduklarını hikâyenin  ort asına  kadar bilmeyiz. Hikayenin başından itibaren,   dünyalıların kendilerine durmadan saldırıyor olduğunu   düşünen topluluk, çeşitli savunma stratejileri geliştirmekte ve her an her yerden kendilerine karşı gerçekleştirile  bilecek b ir saldırıya karşı tetikte durmakta, hiçbir somut kanıta   ulaşamıyor olmalarına rağmen, sürekli  bir saldırı altında olduklarını düşü nmektedir. Topluluk, k  endilerine karşı gerçekleştirilen bu saldırıları oldukça ciddiye almakta, her hafta bir araya geldikleri bir güvenlik konseyinde savunma stratejileri ve  başlarına gelenler hakkında uzun uzun tartışmaktadır.  Okuyucu olarak, hikayenin belirli bir noktasına kadar biz de kendimizi topluluğun yaşadığı sanrıların içinde bulur   ve durumdan herh angi bir şüphe duymayız.  Faka t hikâyenin bir noktasında, hikayedeki karakterler, geminin daha önce hiç girmedikleri kilitli bir odasında, kendileri hakkında doldurulmuş bir takım video kayıtlar bulurlar. Kayıtları dinlediklerinde  ise kendilerinin aslında tedavi amaçlı başka  bir galaksiye gönderilen  paranoid kişilik bozukluğuna sahip “hastalar”   olduklarını duyarlar. 1   Bu yazı ağırlıklı olarak, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Ferda Keskin, Ömer Albayrak ve Kaan Atalay’ın felsefe derslerinden öğrendiklerime ve bu derslerde aldığım ders notlarına dayanmaktadır.  Zeynep Altop - 116611028 - PHIL.505  2 Bu noktadan sonra tabii, işler ilginçleşir. Kimisi kayıtlarda duyduklarına, yani paranoid olduklarına ikna olmuştur,  kimisi ise  bu kayıtların da kendilerine karşı kurulan komplonun bir  parçası olduğunu iddia e tmektedir. Darbe  büyük yerden gelmiştir. O güne kadar kendileri hakkında, yaşadıkları hayat hakkında, dolayısıyla kendi gerçeklikleri hakkında kesin olarak düşündükleri her şeyin bir yanılsamadan ibaret olma ihtimali vardır. Üstelik gerçeğin ne olup olmadığını birbirleri ile bir kıyaslama yaparak da anlayamayacaklardır. Bunun sebebi  de , eğe r kayıtlarda dinledikleri doğruysa, hepsinin birden paranoid kişilik     bozukluğuna sahip olmalarıdır. Hikâyedeki karakterlerden biri, bu durumu şöyle belirtir: "Bütün on santimlik cetveller, uzayıp on bir santim olsa," dedi Fisher, "Bu fark nasıl anlaşılabilir? Cetvellerden birinin, örnek olarak, hiç değişmeden olduğu gibi kalması gerekecektir bunun için. İşte bizler, her biri on bir santim uzunluğunda bir yığın hatalı cetveliz. Karşılaştırma yapmak için, paranoid olmayan biri gerek bize." 2   Araları ndan birinin tamamen objektif bir test sonucu doğru bilgiye ulaşmalarının müm kün olduğunu söylemesi üzerine ise bir test yapmaya karar verirler. Saldırı olduğunu iddia ettikleri mekandan ve o sırada güvenlik konseyi sebebiyle bulundukları odadan alınan bir  er miktar hava örn eğini karşılaştırmak suretiyle paranoid olup olmadıklarını, dolayısıyla da başlarına gelen saldırıların gerçek olup olmadığını anlayacaklardır. Paranoid olmadıklarına ikna olmaları için, o an orada bulunan 9 kişiden 9’unun da hangi hava örneğinin zehirli hangi hava örneğinin zehirli olmadığı konusunda ortak bir kanıya varmaları gerekiyordur. Test sonucunda, cevapların birbirini tutmadığı görülür. 