Preview only show first 10 pages with watermark. For full document please download

Transcript

EDEN BULUR Faruk Arslan 1 FARUK ARSLAN Kimdir? Toronto’da York Üniversitesi’nde Liberal Sanatlar ve Profesyonel Eğitimleri Honour Sosyoloji alanında mezun oldu. Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Sosyal Hizmetler, Gazetecilik ve İletişim alanlarındaki yüksek öğrenim kursları için öğretim üyesi ve sosyal araştırma uzmanıdır, lisans ve lisansüstü eğitim alan öğrencilere Kuzey Amerika Eğitim sistemine uygun kavram ve kalitede yüksek eğitim ve öğretim modeli sunmakta, kitap, makale ve şiir yazmakta, seminer ve konferanslar vermekte, aynı zamanda sosyal sorunlarda danışmanlık önermektedir. Toronto Belediyesi’nin Sosyal Planlama Departmant’ının Yeni Gelen Kadınlar Merkezi ile ortaklaşa yürüttüğü ‘Kazanım’adlı projede Sosyal Araştırmacı, Sosyoloğdur. Kanada’nın Wilfred Laurier Üniversitesi Social Work Fakültesinde MSW yapmaktadır ve Araştırma Görevlisidir. Kısa adı MANA (Media Asembly of North America) olan Kuzey Amerika Medya Birliği başkanıdır. Halen Kanada’da yayınlanan Canadatürk ve Çorum yerel gazetesi Türkiye’de Manşet’de köşe yazarıdır ve Kanada Türk Ticaret Odası’nın Business Platform adlı İngilizce haber bültenini Genel Yayın Yönetmeni olarak çıkartmaktadır. Kanada’nın Ontario Eyalet’inde Kayıtlı Sosyal Hizmetler görevlisidir (Registered Social Worker). Arslan, 12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. Alanya nüfusuna bağlı olmakla beraber aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan 1986′da mezun oldu. Sağlık Astsubay Sınıf Okulu’dan mezun olmaya 3 ay kala 1987′de ayrıldı. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi ve Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de ‘Uluslararası Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diploması ile mezun oldu. Toronto Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı devlet okullarında Toronto’da kadrolu öğretmen olarak Türkçe dersleri vermektedir. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği, Kanada Etnik Gazeteciler Derneği ve Ontario Sosyal İşçiler Koleji ile Derneğinin üyesidir. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik ve akademik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor. GAZETECİLİĞİ Orta Asya’ya Zaman gazetesini kurmaya 17 Şubat 1992′de giden 19 kişilik ilk ekibin içinde yer aldı. Azerbycan Zaman’a bölge büroları kurma görevini 1995′e kadar yürüttü. Aynı zamanda Azerbaycan Zaman’da haber ve yazı dizisi yazmaya başladı, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. 1995 ile 1996 arası Azerbaycan Zaman’da aktif gazeteciliğe yoğunlaştı. Hazar’ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman Gazetesi’nin her biriminde dağıtımdan reklama, bürolar, matbaa gece sorumluluğundan, muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığına kadar her alanında yaptı. 1995 ile 1998 arası CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. Üç yıl arka arkaya en fazla haber yazan CHA muhabiri ödülünü aldı. 2 yıl süresince Türkiye’de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan’da yayımlanan 60 bin tirajlı ilk çocuk gazetesi Tomurcuk’un kurucularından oldu. Ersin Demirci yönetimindeki Azerbaycan Zaman’da ülkenin en popüler yazarları Bahtiyar Vahapzade ve Rafael Hüseynov’u, en iyi televizyon gazetecisi Gulu Muharremli ve daha on meşhur yazarı köşe yazısı yazmaya ikna etti ve yazarlar sorumlusu oldu. 1997′de Azeri başyazarlardan Rafael Hüseynov ve rahmetli Bahtiyar Vahapzade’nin ortaya attığı Avrasya Diyalog Platformu ve Dergisi köprüsü önerisi ve Avrasya oluşumunun Eylül 1999′da Bakü’de yapılan ilk kuruluş toplantısında hazır 2 bulundu. Ağustos 1998′den itibaren Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara’da diplomasi, ‘Yurtdışı Baskılar’, dış politika, enerji ve başbakanlık muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman’lara yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Kırka yakın ülkeyi gazeteci ve fotoğrafçı olarak gezen Arslan, dış politika, diplomasi, Türk dünyası, Rusya, Almanya, Orta Doğu, Avrupa Birliği ve enerji politikaları konularında uzmanlaştı. 2000-2001’de Kanada Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlendi, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türklerinin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise’ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü yürüttü. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik Partisi’nin yayın organları Gündüz, Muhalif, Gelecek Gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde Türkistan adlı köşeyi yazdı. 2008 başından itibaren ise Alperen Ocakları’nın online medyası olan Milli Ocak haber portalında 9 yıllık müstear dönemine son vererek kendi ismiyle 2011 yılına kadar köşe yazısı yazdı. 2004 yılllarında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayınlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan Canadatürk’te aralıksız olarak, 2006’dan beri Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde köşe yazarlığı yapıyor. 2000’den 2006′ya kadar aralıksız her gün makaleler yazarak, sonsaniye.net gibi çeşitli İnternet medyasında köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü. Ocak 2012’den beri Çorum Manşet gazetesinde köşe yazısı kaleme alıyor. KİTAPLARI Ergenekon örgütünü tüm yönleriyle 2001′den beri sık sık yazan ve ortaya çıkartan ilk gazetecidir. 2005 yılında yazdığı ‘Vadi’nin Şifresi Çözülüyor’ adlı kitabı, eski Ergenekon’dan yeni Ergenekon’a geçilen süreci deşifre ettiği için Ergenekon çetesi tarafından toplatılmıştır. Ergenekon’un karakutusu Tuncay Güney’i ilk defa Toronto’da bulan, röportaj ve haberleriyle 2006 ve 2007 yıllarında meşhur eden isimdir. Ölüm kuyuları ve Asit kuyuları olarak bilinen JİTEM kuyuları, Arslan’ın Karakutu Tuncay Güney kitabında verilen bilgiler savcılık tarafından ihbar ve delil kabul edilerek açılmıştır. Halen Mason Bektaşiler kitabı, ABD, İngiltere ve Türkiye’de üniversitelerde doktora tezi konusu olarak incelenmektedir. Hazar’ın Kurtlar Vadisi kitabı, Türkiye Enerji Bakanlığı tarafından en değerli enerji araştırması olarak taltif edilirken, Türkiye’de Bakü Ceyhan petrol boru hattı ve Kafkasya ve Azerbaycan’da Hazar bölgesinde enerji politikaları konusunda master ve doktora yazan öğrencilerin ana kaynak eseri oldu. Arslan, 4 Kasım 2000’den beri Kanada’da ikamet ediyor. Bu süre içinde Türk vatandaşlarının yararlandığı sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak görevler aldı. Sunrise Eğitim Vakfı’nda Kasım 2000’den Ağustos 2003’de kadar Türk toplumunun eğitimsel, kültürel, dini ve sosyal etkinliklerini organize etti, bülten çıkardı, toplumun sosyal sorunlarıyla sosyal toplum görevlisi olarak ilgilendi. Yayımlanmış Eserleri:  Matrix’in 11 Eylül Kurgusu, Q-Matris Yayınevi, Nisan 2004.  Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları, Karakutu Yayınları , Nisan 2005, Ağustos 2006.  Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu, Karakutu Yayınları, Nisan 2005.  Petrol Satrancı, Lulu Publisher, Nisan 2006.  Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada, Lulu Publisher, Haziran 2006.  Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi, Karakutu Yayınları, Kasım 2006. 3  Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi, Karakutu Yayınları, Aralık 2006.  Vadi’nin Şifresi Çözülüyor,Evreca Yayınevi, Temmuz 2005. Toplatıldı.  Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney, Karakutu Yayınları, Kasım 2008.  Mason Bektaşiler, Karakutu Yayınları, Nisan 2009. Mayıs 2010.  Van Gölü Canavarı JİTEM. Lulu Publisher, Mayıs 2011.  Gurbette Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj. Lulu Publisher, Haziran 2011.  Türkistan ve Ötesi, Gezdiklerim, Gördüklerim. Lulu Publisher, Temmuz 2011.  Teşkîlât-ı Ergenekon, Lulu Publisher, Ağustos 2011.  Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler, Lulu Publisher, Ağustos 2011.  September 11 Fiction of Matrix (English), Lulu Publisher, June 2005 and 2011 Edition is worldwide available all bookstores.  Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English) Lulu Publisher, June 2011.  Sociological Writings in the Canadian Perspective (English) Lulu Publisher, June 2011. 