4 kişi bir hava örneğini zehirli olarak  belirtmişken, diğer 5 kişi diğer  bir hava örneğinin zehirli olduğu iddiasındadır. Bu noktadan sonra ise, özellikle  paranoid olmadıklarını düşünen ve o yönde cevap veren 5 kişinin, diğer 4 kişiye karşı bir saldırı başlattığını görürüz. Hikaye, bu iki grubun birbirine düşmesi,   aralarından çoğunun ölmesi ve her şeyin tekrar başa döndüğü hissinin okuyucuya aktarılması ile son bulmaktadır. Biraz dikkatlice okununca görülecektir ki, testi hazırlayan ve uygulamaya koyan kişi, video kayıtlara inanan ve kendilerinin birer paranoid hasta olduklarını iddia eden kişidir.   Hazırladığı testi de, kendilerinin paranoid olduğu gerçeğine dayanan bir varsayım ile hazırlamıştır. Paranoid olmadıklarını düşünenler ise, zaten kendi bildikleri doğrultusunda teste katılacaklardır. Yani, test aslında   objektif bir test değildir. Zira her    iki farklı inancın da en nihayetinde kendi inancını destekleyecek  bir açıklamaya sahip olabildiğini görürüz . Sonuçta 2   Philip K. Dick, “Aldatmaca Oyunu”,    Asker Kaçağı Savaşa Karşı Bilimkurgu Öyküleri içinde, der. Bülent Somay, İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s.24    Zeynep Altop - 116611028 - PHIL.505  3 hiçbir şey değişmez, kimse daha önce düşünmediği bir şeye ikna olmaz ve hikaye durumun bu anlamda ne kadar “çaresiz” olduğunu gözler önüne serer. Eğer felsefe alanında aldığım dersler ve yaptığım okumalar olmasaydı, dolayısıyla Descartes ve modern özneni n inşa sürecinden; Fichte ve öznenin mutlaklığından  haberdar olma saydım,  Aldatmaca Oyunu   adlı öykü benim açımdan iç içe geçmiş hikayeler ve karakterlerin psikolojik sorunları sonucunda ortaya çıkan problemleri çözme çabası ile  bu çözme çabasının kargaşaya dönüşmesi sonucunda işlerin içinden çıkılmaz bir hale gelinen bir durumun resmi olurdu. Oysa ki durum pek de böyle değil. Bu noktada hikayeyi takiben ve hikayeye  paralel olarak, mutlak özne kavramını Descartes ve Fichte üzerinden tartışmak   isterim. “Descartes’ın  Meditasyonlar  ’ı modern öznenin doğum belgesidir dense yanlış olmaz.” 3   Ömer Albayrak, çevirisini de üstlendiği  Romantizm Okulu   adlı kitaba yazdığı Önsöz’de durumu böyle belirtmiştir. Bilindiği üzere, f  elsefe tarihinde modern öznenin kurulmasını temsil eden düşünür Rene Descartes’tır. Meselemizle de bağlantılı olarak, Descartes’ın cogito argümanına ulaşması, o güne kadar duyularıyla eriştiği kesinlikler hakkında aslında ne kadar da yanıldığını fark etmesi üzerine başlar. Descartes’ın Birinci Meditasyon’u şu cümle ile başlar:   “Bir süre önce, hayatımın ilk yıllarından beri pek çok yanlış görüşü doğru kabul ettiğimi ve  böylesine güvenilmez temeller üzerine o gün bugündür inşa ettiklerimin de ancak son derece kuşkulu ve kesinlikten yoksun olabildiğini fark ettim; öyle ki eğer bilim dallarında sağlam ve kalıcı bir şeyler oluşturmak istiyorsam, hayatımda bir kez olsun o güne doğru olduklarına inandığım tüm görüşleri geçersiz sayma işine ciddiyetle girişmem ve her şeye temelden yeniden başlamam gerekiyordu.” 