4 TSK’ya MİT operasyonu mu var? Orduda büyük çoğunluk ülkede MİT tarafından oluşturulan zehirli havadan memnun değil. Gelişmeleri kaygı ile izlediği için de bir süredir TSK yıpratılıyor. Barış süreci adı altında güçlendirilen PKK’nın kaçırdığı çocuk sayısı son bir yılda üç bini geçti. Yol kesiyor, haraç alıyor, mahkeme kuruyor, okul bahçesinde korucu infaz ediyor, asker ve parti il başkanı kaçırıyor, ama kimse müdahale edemiyor. Herkese kabadayılık, külhanbeyliği yapan, mertlik taslayan, esip yağan ülkenin Kasımpaşalı sokak ağzıyla konuşan başbakanı Erdoğan nedense karayolunu bile kesen eşkiyaya haddini bildiremiyor. MİT’in barış planı devrede olduğu için Genelkurmay dahi sesini gerektiği gibi yükseltemiyor. Acaba TSK’ya MİT operasyonu mu var? Yeni MİT ile Türkiye’nin muhaberat devletine dönmesinin ilk sıkıntılarını medyanın basit bir kara propaganda aracına dönmesi ile yaşıyoruz. MİT’e çalıştığını artık gizlemeyen yazarlar türedi, açıkca tehdit ediyor ve şantaj yapıyorlar, yoldan sapan olursa istedikleri aydını özür dilemesi için ekrana çıkartıp yalan konuşturuyorlar. Ülke güvenliğini ilgilendiren hiçbir dinleme skandalı aydınlatılamadığı gibi bundan sonra bu tür skandalların üstüne gidebilecek habercilerin cesareti de kırıldı. Gazeteciler korkutuluyor. Suriye’ye savaş açılacak iddiaları ayyuka çıktı. TİB’i kontrolüne alan, önce Emniyet istihbaratı (Yıldız) tamamen tasfiye ve şimdi de Jandarma istihbaratı pasifize eden MİT’deki karanlık bir şebekeden TSK’nın rahatsız olduğu orduda kulaktan kulağa yayılıyor. Pek çok subay ve astsubayın görüşüne göre, ABD’nın NATO çerçevesinde kurduğu Gladyo güdümündeki MİT’de karanlık bir ekip, TSK’ya operasyon yapıyor. Bu elim durumu fark eden ve MİT tarafından fişlenen binlerce askeri personel havlu attı. 2010-2012 arasında emeklilik ya da istifa nedeniyle 2 bin 119 kişi TSK’dan gerekçe göstermeden ayrıldı. Tıpkı son yıllardaki icraatlarını onaylamayan bu hükümetle çalışmaktan imtina eden bazı emniyet müdürlerinin istifa etmesi gibi askerlerimizde sessizce tepki gösterdiler. TSK’yı sindirme operasyonu olamaz diyenler acele karar vermesinler. ABD örneğiyle anlatalım. MİT bugün eğer Anayasa Mahkemesi veto etmezse yeni kanunla hem FBI’ın hem de CIA’nın yetkileri ile donatıldı. İsthbaratı tek elde toplayan MİT aslında ABD’den ziyade İran ve Suriye’de bulunan sistemleri kopyaladı. Yoksa ABD’de 26 çeşit istihbarat kurumu vardır ve kesinlikle sağlamalı istihbarat yapılır, tek bir kuruma güvenilmez. Ya o kurum bir güç tarafından ele geçirilirse ne olacaktır? Son Kaptan Amerika Kış Askeri filminde Haydro karakteri ile bu konu işlendi. Ülkeyi koruyan SHİELD’e sızan ve ülkenin güvenlik sistemini felç eden kurum içi iç düşman veya içeri giren zararlı kurtlar olursa mücadele etmek zorlaşır. İngiliz istihbaratına 40 yıldır hizmet eden Doğu Perinçek’in Silivri’den çıkar çıkmaz Erdoğan’ı savunmaya koyulması ve “Erdoğan diktatör değildir, çünkü elinde sopası yok” demesi sırıttı. Daha dün BOP lideri Erdoğan’a “SüperNATO ajanı” diyen Perinçek’in aklı yerinde elbette, kime hizmet ediyor sanıyorsunuz. Hürriyet’te yazan Soner Yalçın, ‘yapma Perinçek devlet sopası, MİT sopası var ya!’ mealindeki yazısına gülmeli miyiz, yoksa pür mecalimize ağlamalı mıyız? Eskiden medyada bir adap ve edep vardı. Suç teşkil ettiği hükme bağlanmış bir hakaret sözünün yayınlanması mümkün değildi. Hakaret, caiz mi hale geldi? Maide suresinde Allah Teala, “Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmakta birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmakta birbirinizi desteklemeyin” buyurdu. Ne dini, ne ahlaki, ne hukuki, ne vicdani hiç bir şekilde MİT’deki şüpheli ekipce yürütülen kin ve nefret kampanyasının ve kullanılan Erdoğan’ın dayandığı insanlık ve demokrasi değer sistemi kalmamıştır. Yoksa gerçekten halkımıza demokrasiyi çok mu görüyorlar, hak etmiyor mu milletimiz? Suçla itham edilen kişinin veya cemaatın İslam’da, şeriatte veya herhangi bir hukuk sisteminde kendisini müdafaa boyutu vardır. Medya yoluyla yargısız infazla kalpler incitiliyor. Firavun bile Hz. 5 Musa’ya savunma hakkı tanımıştı, hemen ölüm kararı vermemişti. Dinlemişti, sihirbazlarını Hz. Musa’nın karşısına çıkarmış, hemde adilce halk önünde sınavdan geçirmişti. Erdoğan bir firavun kadar olamadı. MİT ekibi kabul edilmesi mümkün olmayan fişlemelerle, iç düşman konsepti ile birliğimizi dirliğimizi parçalıyor ve bizi açıkca sırtımızdan hançerlemiş oluyor. Bu gerilim, bu kutuplaşma, bu özeleştirişiz zıtlaşma ve inatlaşma bizi iyiye götüremez. Kendimizi ve halkımızı kandırmayalım, yeter artık! Karı ile kocayı, anne ile oğlu, baba ile evladı, kız kardeş ile erkek kardeşi birbirinden ayıran, kutuplaştıran, birbirine kavgalı hale getiren, küfrettiren bu fitneyi körüklemekle görevli Erdoğan’ın kin ve nefret üslubu bölücülüktür. Siyasi kazanç için toplumu dinamitlemekle seçim kazanmış olabilir ama cumhurbaşkanı da seçileceğini sanıyorsa yanılıyor. Medya’da artık gazeteci ve yazar meslektaşlarımdan utanıyorum.“Militan polemikçi yazarlık”a yuh olsun diyorum! Yahya Kemal gibi sormak istiyorum; söyleyecek sözü ve fikri olmayanlar acaba niçin yazı yazarlar? Üç kuruşluk dünya çıkarı için bu kadar fırıldak çevirmeye, iki yüzlü olmaya değer mi? Erdoğan ve küçük danışman ekibini tüm AKP’nin onayladığına inanmıyorum. Pek çoğu için güce tapınma ve güçlüden yana olma güç el değiştirinceye kadardır. Kült hale gelen Fuat Avni’nin artık siyasi literatürümüze giren meşhur kelimeleri ile özetlersek ‘korkmuyor’ adeta içten içe ‘titriyorlar’dır! Başbakan’ın etrafındaki çekirdek kadroya, bakanların da ulaşamadığı bir durum var. Rant paylaşımında kavga çok büyük, AKP tabanı habersiz. GYV Başkanı Mustafa Yeşil dün açıkladı: Erdoğan resmen cemaata biat etmeleri için baskı yapmış. 17 Aralık 2013 sürecinden epey önce yapılmış bu baskılar. Ülkemizin yurt dışında en bağımsız ve en güçlü sivil toplum örgütünü devletleştirme girişimi Fethullah Gülen Hocaefendi’ye toslayınca MİT’in kurguladığı tüm cemaatı ele geçirme ve fitne planları ellerinde patladı. Yeşil’in bu açıklamalarından sonra artık 17 Aralık Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’nu MİT ve Erdoğan’ın planladığını ve cemaaatı devletten tasfiye için araç olarak kullandığını düşünmeye başladım. Ne kadar yırtınırsa yırtınsın Erdoğan’ın söylemiyle AKP umut vaat etmiyor. Hakkı temsil etmeyenler, yalan ve iftira üzerine anlayış ve zihniyetini kuranlar er veya geç kaybedecektir. GYV Başkanı Yeşil, dün Efendimizin (sas) bir Hadis-i Şerifi’ni hatırlattı: “Herkes hata yapar hata yapanların en hayırlısı hatasından hemen dönen ve vazgeçendir.” Kardeşliğin mayası ihlastır. İhlaslı insanlar hır gür çıkarmazlar. Uhuvvetin en azılı kâtili ise, her hesabın nefse göre yapılmasıdır. Tekrar bu cümleyi okuyun, Yeşil’in deşifresine göre , Hükümet ile Cemaat arasında yaşanan gerilim Başbakanın cemaatten biat etmesini istemesi ve bu talebin reddedilmesiyle başladı. Her cemaata, tarikata ve gruba biat çağrısı yapıldı, biat etmeyenlere hayatları zindan edildi. Ahirzaman fitnesini yaşıyoruz. Kendisi gibi düşünmeyenleri, küfre sapmış, ahlâksız ve batıl olarak gören Erdoğan’ın çıkarcı, popülist mantığına politik arenada “siyasi fahişelik” deniyor! AKP’de derin çatlak henüz ortaya çıkmadı. Hazımsızlık ve nefretin Erdoğan ve onu çevreleyen bir avuç insanla sınırlı kaldığını AKP’li siyasetçiler çok geç olmadan göstermelidir. AKP, bu Erdoğan ile yeni Türkiye’yi inşa edemeyeceğini hepimize gösterdi. İnşa ve ihya edilecek gelecekteki yeni ülkede Erdoğanlı bir dönem olmayacaktır! Erdoğan’ın hırsı yüzünden Türkiye’de ve dünyada siyasal İslâm’ın yumuşayarak demokratik değerlerle bağdaşabileceğini düşünenler yanıldı. “İslam demokrasiyle bağdaşmaz” diyenler artık Erdoğan’ı örnek gösteriyor. Çünkü onda çoğulculuk yok, çoğunlukçuluk var. Halkın yarısı düşman! Böyle bir ülkede kimse yaşamak istemez. Erdoğan ile kutuplaşma ve nefret söylemi doğallaşıyor. “Biz ve bizim gibi olmayanlar” ayırımı, milli irade kavramıyla meşrulaştırılıyor. Erdoğan, Milli Görüş çizgisinden gelmekle birlikte merkez sağı liberal demokrasiyi temsil edebilirdi ama eski dar gömleğini giydi ve hepimize giydirmeye çalışıyor. Çoğulculuğu ret eden, AKP’ye oy verenleri adam sayan Erdoğan, kendisini milli iradeyle eş tutuyor. Yolsuzluklarını sandıkta oyla aklamaya çalışıyor. 6 Merkez sağın hiçbir zaman benimsemediği “nefret söylemi” üzerine partisini inşa eden Erdoğan, merkezi sağı kendi karizmasına taşımak istiyor. Erdoğan masum değil. Aleviler rencide ediliyor, işçiler taşeronlaşıyor, her farklı ses, onların iktidarına göz diken hain gibi algılanıyor! Erdoğan, bir gün cemaat, sonra HSYK, sonra AYM, ardından Merkez Bankası ile habire kavga çıkarmaya çalışıyor. Bu ihtirasın sonu gelmeyecektir veya sonunda büyük bir hezimet yaşayacak ama bu devrede de 76 milyona eziyet edecektir. Radikal yazarı Tarhan Erdem, dün yazdı: 14 milyon kadar ‘laf ettirtmem’ diyen Erdoğan taraftarıyla, ‘hemen gitsin’ diyen 8 milyon seçmenin ‘arasında kilitlendi ülke! Sosyolog Nilüfer Göle’ye göre, devlet hepimizin onun için anayasa yazımı çok önemliydi, hukukun bağımsızlığı, bürokrasinin kalıcılığı önemli. 2014’te, ülkeye bir anayasa armağan edemeyişini, muhalefete suçu atarak örtmeye çabalayan, başarısız bir lider var. Hırçınlığı bundandır. AKP’ye devlet kalmaz! Göle’ye göre AKP iktidarının şu an gelmiş olduğu nokta, müthiş bir kutuplaşma, affedilemeyecek bir nefret söylemidir ve Erdoğan bu haliyle Özal ve Menderes’den uzaklaştı. Milletin birbirine düşman yapılmasından daha tehlikeli ne olabilir? Askeri hafife almayın. Ülkemizin en mert, en dürüst, en temiz, yolsuzluğa, sahtekarlığa bulaşmamış en vatansever insanları ordumuzda bulunuyor. Bir dönem “Süfyanizm Oligarşisi”, fitne kemendini ordumuzun boynuna dolamıştı, istediği gibi kullanıyordu. ‘Asker vesayeti sonrası, devletin kimsenin malı olmadığını Türkiye’nin öğrenmesi lazım’ diyor Sosyolog Nilüfer Göle. Erdoğan, pek öğrenmişe benzemiyor. Devleti kimse tamamen ele geçiremez, devletin ortak milli aklı, zıvanadan çıkanları zamanı gelince terbiye etmesini bilir. Zaten üstad Said Nursi, Fesat Komitesi’nden ordumuzun tam kurtulma tarihini Ebced hesaplamalarına göre 2014 olarak veriyordu ve ekliyordu: 1000 yıl İslam’a hizmet eden kahraman Türk ordusu, elmas kılıcı teslim alacak ve tekrar İslam’a hizmet edecektir. Elmas kılıç, tebliğ, irşad makamıdır. MİT’deki karanlık ekibin çirkefliklerine son verecek başka makamda yok gözüküyor. TSK üzerinde yaptıkları oyunların boyunlarına dolanmasına ramak kalmış olabilir. Erdoğan, MİT’in emirlerine amade olduğu için askeriyede neler olup bittiğini ve ordu mensuplarının nefret atmosferinden ne kadar çok iğrendiğini eminim bilmiyordur. 29 Mayıs 2014 ÖKK ve MAK’taki Göktürk! TSK bünyesinde kurulan Türkiye Ulusal Stratejiler ve Hareket Dairesi (TUSHAD) Genelkurmay’da bağlı faaliyet gösteren ordu içindeki derin strateji merkezidir. Muharebe Arama Kurtarma (MAK) birimi Özel Kuvvetlerin en seçkin birimidir. Tıpkı MAK ve TUSHAD gibi Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) da devlet iradesi ile kurulmuş yasal bir kurumdur. Ankara Gölbaşı’nda hem Polis Özel Harekat’ın hem de Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın eğitim tesisleri bulunuyor. Yeniden yapılandırılan, Genelkurmay, Jandarma ve Emniyet istihbaratı tek elde toplayan Milli İstihbarat Merkezi (MİM)’in de merkezi burasıdır. MİT’in çok güçlü hale getirilmesi kamuoyu adına bir yem, bir aldatmacadır, esasen MAK ve TUSHAD güçlenmiştir. ÖKK ve MAK’ta yasadışı bir yapılanma olduğu hep inkar edilmiş, Göktürk yapısı saklanmıştır. NATO’ya üye olmamızın hemen ardından Bakanlar Kurulu’nun 27 Eylül 1952 sayılı kararı ile “Hususi ve Yardım Muharip Birlikler” adı altında bir kuruluşun oluşturulmasına karar verildi. Söz konusu karar gereği 4 Kasım 1953 yılında “Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı” adı altında kuruldu. 14 Aralık 1970 tarihinde “Özel Harp Daire Başkanlığı” adını aldı. 1992 yılında çevre ülkeler ve İç Güvenlik Harekatı ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden teşkilatlandı ve “Özel Kuvvetler Komutanlığı” adını aldı. Özel Kuvvetler Komutanlığı 2002 yılında Kirazlı ve Güvercinlik Kışlalarını devrederek Gölbaşı’nda inşa edilen yeni kışlasına taşındı. 2006 yılında yeniden teşkilatlanan Özel Kuvvetler 7 Komutanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı ve Muharebe Arama Kurtarma Alay Komutanlığı yeniden teşkil edilen Seferberlik Tetkik Daire Başkanlığı kuruluşuna dahil edildi, 1. ve 2. Özel Kuvvet Tugay Komutanlıklarının isimleri 1. ve 2. Özel Kuvvet Komutanlıkları şeklinde değiştirildi. Merhum Bülent Ecevit, kendisine İzmir suikastını düzenleyenin CIA Türkiye İstasyon Şefi Graham Füller’den emir alan kontragerilla adlı yapı olduğunu öğrendi. 1975’e kadar direkt ABD Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilen Özel Harp Dairesinin bütçesini başbakanlıktan almasını talep etti. 1960 darbesinden sonra dönüştürülen Türk ordusundan seçilen en seçkin subaylar NATO özel eğitiminden sonra Özel Harb’e atanıyordu. Seçilerek iktidar olmakla muktedir olamayacağını Ecevit geç anladı. Süleyman Demirel ise uyanıktı, bunu 1950’lerde üniversitede okurken anlamış, Özel Harb’ın sivil unsurları arasında yer almıştı. DSİ Genel müdürlüğünden AP’nin başına paraşütle indirilmiş ve 40 yıl Türk halkını başarı ile oyalamıştı. Merhum Turgut Özal, Kartal Demirağ suikastın arkasındaki karanlık elin Özel Harp olduğunu, başındaki Sabri Yirmibeşoğlu Paşa bulunduğunu anlamış ve dosyayı kapatmıştı. 1990’lı yıllar başında Ankara’ya Füller’den sonra yeni CIA İstasyon Şefi gelmişti: Martin Lawrence. Halen kartı bende duruyor, 2000 Ekim’inde kendisi ile röportaj yaptığımda ‘Ankara’da 7 Amerikan büyükelçisi değişti, ben 20 yıldır buradayım’ diye övünmüştü. Lawrence, Irak savaşına Türkiye’yi ordusuyla sokmak istiyor, Ankara’nın ilk defa kendilerine karşı çıktığını söylüyordu. ABD Ankara büyükelçiliği’nin başbakanın ve bakanlıkların telefonlarını dinlediğini anlamam için Lawrence ile iki saat konuşmam yetmişti. Üstelik beni de izlediklerini, dinlediklerini küçük bir espri eşliğinde sadece benim bildiğim gizli bir bilgiyi aktararak ima etmişti. Neydi o bilgi? Merhum BBP başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile yakın dost olduğumu, sırasıyla Gündüz ve Muhalif gazetelerinde Ali Alperen müstear adıyla köşe yazıları yazdığımı eşim bile bilmiyordu. Yazıcıoğlu, Amerikalıların en fazla çekindikleri isimdi. ÖKK’nın yapısını biliyordu, Özel Büro adlı MAK birimleri içindeki CIA, MI5, BND ve MOSSAD nüfuz ajanları ve uşaklarının derin bilgisi, ÖKK içindeki askeri ve sivil özel dostları tarafından Yazıcıoğlu’na gelirdi. Ergenekon ve Balyoz davalarında pek çok gizli bilgi ve belge savcılara Yazıcıoğlu tarafından verildi. Daha önce verilse siyasi konjonktür uygun olmadığı için heba olacaktı. Muhsin başkanı öldürmek için plan yapan ekibin içinde kesinlikle MAK ve ÖKK vardı vede NATO Özel Timi onayı vardı. Bu nedenle kimse bana ÖKK’nın vatan evlatlarını feda ederken milli çıkarlar güttüğünü söylemesin! Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Milli Savunma Bakanlığı’ndan, 25 Kasım 1952-12 Eylül 1980 tarihleri arasında darbeler, muhtıralar ve demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişim ve süreçler ile Milli Birlik Komitesi İrtibat Bürosu olarak çalışan birim, Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla yapılanmalarına ilişkin her türlü bilgi ve belgenin birer örneğini istemişti. Bakanlık bu talebe 17 Eylül 2012’de cevap verdi. Bakanlığın yazısı komisyonun 12 Eylül davası kapsamında Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği raporun ekleri arasında çıktı. MİT’in, komisyona 24 Aralık 2012’de gönderdiği bilgi notu ve ihbar mektuplarında, ÖKK içindeki yasadışı yapılanmanın olduğunu iddia etmesine karşın, “Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda kontrgerilla yapılanması yoktur” denildi. Bordo bereliler olarak anılan Türk ordusunun yüzakı komando eğitimi almış ekipleri eleştirmek ve savunmak iki ucu keskin bir kılıç. Derin devlet gücü diye tanımlanan, bazılarının kontragerilla dediği yapı aslında operasyonel anlamda ÖKK ve MAK’ın içindeki cuntavari yapıdan bahsediyoruz. Yoksa bu güzide birimi yıpratmak istemem. Göktürk adlı derin devlet yapılanmasının ayakta kalmasını sağlayan askeri cunta birimi olmasa, İstanbul baronları ve siyasi figüranlar serbest at koşturamazlar, top toplayıcı bile olamazlar. Darbeciler ilk önce bu birimin desteğini almak zorundadır, aksi halde başarılı bir darbe mümkün değildir. Özel Kuvvetler içerisinde ‘asıl işi’ MAK grubu yapar. Bu yapının bünyesi, AK Parti döneminde 13 bölgeden, 24 ayrı bölgeye çıkartıldı ve büyüdü. Beyaz Kuvvetler, bölge yapılanmaları halindedir. Bu 8 bölgelerdeki hücreler birbirini tanımaz. Bölge başkanları var. Sadece bölge başkanları hücreleri bilir. Takma isimleri kullanıyorlar. Her bölge emrinde hücre şeklinde yapılanmış ayrı ayrı 20-30 tim vardır. Toplam 4 bin kişilik bir güçtür. Her timin başında bir yüzbaşı ve bir üsteğmen ile 12 başçavuş bulunur. Şu an JİTEM tehlikeli olmaktan çıktı, asıl operatif birim MAK’tır. 680 civarında maaşlı sivil unsuru, yüzbine yakın muhbiri vardır. Ergenekon’un alt ve orta kadrosundan bazıları yakalanmasına rağmen üst yönetiminden birçok kimse halen dışarıda. Bunlar güvenlik şirketlerini ele geçirdiler. MAK’ta şöyle bir yapı var: Her generalin başına bir tane özel astsubay verildi. Şu an ne kadar tugay komutanı varsa, hepsinin yanında emir subayı olarak bir tane eski MAK’çı vardır. Neden eski MAK’çıları seçiyorlar bunun için? Böylelikle bütün paşaları kontrol altına alıyorlar. Emir subayı ne demek, emir subayı? Paşa öksürse emir subayının haberi olur. Paşa çay içse emir subayının haberi var. İstediği zaman paşayı etkisiz hale getirebilir veya öldürebilir de. Gidin kontrol edin. Herhangi bir tugay komutanını çağırın deyin ki, ‘Komutanım yandaki emir subayın kökeni nedir?’ Komutan, ‘Özel kuvvetten’ diyecektir. Özel Kuvvetten nereden? ‘MAK’çı’. Hepsinin ağzı sıkıdır, konuşmazlar. Bakın Sabri Yirmibeşoğlu halen üst düzeyde yetkilidir ama kimse ona dokunamaz. Saldıray Berk paşamıza savcılar dava açtı, mahkeme kabul etti ama kimse dokunamıyor. Bu yapıya, kendi milleti iç düşman olarak algılatılmasa CIA ve MOSSAD’ın devri sona erebilir. Çok ciddiyim. Ergenekon olmadı, Göktürk verelim! Ergenekon olmadı, Göktürk verelim! Ergenekon yapılanmasının kabuk değiştirdiğini ve yeni bir isim aldığını ilk defa burada okuyacaksınız. Patent hakkını tescil ettirmek için açıklıyorum: Ergenekon’un yeni adı Göktürk’tür. Deşifre olmamış yeni isimler ve kadrolarla donatılan yeni derin devlet, yapısı içine artık alnı secdeye gelen muhafazakarları ve Kürtleri de alıyor. Çerkezler yine işbaşında! Dinle, azınlık ve etnik yapıyla barışık yeni sistem, Silivri’de yatanları terhis ve tahliye konusunda bir süredir hükümetle pazarlık yürütüyordu. Yeni ismin babası ve teorisyeni Encümeni Daniş-i ve projeyi onaylanan Milli Birlik Komitesi’ni kutlarım. İktidar ve muktedir olduğuna kendisini kaptıran AK Parti’ye de “çakma Göktürk”le uğurlar dilerim. Göktürk Devletinin Bayrağı Neden Göktürk ismi tercih edilmiş olabilir? Biraz tarih anlatayım: Göktürk devleti, Türk ifadesini ilk defa kullanan milli devletimizdi. Saka veya Yakuti Türklerinin kurduğu İskit İmparatorluğu ve hemen ardından kurulan Hun İmparatorluğu mirası üzerine şekillenmişti. Ergenekon destanında küllerinden doğan Türk milletinden hemen sonra Çin kültür ve medeniyeti etkisinde Hunlaşması vardır. Çinlilerin Çin seddi yapmasına sebep olan Hunlarda Türk töresi anlayışı sağlam yerleşmiş iken güçlülerdi, halen kullandığımız onlu, yüzlü, binli ordu sistemi oturmuştu. Çinli prenseslerle Hun hakanlarının evlenmesiyle başlayan yıkılış sürecinden sonra kurulan üç ayrı Hun devleti, kardeş kavgası ve tefrikalarla yıkılırken, yerini 1. Göktürk Hakanlığı’na bıraktı. Ancak Türk töresini uygulamayan Kara 9 Han, Çinli eşinin ve Çin’in devletin iç işlerine karışmasını engeleyemedi. Kara Han, kendi kılıcı ile kendini öldürerek ihanetine son verdi. Rahmetli Azeri şair Bahtiyar Vahapzade’nin ‘ Özümüzü Kesen Kılıç’ tiyatrosu bu gerçeği çok güzel anlatır. ….Türk Milliyetçiliği ilk kez Hunlar zamanında ortaya çıkmıştır. M.