4   Bu noktadan hareketle Descartes, b ilginin kesinlik kriterini karşılaması gerektiği fikriyle, skeptik argümanlar etrafında birkaç şüphe testi gerçekleştirir. Bu zihinsel düşünme sürecinin sonunda ise, algı vasıtasıyla elde edilen verilerden ve matematiksel doğrulardan hiçbir zaman emin olamayacağımızı görür, çünkü b unların hiçbiri şüphe götürmez değildir. Böylesi bir karanlığın içinden ise, cogito argümanına ulaşır:   Hakkında şüphe duyamayacağı tek şeyin şüphe duymak fiili, yani bir düşünme fiili olduğuna kanaat getirdiği noktada, düşünme fiili var ise, bunun düşünen bir fail olduğuna da işaret edeceğine inanarak, şüphe edilemeyecek tek 3   Ömer B. Albayrak, “Önsöz”,  Romantizm Okulu   içinde. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015) s.20   4   Rene Descartes, Meditasyonlar, çev. Engin Sunar (İstanbul: Say Yayınları, 2016) s.47    Zeynep Altop - 116611028 - PHIL.505  4 şeyin kendi varlığı olduğu sonucuna ulaşır. 5   “Bu en sonda gelen ‘kendine dönüş’ ile modernlik aradığı sağlam temeli (/) bulur: Özne. Artık dünyanın varlığı da Tanrı’nın varlığı da öznenin onlara ilişkin temsilleri üzerinden kanıtlanacaktır.” 6   Tabii Descartes’ın buradan öteye geçme imkanı vardı r ve bu imkanı kullanmaya da çalışır  . Bu noktadan ötesine geçmesini sağlayacak kritik aşama Tanrı ispatıdır  ; bunu beceremez . Tanrı ispatı sonrasında ise dış dünyanın ispatını yapacaktır.  Ama Descartes’ın yöntemi olan deduction  yöntemi bir zincir halkası oluşturduğundan,   öncüllerde bir yanlış olması, s onucu da yanlışa götürmektedir.   Dış dünya ispatının kendi içerisinde tutarlı   olmasına rağmen geçerli olmaması bu sebeptendir.   Descartes’ın çizdiği bu tabloya bakıldığında, özellikle Tanrı ispatının ve dış dünya ispatının çökmesi sonucunda, karşımıza çıkan şey, solipsist açmazdır. Yalnızca kendisinden şüphe duymayan, gerisi hakkında ise hiçbir kesin bilgiye ulaşamayan  bir özne ile karşı karşıyayızdır  . Kendi varlığı dışındaki her şeyi eleyip, yalnızca kendinden emin olmak, dolayısıyla özneyi böylesi mutlak bir konuma koymak, ne derece sağlam bir temele dayanmaktadır? Ya da , hikayeyle bağlantı kurmak ve   hikayede çizilen tablonun kaçınılmaz  bir son olduğunu fark etmek için daha önemli bir soru: her bir öznenin yalnızca kendinden emin olabildiği, şüphe duymadığı bir dünyada, özneler birlikte nasıl yaşayabilirler? Bu sorunun peşine düşerken yola devam  edebilmek için Fichte’nin mutlak özneyi nasıl konumlandırdığına ve açıkladığın a da bakmak yararlı olacaktır  . Zira bu sayede Descartes ile  başlayan durumun Fich te’de   zirveye ulaştığını görürüz  ve hikaye ile daha somut paralellikler kurabiliriz. Kant’ın oluşturduğu yapıyı temel alarak yola başlaması açısından, Fichte’ye geçmeden evvel Kant’a azıcık da olsa uğramak yararlı olacaktır. “Descartes’ta felsefi temelini  bulan modern özne Kant’ın transandantal felsefesiyle önemli bir sıçrama yaparak mutlak öznellik temelinde yükselecek Alman İdealizmi’ni de hazırlamıştır.”  Kant, nedensellik krizini nedenselliği özneye taşımakla atlatmış, mekan ve zamanı da öznenin transandantal   yapılarına dahil etmiştir. 7   Temsiliyet ilişkisini ortadan kaldıran Kant’a göre, artık insan dünya ile doğrudan bir ilişki içerisinde değildir. Z ihninde bulunan kategoriler sayesinde, gelen verileri  birbirine bağlayabilen bir yapıya sahip tir. Bu faaliyet gerçekleşir  ken ise ortaya bir ben çıkmaktadır. Bu tabloda görülen şey: “(. . .) aslında deneyimimizin kendi transandantal yapılarımızca koşullandığı (. . .)” sonucudur. Kant’ın kendinde şey   olarak adlandıracağı 5 Tam da bu noktada, bu düşünme sürecine getirilen bazı eleştirilerin en önemlilerinden biri Nietzsche’ye aittir diyebiliriz. Nietzsche, Descartes’ı bu noktada, bir fiilin varlığının beraberinde bir failin varlığını da getireceği kabu lü üzerinden eleştirir. 