Ö.1.yüzyılın sonlarına doğru Hun İmparatoru CU Cİ Yabgu; Atalarından miras olarak yalnızca vatan ve devlet kalmadığını, hürriyet ve bağımsızlığında bu miras içinde olduğunu söyledi. Çin kaynaklarında inceleme yapan Alman bilim adamı Hürth, Çiçi Yabgu nun bu söyleminide kayıt altına almıştır. Hürth; tarihte milliyetçiliği devlet yönetiminde temel öge olarak alan ilk devlet adamının Türk Kağanı Çü Çi Yabgu olduğunu belgelemiştir.Daha sonra ortaya çıkan tüm Göktürk yazıt ve anıtlarında Türk Milliyetçiliği açık olarak tarihe geçmiştir. Bu yazıtlar ve anıtlardaki tüm düşünceler açık ve özgündür. Türklük düşüncesi ve millet olma özelliği açık olarak biçimlendirilmiştir… Türkler, kurdukları Göktürk devletinde; temel ögeleri millet olma bilincini ana ilke olarak almışlardır. Tamamen bir milliyetçilik örneği olan ve tarihte ilk düzenli orduları kuran Hunlardır. Çin kaynaklarında da açıkca belirtildiği gibi Hunlar, asaletli bir toplumdu. Hun Ordusunun ana çekirdeği süvarilerdi. Onar bin kişilik yirmidört tümenden oluşan Hun orduları; atlı oluşlarından ötürü süratli ve yüksek manevra gücüne sahiptir. Hun orduları ok, yay ve kılıç kullanıyordu. Hunlar toplumları ve orduları içine kesinlikle Türk olmayan yabancı asker sokmadıkları gibi paralı askerde kullanmamışlardı. Orhun yazıtlarında açıkca Türk Milliyetçiliği vardır. Şu ifadelere bakın: “Başına geçtiğim Türk Milletinin şan ve şerefi için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yar oldu, yoksul milletimi zengin ettim. Türk Milletini bütün milletlerden üstün kıldım”"Türk, Oğuz beyleri, Türk Milleti işitin.Yukarıda gökyüzü çökmedikce, aşağıda yağız yer delinmedikce, Türk Milleti, ülkeni, töreni kim bozabilir. Ey Türk milleti kendine dön.” Bu sözler Göktürklerin Kanuni Sultan Süleyman’ı sayılan Bilge Kağan’a ait Altay bölgesi: Türk tarihinin en önemli alanlarından birisidir. Çünkü, Türklerin anavatanı da burasıdır. Hyung-Nu (Hun) Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 5. Yüzyıl başlarında demirçi Açina (Asena) boyu bu bölgede ortaya çıkmıştır. Kendilerine “Soylu Kurt” anlamına gelen Aşina diyen bu Türkler, tarihte Gök Türk İmparatorluğu olarak bilinen devleti kurmuşlardır. Bunlar, düşmanlardan korunmak için başlangıçta kendilerine ulu sıradağların kesiştiği bu sarp alanı yurt olarak seçmişlerdi. Bulundukları noktaya da “Dik Yamaç” anlamına gelen Ergenekon diyorlardı. Bu bilgiler dünyaca ünlü Sovyet tarihçisi Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli kitabında yer almaktadır. Bu demirci Açinalar; Asya’nın teknolojik üstünlüğü (demir teknolojisini) ellerinde tutuyorlar ve çok değerli savaş aletleri yapıyorlardı. Bu dönemde henüz İslam zuhur etmemişti. Göktürklerin resmen Türk Milliyetçiliği yapmalarının nedenleri vardı. Aslında Göktürk devletinin İranlı Sasanilere vurduğu darbeler sayesinde Saad Bin Ebi Vakkas komutasındaki İslam ordularının Hz. Ömer devrinde Sasanileri yıkmaları ve İran’ı ele geçirmeleri kolaylaşmıştır. Türkçülük Türkler arasında hemen yayılmadı. Ancak Emevilerin Arap milliyetçiliği yapmaları nedeniyle Türklerde Türk milliyetçiliği yaptılar ve İslam’a geç girdiler. Ömer Bin Abdülazi döneminde Şam’a gelen Türkmen heyetinin Emevi valiyi şikayet etmesi meşhurdur. Cizreden muaf olacaklar diye Türklerin müslüman olmasını istemeyen Emevi valisi, ayrıca Türklerin ilim aşkından, mertliğinden, cesaretinden ve savaşçı bir millet olmalarından korkmuştur. Korkunun ecele faydası yok. Abbasiler döneminde Arap milliyetçiliği azalınca Türkler akın akın İslam’a girdi ve Abbasilerin ordu yapılanmasını kısa sürede ele geçirdi. Sadece askeriyeyi değil, Mevali denen köle Türklerin çocukları İslam’in altın çağında fıkıh, hadis, kelam ilimlerinde, müsbet ilimlerde de zirveye çıktılar, hatta Zemahşeri’nin ifadesiyle Bedevi Araplara Arapçayı öğretecek kıvama geldiler. 10 Ergenekon yerine kurgulanan yeni derin devlet Göktürk, işte bu temel öğe üzerine yoğunlaşarak Türk milliyetçilerini kullanmayı hedefliyor. Bu nedenle, nereden koşmak istediklerini analiz edelim. Asıl hikaye bundan sonra başlıyor. Çin sarayına esir düşen veliaht prensi kurtarmaya çalışan Kürşat ve 39 yiğidi, intihar saldırısında kahramanca ölür. Ne tesadüf ki, Encümeni Daniş de, derin devletin 40 kişilik yaşlılar konseyidir! Kara Han’ın kardeşleri 50 yıl süren iç savaştan sonra 9 yaşındaki yiğenleri İstemihan’ı tahta geçirerek Çin’e karşı “iri, diri ve bir” olurlar. Orhun Kitabelerinde anlatılan medeniyeti kuranlar, Türk töresine sarılan Göktürk hakanlarıdır. “Gök Tengri” inancına sahip Göktürkler, çoğu Budist, Şamanit ve Mecusi ahaliye tam saygı gösterdiler. Ergenekon merkezli erken dönem Türk kültürü Şamanist nitelik taşır ve bu kültür (inanç) günümüzde bile yaşamaktadır. Büyük şehirlerimizde bugün bile var olan babalar inancı bu şamanist inancın en açık örneklerinden birisidir. Bu inanışta yeryüzü, yeraltı ve gök olmak üzere üç parçadan oluşan tek evren vardır. Yeraltını Ay Tanrı temsil eder ve olumsuz (kötü) ruhlar inanışa göre orada yığılmıştır. Yeryüzü ve gökte ise olumlu ruhlar bulunur. Yeryüzü, toprak ve su ruhları ile doludur. Ağaçlar, sular, kayalar o ruhları barındırır. Şaman toplumundaki din adamları (şamanlar) iyi ruhlarla bağlantı kurarak Yer altı ruhlarının kötü etkisini yok etmeye çalışırlar. Bunun için kurban keserler. Değişik hareketlerle (dans) kötü ruhları kovmak ve iyi ruhları memnun etmek isterler. Bu arada şaman davuluna vurup müziksel ritim yaratırlar. Sonunda insan ile doğa ve ruhlar (Tanrılar) arasında bir uyum kurmaya çalışırlar. Böylece Gök Tanrı’yı (Güneş) memnun ederler. Kırılma noktası, Bizans’ın “Hıristiyan olun” mektubuna Göktürk Kağanı İstemihan’ın ret cevabı vermesi ve teslisin Türklerin töresine aykırı olduğunu bildirmesidr. İkinci kırılma, Müslüman Arap ordularının Çin’e karşı verdiği Talaş savaşında Uygurların, Müslümanların tarafını tutmasıdır. Göktürk, müslüman değildi, bizim derin devletin cibilli ve ırki İslam düşmanları bu nedenle Göktürk’ü severler. Budist olan Uygur Türkleri, Manas destanından da anlaşılacağı gibi hızla müslüman olmaya başlarlar. Dede Korkut ve Oğuz destanından çıkardığımız sonuç, İslamiyet’in iki yüz yıl içinde Türk aşiretleri arasında yaygınlaşmasıdır. İlk Türk müslüman devletler sanılan Samanoğlu ve Karahanlılardan önce Orta Asya Türklerinin yarısı müslümanlaşmıştı. Musevi Hazar Türk Devleti’nde Ordu Başkomutanı olan Selçuk bey, oğlu Arslan bey gibi müslümandı. 10 bin atlısı ve dört oğluyla Orta Asya’da, Azerbaycan ve İran’da delicesine çalışan Arslan beyin dört oğlu, Gaznelilerin babaları Arslan beyin kahpece tutsak etmesinin intikamını adım adım 1040′da Dandanakan savaşında alarak, Türklerin müslümanlığın bayraktarlığını devraldılar. Selçukluların Tuğrul ve Çağrı beylerle birlikte İslam’ın koruyuculuğuna soyunduğu, Alparslan adına Abbasilerin hutbe okuttuğu unutulmamalı. Melikiah ve veziri Nizamülmülk’ten sonra Sencer döneminde gevşeşen Selçuklular, Irak Selçukluları ve Anadolu Selçukluları adlı iki büyük devleti kurabilmiş ve Araplara Türklerin iman gücünü kabul ettirmişti. Aynı dönemde Moğolları dünya devi yapan dinsiz Moğol Cengiz Han’ın yardımcısı Arslan beyin Şii müslüman olduğu, ikiyüzbinlik Moğol ordusunun yarısının Şii ve Sünni müslüman Türklerden oluştuğu anımsanmalı. Kara bayrak taşımaları nedeniyle Arap müslümanlarca Ye’cüc ve Me’cüc ordusu sanılan Moğol ve Türk ordusu, İslam ve Çin medeniyetine, Harzemşah ve Abbasilere son vererek yıkarken, Oğuz kökenli Büyük Selçuklu Devleti, son İslam karakoluydu. Farklı tarikatların her Anadolu kentini küçük tarikat devletcikleri haline getirdiği dönemde, Türkleri birleştiren güç Ahi örgütlenmesi, Mevlana ve Yunus Emre anlayışıdır. Anadolu’da yaşayan 4 milyon Rum ve 1 milyon Ermeni’nin yarısını iki asırda müslümanlaştıran güç, İslam’ın yumuşak Sufi yorumudur. Medeniyetsiz ve barbar Moğolları 50 yıl içinde müslümanlaştırarak Türkler içinde eriten yine Sufizmdir. Farscayı kullanan Selçuklular, İran’dan gelen yüzbin Alevi Alperen’in ve bir o kadar Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkçe kullanan dervişleriyle Anadolu medeniyetlerini harmanladı. Çok kültürlü, dinli ve hukuklu yapıyı devralan Osmanlı devletinin Türkçülük yapmaması, Roma’dan esinlendiği devşirme asker ve bürokrasi sistemini İslamlaştırması ve içselleştirmesi, Alevi Türkmenleri çevrede bıraktı. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan Türkmenler cahil kaldı, devletde yer tutamadılar. 11 Osmanlı beyliğinin ilk 150 yılında Selçuklular adına hutbe okuttuğu düşünülecek olursa, Fatih Sultan Mehmet’e kadar Anadolu’da mirası devralma sorunun varlığı ortaya çıkar. Zaten Fatih, ‘Ben İslam Roma İmparatoruyum’ demiş, Ortadoks Hıristiyanların koruyuculuğunu üstlenmiş, Oğuz Avşar soyuyla asillik taslayan Karamanoğlu belasına son vererek, İslam kardeşliğini yeğlemiştir. 2. Beyazıt, Bektaşilik, Nakşilik ve Mevlevilik’i imparatorluk politikalarıyla resmi din haline getirip kurumsallaştırdı. Sultan Yavuz ise, Şii ve Türkçü Şah İsmail’in politik Şii nüfuzunu Anadolu Türkmenleri arasında kullanarak nifak tohumları atmasını ve Türkleri bölmesini Çaldıran’da kırdı. Sünni Kürtleri yanına alan Yavuz, hem Şii İran’ı bloke etti, hemde yozlaşan Memluklulardan emaneti teslim aldı. Kanuni Sultan Süleyman’la muhteşemleşen ecdatımız, Türkiye kuruluna kadar bin yıl süresince İslam’ın koruyucusu, yayıcısı ve adaletin teminatı oldu. 90 yıllık kesinti döneminden sonra eski şerefli ve onurlu günlere dönmemiz, Allah’a kalmış… Tarihimizin şuurumuzda oluşturduğu krediyi hatırlatıyorum, çünkü Göktürk adında yeniden yapılanan Ergenekon, dar ve sığ kalıplara sığdırmaya çalıştığı insanımızın taleplerini karşılamaktan halen çok uzakta kalıyor. Milli bir derin devlet kurabilmenin tek reçetesi, geçmişte yapılan hatalardan ders almak, aşırı ırkçılıktan arınmak ve tam bağımsız olabilmektir. Muhafazakar Türkmen ve Oğuz Türkleri, asırlardan sonra ilk defa son otuz yıl içinde eğitimli, kültürlü hale geldi ve bürokrasiye, yani devlete talip oldu. Hrant Dink suikastının ardındaki Ergenekon’u ıskalarsanız ve Silivri’de cezalandırılması gereken darbe heveslilerine hukuki zemin oluşturur, tahliye yolu açarsanız, “Çin ejderha”sı geri döner ve tüm kazanımları yutar. Hrant benim çok iyi arkadaşımdı, Bakü ve Ankara’da iken sık sık telefonda konuşurduk, Ermenistanla ilgili haber ve yorumlarımı Agos gazetesinde yayımlardı. Talan edilen Ermeni malları dosyası, evlatlık verilen 150 bin Ermeninin varlığı ve “çakma Aleviliği” kabul ederek tehcirde gitmeyen üçyüz bin Ermeninin gizli kimlikleri dosyasını benle biraz paylaşmıştı. O dosyanın Veli Küçük’ün eline geçtiğini bir Başbakanlık Danışmanı bana söylemiş ve dosyayı bana sızdırmıştı, ama müslümanlaşan Ermenilerin deşifresini nefreti körükleyen bir ırkçılık görerek haberleştirmemiştim. Gemi azıya almışlardı, Ermeni kökenli diye bazı meşhur isimleri yıpratacaklardı. Dink’e ‘sakın bunları yazma, yoksa seni öldürürler’ diye uyardım. Dinlemedi, Atatürk’ün manevi kızı, Dersim’i bombalayan pilot Sabiha Gökçen’in Ermeni yetimi olduğunu yazdı. Hem Ermeni diyasporasını hem Ergenekon’u ürküttü. Mahkemenin adaletsiz Dink kararını, “Ergenekon olmadı, Göktürk verelim” diyen derin yapılanmanın ne kadar güçlü olduğunu göstermesi olarak algılıyorum. Üzücü olan, İslam’da ters olan, ama aynı aşırı ırkçı zeminden beslenen muhafazakarların bu oyuna gelerek, kin ve nefreti ‘milli çıkarlar’ diye satan şeytanın avukatlarına inanması, makam ve güçlerini devam ettirme adına kuvveti hakka tercih etmeleri. Sonunuz öz kılıcınızın özünüzü kesmesi olur, benden uyarması… MİT’deki istihbarat baronları! Bugün yaşanan AK Parti ile camia arasındaki çekişmenin fişleme skandalı üzerinden çıkması, MİT’deki istihbarat baronlarından kaynaklanıyor. Ergenekon operasyonlarını durdurma kararı alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu talihsiz kararını Gezi olaylarından önce AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Bülent Arınç ile Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bildirdi. Tepkisinin ‘bizi arkamızdan hançerliyorsunuz’ olduğunu artık söylememde bir beis kalmadı. Elbette sayın Erdoğan ‘yok sayıyor’ diye asıl adı Göktürk olan derin yapılanma kaybolmadı. Eğer birileri kalkıpta istihbarat baronlarının tası tarağı toplayıp Mozambik’te tatile gittiklerini ve bir daha asla geri dönmeyeceğini söylerse rahatlayabiliriz! Geceye gözünü başbakan yumunca açan karanlık kurullar faaliyetlerini dondurmadı. Tarihimizde bu yanlışı yapan pek çok Osmanlı padişahımız ve başvezir bulunuyor. Bedelini hayatları ile ödediler, ülke silbaştan başa döndü. AKP kendi kuyusunu kazıyor; toplumu geri dönülmesi zor bir intiharın eşiğine sürüklüyor ama bunun 12 farkında bile değil. Camia, askeri vesayetin geriletilmesi için gereğinden fazla AK Parti’ye muhabbet besledi, 2011’den beri yaşanan tasfiyelere sesini çıkarmadı, dişini sıktı. ‘Emniyet ve yargıda camia cuntası var’ diyenlerin topu MİT’deki ‘Fişleme Cuntası’na bilerek veya bilmeyerek hizmet ediyor. Erdoğan kendini devirmek isteyenleri MİT’de arasa bulacak ama yanlış yerde arıyor. Amerikan ve dünya derin devletinin genel müdürü, ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın İran-Irak savaşında “hangisinin kazanması Amerika’nın çıkarına olur” sorusuna verdiği cevap bugün bu anlamsız kavga sonucunda global ve yerli fitne şebekesinin ne istediğini özetliyor: İkisinin de kaybetmesi… 27 Mayıs 1960 ihtilalinde Amerikalılar aslında ordumuza büyük bir darbe yapmış, 243 general, toplam 7200 subay ve astsubayımızı tasfiye ederek yeni bir Türkiye kurmuştu. Adnan Menderes, son yıllarındaki tek adam ihtirasının kurbanı olmuştu. Militer demokrasi, askeri vesayet ile yönetilen ülkemizde siyasetçiler sadece figürandı. O yıllarda ağırlıklı bir Soğuk Savaş paranoyasına girildi. İstihbarat faaliyetlerimize ağırlıklı olarak mason locaları hakim oldu. O dönemde MİT ve Seferberlik Tetkik Kurulu’nun beşinci kol faliyeti, Tapınak Şovalyeleri, Sion Tarikatı, Gül ve Haç Kardeşliği örgütleri ile yakın temasa geçti. Ne var ki bu faaliyetlerin ne kadar milli olduğu ciddi biçimde tartışmaya açıktır. MİT’in istihbarat elemanları bilinçli olarak Türklerden değil Türkleştirilmiş eski Sovyet ülkesi kökenlilerden seçildi. Çerkezler, Gürcüler, Çeçenler, Abhazlar, Boşnak ve Arnavutlar asıllı vatandaşlarımız özellikle istihbarata sokuldu. Türkmen ve Oğuz kökenliler MİT’den dışlandı. Aksini ispatlayın mesleği bırakırım. MİT’den ceza alan bir Ergenekoncu tanıyor musunuz? 1965′de yasallaşan devlet istihbarat hizmetleri, 1972′den sonra TSK ve MİT içinden bazı kişilerin angajesi ve bunların dışardaki her türlü yapılanmaları ile başka bir boyut kazandı. 1970′lerden sonra gizli ittifak hem kurumun içinde, hem dışında milli hassasiyeti olan kim varsa onları ortadan kaldırdı. MİT’in içinde istihbarat baronları oluştu. Bu baronların hiçbirisinin çalışması asla Türkiye’nin lehine değildi. ABD’nin büyük politikaları, İsrail’in çıkarları önceliğimiz sayıldı. NATO’ya girmemizin ardından istihbaratımız ABD tarafından kontrol altına alındı, 1949 yılından sonra eğitilip teçhiz edildi. Ek ödenekler, 1950- 1975 yıllarına kadar ABD tarafından verildi. Özel Harp Dairesi, Amerikalıların ordumuzdan seçip yetiştirdiği devşirilmiş elemanlarla dolduruldu. MİT’deki elemanların çoğu Özel Harp eğitimi alanlardan oluşturuldu. Çerkez ve Gürcü kökenliler, ulusalcı, dinden uzak Türk milliyetçisi olarak MİT yönetiminde baronluk kurdular. Babadan oğula geçen geleneğimiz MİT ve Dışişleri bakanlığında çok güçlüdür. Her MİT elemanının 3 akrabasını sorgusuz sualsiz bir referansıyla MİT’e aldırma yetkisi, avantajı vardır. Bu yapının Hakan Fidan müsteşar olduktan sonra birden buharlaşıp hükümetin emrine girdiğine inanan saf değilse eğer, basireti bağlanmıştır. Önce gömleği doğru yerden ilikleyelim. Hukuksuz fişleme eylemi, nasıl Genelkurmay’ın kara koyunları Balyozcuları ve Ergenekoncular için sabit bir suç oldu ve mahkemece tescillendiyse, MİT için de görev değil suçtur. Bir hukuk devletinde suç işlemeyen masum kendi milletini fişleyen kimse ceza alır. Hiçbir kimse veya kurum – MİT’deki cunta fitne şebekesi de buna dahil olmakla kendi suçunu, başkalarının boynuna sorumluluk ve ceza olarak takamaz. Eğer bir hukuk devletiysek, üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü varsa, vatana ihanetle ve casuslukla suçlanan Taraf gazetesi ve gazeteci Mehmet Baransu’nun değil, fişleme aktörlerinin başı derttedir. AK Parti yönetimi iktidarda bulunmanın yol açtığı savunma refleksiyle hatalar yapıyor. 2010’dan sonra da devam eden fişleme yanlışını sonuna kadar savunamayacağını bakalım ne zaman anlayacak? 28 Şubatcılar bugün yargılanıyorsa, Balyoz ve Ergenekon sanıkları müebbet cezalar almışsa bunun temel hukuki nedeni fişlemelerdir. Susun diyenlere bu nedenle aldırmıyorum. Suçu savunan gazetecilere acıyorum. Fişlenen her kişi ve sivil toplum grubu, fişleme faaliyetinin yetkililerine karşı tazminat davası açabilir ve suç duyurusunda bulunabilir. Soruşturma savcısı MGK kararının aslını ve fişlemelerin asıllarını MGK ve MİT’ten istemelidir, ayrıca fişlemede görevli MİT cunta ekibi veya emir veren istihbarat baronları hakkında savcılar soruşturma izni istemek zorunda kalacaktır. Siyasi iktidar bugün yargıya 13 müdahale eder ve bu izni vermezse, elbet ileride bu izni verecek bir iktidar gelecektir. Mahkemece Taraf ve Baransu’ya bir ceza tertip edilecek olursa, Yargıtay’dan, Anayasa Mahkemesi’nden ve en nihayetinde AİHM’den dönmesi kesindir. MGK ve MİT’in kendi kanununda var olan devletin mahremiyeti ve devlet sırrı ile ilgili yasaklama ve yasalar, düşman için geçerli olmalıdır. Kendi vatandaşını iç düşman sayan kanun zaten yasal olamaz. En azından bu yasalarla Avrupa Birliği’ne girmemiz mümkün değildir. Türkiye’de hâlihazırda yürürlükte olan bir “Devlet Sırları Kanunu” yoktur. Özel hayata müdahaleyi engelleyen kanunda yetersizdir, Batı standartlarında birey özgürlüklerini genişleterek düzenlenmelidir. Medyamızda yaşanan tekelleşme ve devletleşme eğilimi eski Sovyetler Birliği’ne döndü. Devlet gazetecileri, MİT yazarları türedi veya bazı kalemler kutsanan yeni devlete çalışmaya ikna edildi. Özgürlüğünü kaybeden kalemlerden kan damlıyor. Açıkca devletin, MİT’in ne talep ettiğini yazıp çizen bu kalemşörlerin çoğu maalesef sağ görüşlü, muhafazakâr sandığımız eski arkadaşlarımız. Fitne kazanına odun taşıdıkları halde, devlete çalıştıklarını varsaydıkları için kendilerini kahraman, ötekini ‘vatan haini’, ‘casus’ hatta ‘terörist’ olarak görmeye başladılar. Vicdanlar cüzdanlara, makamlara, şöhrete, çıkarlara; belkide bal tuzağına, mutaya, nisaya sıkıştı kaldı. Gidişat şunu gösteriyor ki, muhafazakârlar-dindarlar demokrasi istemiyorlar. ‘’Kemalist devlet’in ardından ‘muhafazakâr devlet’ faşist, baskıcı, despot olsada yeterli demek istiyorlar. Kendinden olan ‘Yakoben devlet’ makbul, ötekiler umurlarında değil, gemilerini yürütseler yeter… Sağlam, dik duralım, bu yanlış yaklaşıma entelektüeller ve camia dur demezse Allah’ın gayretullahına dokunması kaçınılmazdır. Yeni Türkiye kurduklarını iddia eden iktidar, her yaptığını caiz görüyor, sivil toplumun ve medyanın sorgulamasına izin vermiyor. Ağızlardan dökülen iftiralar, birbiri ardına savrulan hakaretler, tehditler sinelerde biriken nefretin büyüklüğüne, yeni kurgulanan istihbarat devletinin nasıl kurulduğuna dair net fikirler veriyor. Şiddetli imtihanlarla sarsılıyoruz. Düşmanın husumeti mi, dostun vefasızlığı mı, yoksa her ikisi birden mi bilemiyoruz. Dudaklarımdan hem milletimizin selameti için dualar yükseliyor, hemde şiir dökülüyor: Artık vefâya eyledik vedâ. Sızlıyor içim her şeyden cüdâ. Her çehrede yalancı bir edâ. Ayırmasın bizi haktan cüdâ… İngiliz-Yahudi fitne merkezi! AKP ile cemaat arasında krizi 5 yıldır kaşıya kaşıya çıkartanlar, en popüler CIA ve MOSSAD muhalifimiz sanılan, oysa CIA ve MOSSAD ajanları ile organik bağı bulunan siyasetçiistihbaratçımız olan DOĞU PERİNÇEK ve MİT’deki Aydınlık grubudur. İngiliz-Yahudi Kraliçe Derin Devleti’nin ülkemizde 40 yıldır kullandığı kirli eli olan Perinçekgiller, ürettiği fitnelerle müslümanları birbirine düşürmeyi başardılar. Bu nedenle İngiliz-Yahudi fitne merkezini deşifre ediyorum. Bu tiyatroda asıl hedefin Başbakan Erdoğan olduğunu hatırlatıyorum. 