6  Ömer B. Albayrak, a.g.e., s. 20-21 7  A.g.e., s.21  Zeynep Altop - 116611028 - PHIL.505  5 negatif kavram ise, varlıkla doğrudan ilişki kuramayan bir insandan oluşan bu tabloyu vurgulamak amacıyladır. 8   Mutlak özne kavramının zirveye ulaşmasını ve her şeyin efendisi olarak tahta oturmasını sağlayan Fichte için ise, Kant’ta yalnızca gelen verileri bağlama yeteneğine sahip olan özne, artık sadece bağlamakla kalmıyor, yaratıyor  dur da. Artık bu dünyanın kurucusu olan mutlak özneyi, bir olgu olarak değil, bir edim olarak ele alan Fichte, “(. . .) öznenin ta Descartes’tan beri süregelen egemenliğini ve varlığın temeli olma niteliğini, onun etkin n iteliğini vurgulayarak zirvesine çıkardı.” 9  Fichte, K  ant’ın “kendinde şey’leri oldukları halleriyle göremiyoruz ” diyerek  bizi bir ç embere kapattığından bahseder. Fichte’ye göre, k  endinde şey kavramı bilgim dahilinde olamıyorsa, oraya geçemiyorsam, onu şemadan  tamamen çıkarmak mümkündür, hatta daha doğrudur. Fichte’ye göre transandantal özne hakkında konuşabiliriz ve bu özne, yukarıdaki alıntıda da belirtildiği üzere bir olgu değil, bir edimdir; pratiktir ve mutlaktır. Bu edimin adı zihinsel görüdür, Kant’taki görü ise zamansal ve mekânsal olan ampirik bir görü idi. Yalnızca ben demek yerine ben=ben  demesi bu sebepledir Fichte’nin. Çünkü sadece ben dersem hareket kalmıyor, ben’in bir tahtadan farkı   kalmıyordur. Fichte’nin  bir Tanrı olma iddiası şeklinde d e kolayca nitelenebilecek önermesi  Ben=ben ,  ben’in mutlaklığının zirve yaptığı noktadır    işte. Çünkü ben’i tanımlayabilecek ben’den başka  bir şey yoktur anlamına geliyordur bu denklik ilişkisi. Ben’i var edebilmek öznenin “ben” demesi ile mümkündür. Dolayısıyla  Ben=Ben   diyerek, öznenin mutlaklığı kesinleşmiştir artık: özne de benim, yüklem de benim. Beni tanımlayacak benden başka bir şey yoktur. Fichte’nin, Wissenschaftslehre ’nin Giriş   yazısına yazdığı ilk cümle, akla hemen Descartes’ı   getirecek şekildedir: “Kendine dikkat et: bakışlarını seni çevreleyen her şeyden ayır kendi içine yönelt, felsefenin öğrencilerinden ilk talebi budur  . Senden başka hiçbir şeyden söz edilmiyor, aksine sadece senden bahsediliyor.” 10  Fichte de bu noktada, dikkatin her şeyden uzaklaşmasını, yalnızca öznenin kendisinde toplanmasını istemektedir. Dünyanın kurucusu olan bir öznenin bunu yapmasına da şaşmamak gerekir elbette.   Descartes’ın da teker teker kendi dışındaki her şeyi eleyerek yol aldığını görmüştük. Dolayısıyla, bu gibi bir  başlangıçtan, ben’den başka olan ile ilgili fazla da bir şey çıkmayacağı bellidir diyebiliriz. 8  A.g.e., s.21 9  A.g.e., s.21 10  Johann Gottlieb Fichte, Erste und Zweite Einletung in die Wissenschaftslehre und Versuch Einer Neuen Darstellung der Wissenschaftslehre, 1954. (Son erişim: 19.01.2017) (Çeviri bana aittir.) https://www.unitrier.de/fileadmin/fb1/PHI/Fichte_Einleitungen_in_die_Wissenschaftslehre.pdf