2011 yılında Ottava ve Toronto’ya gelen Aydınlıkçı ama MİT’e çalışan bir akademisyen, bugün yaşananları bir dostuma kim olduğunu bilmediği için bir bir anlattı: “Cemaatı iç düşman paralel devlet ilan edip Erdoğan’a vurduracağız, sonra Erdoğan’ı elimizdeki dosyalarla rahatlıkla vuracağız” demişti. Nasıl bu kadar emin olduklarını sorduğunda arkadaşıma şu manalı yorumu yapmıştı: “İngiliz Yahudi Kraliçe derin devleti son sözü söyler.” Perinçekgillere bu sefer, AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan arkasında saklanarak MİT içindeki İngiliz-Yahudi nüfuz ajanları ekibiyle cemaata operasyon yapma görevi verildi, tüm becerilerini ortaya döküyorlar. Bu marjinal gruba operasyon yaptırma acziyetine düşen Başbakan Erdoğan’ın ve AKP şürakasından kimlerin hangi açıklarını yakaladılar acaba? Kimlerin kasetlerini çektiler, kimlerin yolsuzluk dosyaları ellerinde, kimlerin rüşvet alırlen görüntüleri var ki, cemaate operasyona sesini çıkartamıyorlar. Üstelik 14 kendi yaptıkları arsızlığı, ahlaksızlığı cemaat yapmış gibi kamuoyuna pazarlama kabiliyeti olan bu fitne şebekesi artık çok oluyor. Gizli Arşiv twitter koduyla bugün başbakandan daha da sertleşmesini isteyen Perinçek kimdir? JİTEM davasında yargılanan, eski PKK itirafçısı, İsveç’te yaşayan JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan, şu itirafı dikkatlerden kaçmıştı: “Doğu Perinçek bir İngiliz ajanıdır. Bunu 1983 yılında PKKlı olarak Şam’da kaldığım örgüt evinde bizzat halen KCK Başkanı olan Cemil Bayık ve Halil Ataç adlı örgüt Merkez komite üyesi şahıslardan öğrendim. Yeri ve zamanı gelmişken sizlerle paylaşmak istedim. Şahsen bu konuşmaya tanık olunca; aklıma M.Kemal’in İngiliz ajanı olduğu yolundaki iddialar geldi. 1970’li yıllarda ”sıkı solcu, Maocu” olan Doğu Perinçek’in son dönemlerde sıkı ”Atatürkçü” olması, sürekli ”Amerikan Emperyalizmi” karşıtı görünmesi, 1990’lı yıllarda Beka’ya ve Şam’a giderek PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’a gül vermesi (PKK’yı İngilizlerin hizmetine sokmak için) Şam’da duyduklarımı teyit ediyor.” Ünlü istihbaratçımız Mehmet Eymür’ün ifadesiyle Perinçek ve hizmetkarları arkalarındaki karanlık güçle birlikte Lübnan Nahrel Bared’deki FKÖ Kampında İngilizler ve MOSSAD tarafından eğitildiler. 1978, 79, 80 yıllarında Aydınlık gazetesinde Perinçek grubu, “Kontrgerilla” kampanyalarıyla halkta sağ ve sol kutuplaşmasını derinleştirdi ve halkı orduya karşı kışkırttı. 1974 Kıbrıs hareketini yapan ordumuza “işgalci” diyen dönekler, her siyasi ortama göre renk değiştiren bukelemonlardır. “Fabrikatör” lakaplı Perinçek grubu, Ordu ve MİT’deki karanlık oligarşik çete ile Türkiye’de yeraltı dünyasındaki karışık menfaat ilişkileri arasında kapıkulluğu ve fitnecilik yapıyordu. MİT, bugüne kadar iki CIA ajanı yakalayabildi. Tesadüfe bakın ki, ikisi de Aydınlık’tan çıktı. Maalesef iki CIA’cı da kurmay albaydi ve MİT personeliydi: Turan Çağlar ve Sabahattin Savaşman. İkisi de Aydınlıkcıların haber kaynağıydı. Hatta Çağlar, doğrudan maaşlı Aydınlık elemanıydı. Peşlerine düşen Türk istihbaratçıların aleyhindeki haberleri Aydınlık’ta yayınlıyorlar ve adreslerini deşifre ediyorlardı. Bugün yaşanan fitnede benzer bir tiyatro oynanıyor, MİT’de çalışan özel harp albaylar cemaate örgüt darbesi yapıyor. 1970 sonlarında CIA ajanı olarak afişe ettikleri Kemal Ilıcak’ın Tercüman tesislerinde Aydınlık’ı bastırmaları gibi ayrıntıları bir tarafa bırakın, Ilıcak’ın bunu ABD büyükelçisinin ricasıyla yaptığı iddialarına ne diyelim? Ya da, Aydınlık’a sabotaj yapmak isteyen Susurlukçu mafya gruplarını bizzat Mehmet Ağar’ın engellediğini biliyor muydunuz? Aydınlıkçılar’ın savunmalarını kitaplaştırdığı Sabahattin Savaşman’ın aynı zamanda İngiliz MI6′ya da çalıştığını duymuş muydunuz? Hani şu, Aydınlıkçıların ev sahibi olan İngilizlere? Doğu Perinçek ve Aydınlıkçıların yabancı servislerle irtibatı sadece örgütlerinin bir İngiliz’in evinde yakalanması ile sınırlı değildi. Suçüstü yakalanarak casusluk suçundan ağır ceza alan iki emekli Türk Subayı da Aydınlıkçılarla irtibatlıydı. Hele bunlardan Turhan Çağlar, Aydınlık’ın “İstihbarat ve Yazı İşleri Müdürü” gibi çalışıyor, Aydınlıkçılarla toplantılar yapıyordu. Bugün Aydınlık’ta yazan isimlere bakarak bile fitnenin İngiliz derin devletine çalışan güya devletçi ayağını görmek mümkün. Perinçek, açıkladığı MİT raporlarıyla, 28 Şubat Dönemi’ndeki aktif tutumuyla yakın tarihimizde silinmez izler bıraktı. Dev-Genç’in genel başkanlığını yapacak kadar iyi sosyalistti. Şimdi ise hafızalarımızda Ulusalcı yani Nasyonalsosyalist olarak yer etti. AKP iktidarının ardından ortaya çıkan Kızılelma Koalisyonu’nun en önemli isimlerindendi. Ergenekon Terör Örgütü Davası’yla Silivri’de 5 yıl geçirdi, örgüt kurucuları arasında adı geçti ve ağırlaştırılmış müebbet aldı. 2003’de Sedat peker gibi bir ülkücğyle Kızelelma koalisyonu ve Öztürk Ergenekon yapılanması kuran Perinçek, bugün Osman Sınav yönetiminde TRT’de yeni başlayan Kızılelma dizisiyle MİT’i yapacakları şeytanlıklardan önce kutsatıyor ve kamuoyunun kafasını yıkıyor ve zihnini karıştırıyor. 15 Perinçek, üniversite yıllarında, 1962 ve 1963′te toplam on ay Almanya’da işçilik yaptı ve Almanca öğrendi. Haziran 1964′te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kamu Hukuku (Devlet Teorisi ve Kamu Hürriyetleri) kürsüsüne asistan olarak girdi. 1967 yılında Dönüşüm dergisi yazı kurulu üyesi ve başyazarı idi. Almanya’da Türk Toplumcular Ocağı kurucusu ve ilk genel başkanı olmuştu. Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. TİP’in Bilim Kurulu’nda görev aldı ve Güvenlik Komitesi başkanlığı görevlerini yürüttü. TİP içindeki “Devrimci Muhalefet” hareketinin önderlerindendi. Perinçek 1968′de hukuk doktoru oldu. Doktora tezinin konusu ve ilk kitabı, Türkiye’de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi’ydi. Aynı yıl daha sonra Dev-Genç adını alacak olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) genel başkanı olmuştu. Yine aynı yılın Kasım ayında, arkadaşlarıyla birlikte Aydınlık dergisini yayınlamaya başladı. Aydınlık’ın başlangıçtaki kurucuları Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Vahap Erdoğdu, Atıl Ant, Münir Ramazan Aktolga ve Doğu Perinçek’ti. 1969 Temmuz’unda İşçi Köylü gazetesini kurdu ve başyazarı oldu. 12 Mart Muhtırası’nın ardından başlayan tutuklama dalgasından Doğu Perinçek de nasibini almıştı. Tutuklanmış ve yapılan yargılama sonucunda yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Cezasını çekerken 1974 Affı imdadına yetişti ve Doğu Perinçek serbest bırakıldı. Siyasi hayatına kaldığı yerden başlayacaktı. Bu arada hayatına bir kadın, Sırma Ersanlı girecekti. 1974 yılında evlenen Doğu Perinçek’in evliliği ancak iki yıl sürebilmişti. Bu evlilikten Zeynep Perinçek doğmuştu. 28 Ocak 1978′de Aydınlık Davası’nın aklanmayla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin kuruluşuna önderlik etti ve ilk genel başkanı oldu. Türkiye bu yıllarda sağ-sol çatışmaları içinde kıvranıyordu. Terör şehirleri teslim almıştı. Silahlı çatışmalar alınan tüm önlemlere rağmen engellenemiyordu. İşte tam bu ortamda 12 Eylül 1980′de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu Perinçek’in kişisel tarihi için de çok önemliydi. Perinçek tutuklandı ve 1985 yılına kadar, tam beş sene tutuklu kaldı. Serbest bırakıldıktan iki yıl sonra, Ocak 1987′de haftalık “2000′e Doğru” dergisini yayınlamaya başladı. Bu dergide de genel yayın yönetmeni ve başyazarlık görevlerinde bulundu. Bu defa da neredeyse iç savaş görüntüsü veren etnik çatışma yüzünden başı derde girdi. Güneydoğu Anadolu bölgesinde muhalif aydınları “te’dib” etmeye yönelik çıkartılan “Sansür Sürgün Kararnamesi”nin kurbanı oldu. 1990 yılında, Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla, yeniden siyasi haklarına kavuştu ve aynı yılın Temmuz ayında Sosyalist Parti’nin İkinci Büyük Kongresi’nde genel başkanlığa seçildi. Bir yıl sonra Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi’nin genel başkanı oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle kendisine Terörle Mücadele Yasası’nın sekizinci maddesine dayanılarak on dört ay hapis cezası verildi. Bu ceza bittiğinde tarihler 8 Ağustos 1999′u gösteriyordu. On ay, on gün Haymana Cezaevi’nde kalmıştı. Basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu. 19 Ekim 1999′da toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Halen Şule Perinçek’le evli olan Doğu Perinçek’in bu evlilikten üç çocuğu oldu: Kiraz, Mehmet ve Can Perinçek. Doğu Perinçek’in hayatında birbirinden ilginç bağlantılar vardı. Dayısı Em. Tümg. Turhan Olcaytu, 12 Mart Muhtırası öncesinde etkin isimlerden birisiydi. Adı kurulmuş olan cuntaya verilen Em. Tümg. Cemal Madanoğlu, Perinçek’in ilk eşi Sırma Ersanlı’nın eniştesiydi. Yine Doğu Perinçek’in teyze oğlu, yani kuzeni Gürbüz Tüfekçi’nin arası TSK mensuplarıyla çok iyiydi. Çevresi Tüfekçi’yi MİT mensubu olarak biliyordu. Doğu Perinçek’in sınıf arkadaşları da oldukça önemli isimlerden oluşuyordu. 1964′te mezun olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden dönem arkadaşları Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu. Alpay daha sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine kadar yükseldi. 28 Şubat 16 Dönemi’nde adından en fazla bahsedilen MİT görevlisi herhalde Mikdat Alpay’dı. Hukuk Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da sıçramıştı. SBF, o günlerde siyasi çalkantıların tam odağındaydı. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin geleceği parlak SBF ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek, 1968′de devrimci gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandı. Sosyalistlikten ulusalcılığa, ateizmden Müslümanlığa savrulan bir hayatın ortasında Doğu Perinçek, Ergenekon Davası’nın en önemli mahkumları arasından ordu paşalarıyla beraber Silivri’den kahraman olarak çıkma planı yaptı. Başbakan Erdoğan’un egosu güçlüydü, parayı seviyordu. AKP içinde “masa, nisa, kasa” zafiyetlerini tesbit etti ve uzun soluklu bir plan yaptı. PKK ile müzakere cemaat ile savaş, “PKK sosyal aktivist”, “cemaat Haşhaşinci” iftiraları hep Perinçek’in fitneye, şeytanlığa çalışan kafasından çıkan komplolar. Başbakan’ın konuşma metinlerini artık Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük yazdığı için Türkiye, 1980 öncesindeki kaos dönemine geri dönüş yaptı. Darbe olsaydı, ne olurdu? Dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım pek meraklı! Sohbetimiz esnasında, hem sosyal medya üzerinden hemde telefon açıp ülkemizde ne zaman askeri darbe olacağını öğrenmek istiyorlar. Bazen kendimi darbeleri erken haber vermeden sorumlu gazeteci gibi hissediyorum. Herkes ülkemizde olan bitenlere bir anlam veremediklerini söylüyor, sitem ediyor ve soruyorlar: “Darbe yakın mı?” Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Darbe olması için daha ne olması gerekiyor acaba! “Twitter’da elinde kılıç önüne geleni kesip doğruyorsun, ne oldu sana Allah aşkına?” diyenler halime pek şaşkın! Takipçim twitter’da bir ayda 4 binden 35 bine çıkmış, her makalemi yüzbin kişi okuyormuş. 8 yıldır faaliyet gösteren kişisel siteme yoğun girişler olduğu için kapasite artık taşımıyor. Açık açık yazayım mı, eğer bir darbe olsaydı, ne olurdu! Bir dostum, “sen bir fenomen oldun ama sakın Türkiye’ye gelme, öldürürler” diyor. Niye diye sormadım. Ülkeye bir paranoya hakim, aslında bir darbe oldu kimse adını koymak istemiyor. Başbakan, “dostmodern” diye tanımlamak istedi “post kurtarma” darbesini! Benim tesbitim, bu bir “Yeşil Neo-28 Şubat ” sivil darbedir ama askerler arkada saklanıyor. Eğer bir darbe olsaydı, HSYK’da bir değişiklik yapılır, 12 Eylül 2010’da halkın referandumda evet dediklerine itiraz edilir ve hayır denilirdi. Üstünlerin hukuku geçerli olur, elit bir oligarşi halkla alay eder gibi tasfiye yapardı. Bir darbe olsaydı, ilk önce HSYK yasası yeniden değiştirilirdi! Eğer bir darbe olsaydı, darbeleri engelleyen, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve 28 Şubat operasyonlarını yapan 2000 polisi darbeciler hemen sürgün ederdi. Bir darbe olsaydı, Ergenekon’un intikamını darbecileri soruşturan savcılardan alırlar, savcı ve yargılayan hakimler sürgün edilir, yetkileri tırpanlanır, tenzili rütbeye uğrarlardı! Eğer bir darbe olsaydı, medya organlarına devlet el koyardı, devletleştirir, tekel haline getirir, çok sesliliğe izin vermez, sustururlardı. Bir darbe olsaydı, devlete paralel gazeteci ve yazarlar türer, devlete yaslanırlar, çirkefleşirler, toptan tüm medya pespayeleşirdi! Eğer bir darbe olsaydı, Anadolu’nın bağrından çıkmış dindar vatan evladı şeytanlaştırılır, devlet kurumuna sızdı diye kapı önüne konur, itibarı zedelenirdi. Bir darbe olsaydı, iftira, yalan ve çamur atmada yarış yapılır, hatta ülkenin en temiz insanlarına ‘Haşhaşin’ denirdi! 17 Eğer bir darbe olsaydı, ülkemizin yurt dışında medarı iftiharı, alnımızın akı olan Türk okullarını kötüleme furyası başlatılır, devletin büyüğü büyükelçilerine talimat gönderir ve karalama kampanyası yapardı. Bir darbe olsaydı, Türk okullarını kötüleyen ‘devletlü’ olurdu! Eğer bir darbe olsaydı, abuk sabuk kız erkek evler tartışması yapılır, özel hayata karışılır, yasakları izah için dini terminoloji kullanılır, İslamcılık yozlaştırılır, dünyevileşen müslümanlar dindar sanılırdı. Bir darbe olsaydı, dershaneler kapatılır veya dönüştürülürdü! Eğer bir darbe olsaydı, yolsuzluk, rüşvet, komisyon, hortum, hırsızlıkların üstü örtülür, devleti yönetenler bizzat yanlışları örtbast eder, yargıya müdahale ederlerdi. Bir darbe olsaydı, dürüst savcı ve polisler diyar diyar sürülür, hakimlerin gözü korkutulurdu! Eğer bir darbe olsaydı, MİT tüm cemaatleri eskiden fişlediği gibi fişlemekle kalmaz, despotlaşır, fişlemelerde “vatan haini”, “devlet düşmanı” ve “casus” gibi notlar düşülürdü. Bir darbe olsaydı, hakkı söyleyen ve darbecileri takip eden TEM polisleri intihar süsüyle Özel Harp tarafından infaz edilir, topluma korku, endişe, belirsizlik pompalanırdı! Eğer bir darbe olsaydı, ülke bir Muherabat, istihbarat ve istibdat devletine döner, birbirinin ayağını kaydırmak isteyen dönekler, namussuzlar türer, fırsattan istifade müfteri olurlardı. Bir darbe olsaydı, kardeş kardeşi ispiyonlar, baba oğulu satar, müslüman müslümanı hançerlerdi, herkes birbirine küfreder, toplum tam ortadan ikiye bölünür, çatlardı! Eğer bir darbe olsaydı, ülkede muhalefet partisi kalmaz, tek adam zihniyeti hortlar, “dediğim dedik çaldığım düdük” diyen bir “diktatör”, tüm nimetleri kendinden menkul görürdü. Bir darbe olsaydı, bu tek adam kendisini halka zorla cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışır, seçime hile karıştırmak için devlet gücünü kullanır, muhalifleri sindirirdi! Eğer bir darbe olsaydı, devlete göbekten bağlı kılınmış, midesine endeksli, makam düşkünü aydınlar, akademisyenler susar, gazeteci ve yazarlar devlet kulu olur, makam korkusu, işten atılma endişesi had safhada olurdu. Bir darbe olsaydı, insanlar zulmü iliklerine kadar hisseder, sıranın kendisine ne zaman geleceğini kurbanlık koyun gibi beklerdi! Eğer bir darbe olsaydı, fetva verecek bir hoca mutlaka bulunur, yapılan tüm yanlış işlerin devletin bekası için gerekli olduğuna vicdanlar inandırılır, gerekirse vatan evlatlarının infazına ses çıkarılmazdı. Hatta onca devlet ihalesi üzerinden komisyonun ve rüşvetin devlet yararına alındığına halk inandırılır, zina ve yolsuzluk alenileşirdi! Bir darbe olsaydı, takiye yapanlar, münafıklar çoğalır, doğruları söylemek elde tutulan ateş, bir kor olurdu! Eğer darbe olsaydı, sivil toplum öldürülür, sivil toplum örgütleri devletten maliyeleşmemişse ve devlet tarafından kontrol edilmiyorsa sakıncalı görülür, emir eri olmazlarsa yok edilirlerdi. Bir darbe olsaydı, ülkenin en büyük cemaatının gözyaşına bakılmaz, gulyabanileştirilir, öcüleştirilir, karalanır, örgüt davası hazırlanırdı! Eğer bir darbe olsaydı, hapishanedeki bölücüsü, darbecisi, mafyası dışarı çıkarılarak toplumsal bir barış olacağına halk inandırılır ama cemaatler tehlikeli görülür hapsedilmeleri için fitneler, yalanlar, kasetler çıkarılırdı! Mutlaka MİT’in kara koyunlarının ürettiği sahte haberler merkezi olurdu ve utanmadan yargısız infaz yaparlardı! Bir darbe olsaydı, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sataşmak, küfür ve hakaret etmek caiz olurdu! Eğer bir darbe olsaydı, Genelkurmay Başkanlığı Başsavcılığı, 5 yılda 400 celsesi yapılan asrın en büyük derin devlet davası Ergenekon’dan mahkumiyet yiyenleri, Balyoz davasında kararı Yargıtay’da onananları kurtarmak için ‘kumpas’ diye suç duyurusunda bulunurdu. Bir darbe olsaydı, milyonlarca 18 sayfa delile rağmen yargının kararları hiçe sayılır, 28 Şubat davasında sanık kalmaz, 12 Eylül davasının içi doldurulmaz, İzmir’de devam eden askeri casusluk davasında yargılananlar Yargıtay aşaması bypass edilerek serbest bırakılırdı! Eğer bir darbenin halen olmadığını sanıyorsanız ve askeri darbe ne zaman olacak diye saf saf bekliyorsanız, ben size daha ne diyeyim! “Göktürk” adlı yeni derin devlet, fesat oligarşik komite, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle sivil bir darbe yaptırdı. Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde davrandığı gibi davrandı ve darbenin yönetimine geçti, iktidarını, yani zevahiri kurtarıyor. “Uluslararası komplo” filan yok dostlar, darbeyi yapan “paralel devlet” ama adı “Göktürk”. KCK denen paralel diğer devlet “Kürdistan” ile ortak hareket ediyor. “PYD” denilen “cemaat paralel devleti” tam bir yalancı hayalet! Sorun kendinize ve cevabını net olarak düşünün. Eğer bir darbe olsaydı, bugün yaşananlardan daha fazla ne olabilirdi? Cevabını ben vereyim, bunlar yaşanırdı. Tek farkı olurdu, binlerce insan hapishanelere alınır ve işkenceden geçirilir veya işlerinden edilirdi. Sakın bana, “olmaz bunlar” demeyin. Eğer bu darbe daha da sertleştirilmek isteniyorsa, “Göktürk Komitesi”, bundan sonra ne yapacaktır? Bir darbe olsaydı, “Türk ordusunda Fethullah Gülen yapılanması” isimli çakma hazırlanmış kurgu bir yazı dizisi Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü ve Abdurrahman Şimşek adlı iki gazeteci ismi kullanılarak yayınlanır ve kamuoyunda Gülen ve cemaat nefreti patlamaya hazır volkan hale getirilirdi! Ve casusluk ve vatana ihanet ettikleri gerekçesiyle örgüt davası açılır, MİT tarafından 3 yıldır izlenen 4800 kişiye anında operasyon yapılırdı. 40 gazeteci hapsi boylardı. Savcı ve polisleri devreden çıkartan soruşturmada MİT mensuplarına özel görevler verilirdi! Kimse sormazdı, 1999 ile 2008 arasında Gülen tam 9 yıl, örgüt davasından yargılanıp beraat etmedi mi? Hatta Yargıtay Genel Kurulu’na kadar giden davada tam aklanmadı mı? Bu nasıl kin ve nefret ki, Hak dostlarını hedef alan fesat komitesi elbise değiştirip aynı yerden milleti tekrar sokabiliyor ve saçmasapan iftiralarla göz boyayıp halka yutturabiliyor? Bir darbe olsaydı, inanın bana bu bile olurdu! Linç edilen hak dostlarının ve son davanın koruyucusunun Allah olduğu unutulurdu! Gayretullaha dokunan zulüm, Allah’ın kılıçları Hz. Ömerleri, Hz. Halid Bin Velidleri, Hz. Alileri ve Hz. Ebu Dücaneleri yardıma gönderirdi! Fesat Oligarşi’nin Suikastı! “Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet” adı verilen “17 Aralık Operasyon”u sonrası siyasi intiharı seçen AK Parti’yi seveni, sevmeyeni hayretle izliyor. “Bu bir dış güçlerin komplosu”dur teorisine inanan gittikce azalıyor. Hastalığa teşhis koyamayan doktor, psikiyatri uzmanı veya psikolog, asla hastayı tedavi edemez. Toplum doktorları, sosyoloğlardır. Sosyolog gazeteci, Sosyal Hizmetler ve Uluslararası Hukuk masterları olan yazar olarak teşhisi koydum: Bu bir fesat derin oligarşi suikastıdır. Üst düzey yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin oligarşik fesat yapılanmasından toplam yüzbin kişi nemalanıyor. Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf değiştirir! AKP, 19 oligarşiye teslim oldu; cemaatı “paralel devlet” diye tasfiye ettiren şebeke ile dindar askerimizi ordudan attıran, “bize değil hiyerarşiyi bozup Gülen’e itaat ediyorlar” diye yalan uydurarak kapı önüne koyan aynı ekiptir. Oyunun fitne cümlesi aynı, maşayı tutan el değişti: AKP. Türkiye’nin ayağına çelme takan oligarşik düzen, halkın bağrından koşup gelen AK Parti ve Fethullah Gülen grubunu asla sevmedi. Anadolu evladına “devlete sızıyor” yakıştırması yapanlar, “28 Şubat Post-Modern” darbesinde kim idi ise, bugün yaşanan “Yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat Postu Kurtarma” darbesinde de aynı fesat merkezi. Bir cemaatı sevmek, hatta mensubu olmak hangi demokratik ülkede suçtur veya devlet memuru olmaya engeldir? Vatan evladı sızmaz, liyakatıyla devlet bürokrasisine girer, hizmet eder. Kumpas, Ankara’nın kasvetli elit oligarşisinin en başarılı olduğu alan. “Bizans Entrikası”da denebilir. Cemaatın “paralel devlet” ilan edilip “örgüt suçu” kapsamına sokulması eski tezgah. AK Parti’ye daha dün “İslami Terör Örgütü” damgası vuran aynı şebeke değil mi? Tezgahın nasıl işlediğini, fesat oligarşinin kendi halkına nasıl suikast düzenlediğini ve AK Parti’nin nasıl tufeye getirildiğini yazmalıyım. “Yeni Fesat Komitesi”, oligarşik yapının maşasıdır. Emniyeti hallaç pamuğu gibi dağıtan, yargıya doğrudan müdahale eden, bürokraside cadı avına girişen hükümet, son olarak HSYK’yı kökten değiştirecek bir yasa teklifi hazırladı. Hakim ve savcıları, Adalet bakanı üzerinden dolaylı olarak başbakana bağlıyacak yeni sistem, 12 Eylül modelini hortlatıyor. Mesela bugünkü yolsuzluk soruşturmalarını yürüten savcılar bakan tarafından görevden alınabilecek. Yasa teklifi neresinden tutsanız sorunlu. 28 Şubat sürecinde yaşadıklarımız aynen yaşanıyor. “12 Eylül diktatörlüğü” geri dönüyor. Bu ülke “150’lik”ler, “1402’lik”ler, “YAŞ’lık”lar utanç listeleri gördü, hepsi daha sonra çok ayıplandılar ve iptal edildiler. Pek çok bedeller ödeyerek bu ülke demokrasi yokuşunu tırmandı ve AKP’ye destek vererek 12 Eylül 2010 referandumunda oligarşik fesatçıları sandığa gömdü. Ancak, oligarşik çete teslim olmak istemiyor, fitne fesat tohumlarını yeşertip, AK Parti içinden kotardıkları zorlama grupla koalisyon kurdular. Keşke her şey sadece para ve devlet makamları olsaydı, ama maalesef “devlet besleme yeşil yandaş medya”, geçmişte düşman olduğu karanlık şebekelerle ortak çalışarak memlekete çok zarar veriyor. Bol maaşlı İslamcı yazar ve gazeteciler, hiç utanmadan yolsuzlukların üzerine gidilsin ama yolsuzlukları kovuşturan polis ve savcılar kovulsun, mahkemeleri biz yönetelim demek istiyorlar. Neredeyse “istiklal savaşı” veriyoruz, bin kişinin haksız yere yargısız infazla idam edildiği İstiklal Mahkemeleri kurulsun” diyecekler. “Çakma İslamcı yazarlar”, cemaat yok olunca yeni bir asrı saadet devrinin başbakan tarafından getirileceğini bile yakında yazabilirler. Aklı başında sandığımız koskoca “İslamcı yazarlar”, hem her şeyimiz olan Başbakana bir söylesek o her şeyi halleder, kim yolsuzluk yapıyorsa ona çok kızar bile diyorlar. Ortada duran büyük yolsuzluk kokuşmuşluk ve çürümeyi İsrail (!) yüzünden görmeyen “İslamcı yazarlar”, yanlışları bir sosyolog titizliği ile mükemmel bir duruşla yazan Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’yi linci sevap sanıyorlar! İsrail ve ABD ile ilişki içinde olan cemaatin tüm mensublarını devletin, yani Başbakanın bekası için yok etmek vaciptir fetvası nasıl olsa ceptedir. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu ile, Mart 2003’de ise Balyoz planı ile Çetin Doğan Kemalizmin ayakta kalması için her şeyi yaptı, suçlu bulundu hapsedildi. Bazı ünlü “İslamcılarımız”, Başbakanın iktidarda kalması için tozuttu ve “Yeşil bir 28 Şubat” sürecini caiz, vacip hatta galiba farz görüyorlar. Meşrepleri meçhul, neye önem verdikleri ise malum. Aile efratları devlet makamlarında güzel yerlere gelen “İslamcılar” 10 ile 15 bin TL civarı maaşları cebe indirmekle İslama en büyük hizmeti yaptıklarına inanabilirler. Arpalık devlet postları, bankamatik danışmanlıklar, haybeden gelen ulufeler, kaynağı sorulmayan oşürler, humus kazançları hep helal oldu. Haram mefhumu müphemleşti, sanki müslüman için değil sadece münafıklar ve kafirler için Allah sınırları Kur’an’da ve Peygamberimiz yaşantısı ile hadisinde belirledi. Gulul, kamu hakkı Allah hakkı, yetim hakkıdır 20 dediniz mi hemen “paralel devlet örgütü” içinde sayılıyorsunuz. Ülkede yanlış giden şeyler olduğunu iddia ederseniz “yeşil kartel medyası” tarafından hemen Amerika yada “İsrail ajanı” ilan ediliyorsunuz. Konjoktüre göre, kimi zaman “Gönüllüler Hareketi kötü”, kimi zaman “AK Parti kötü” taktiğiyle iki grubu birbirine düşürmeyi başardılar. AKP ve Gönüllüler Hareketi’nden intikam almaya çalışan Ergenekoncuları salarsa, derincilerin dümenine girmiş AK Parti’yi iyi günler beklemiyor. Ulusalcılar, ülkücüler, PKK ve KCK siyasetçilerinden sonra “siyasi islamcı hareketi” de kendi yanına çeken derinciler cemaata “örgüt” diyerek kaos çıkartıyorlar. 28 Şubat’da, “irtica bahane vurgun şahane” manşeti atmıştım bir defa, yerini cemaat kelimesi aldı. “Cemaat bahane yolsuzluk şahane” manşeti gazetelerde atılmalıydı. “Eski Türkiye”de Atatürk adını kullanarak bankaları hortumlayanlar, artık her olumsuz şeyde “cemaat yaptı propagandası” ile devlet içinde büyük bir soygun peşinde. Cemaat kelimesi sihirli bir öcü haline geldi, zina yapsalar cemaat yaptırdı diyecekler ve günahlarını yıkadıklarını sanacaklar. Bu oyunu erken fark eden cemaat, adını camia yapmak istedi, cemaat kelimesi oyunu bozuldu. İrtica tehdidi ülkede unutuldu, hatta MGK’da bile tehdit olmaktan güya çıkardı. Ancak yılmak bilmeyen “oligarşik derinciler”, artık irtica yerine “cemaat tehlikesi paralel devlet” diye bir fitne uydurdu. Halkı inandırmak için MİT bünyesinde Basın’dan sorumlu Nuh Yılmaz başkanlığında “Yeşil 28 Şubat’ın Medya Fesat Çetesi” kuruldu. Daha 2007’de “Abdullah Gül’ün eşi başını açmadan Çankaya’ya çıkamaz, 2013’de Emine Erdoğan başını açmazsa kocasının Çankaya’ya yolu tıkanır” diyen yazarlar, bugün başbakana “cemaatı yık gazı” veriyor ve “AKP hayranı” olarak el üstünde tutuluyor. Gazeteci yazar Nazlı Ilıcak yolsuzluk operasyonu sonrası AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilime dönüşen “paralel devlet” tartışmalarına ilişkin, “Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir operasyon yapıldı. Ama bunu yapan cemaat değil, MİT’in içinde karanlık bir odak! Ergenekon’la da, başka odaklarla da işbirliği yapmış olabilir. Dış mihrakları da bu paketin içine koyabiliriz” dedi. Ilıcak Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide, “şimdi bakın, 28 Şubat operasyonunun tüm enformasyon bölümünü MİT yürüttü. Ve o MİT hep aynı kaldı. Hiç temizlenmedi. MİT’in içinde böyle odaklar kalmış olabilir” ifadelerini kullandı. MİT-Medya ilişkilerinin hangi boyutlara ulaştığı, “MİT’in medyadaki yazar-gazetecileri nasıl denetlediği” hatta “çakma haberlerle yönettiği” artık deşifre olmalı. Ajanlık yapan gazeteci gazeteci değildir, dejenere devlet gazeteciliğine artık bir son verin, Sovyet ülkesinde yaşamıyoruz, sivil olun, derin oligarşi emrinde asker bir köle olmayın. Medya Analiz diye bir blogda çete ortaya çıkartıldı. Postmedya haber sitesi alıntı yaptı, okuyalım: “MİT’in yönlendirdiği medya ekibi doz açısından derecelendirilmiş düzeyde. Abdurrahman Şimşek, Ferhat Ünlü, Cem Küçük, Tutkun Akbaş, Ömer Adıyaman, Medyagündem, Sontv gibi isimler ve siteler, “çete” şeklinde hareket ediyor. Hiçbir kural tanımadan kara propaganda, yalan, iftira, suç isnadı, delil uydurma, karakter suikastı, masa başı habercilik, yasa dışı takip, izleme, dinleme dahil tüm imkanları kullanıyorlar. Bu ekibin direct olarak yazı yazdırdığı isimler ise Rasim Ozan Kütahyalı, Sevilay Yükselir, Abdülkadir Selvi, Cem Küçük, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Hasan Karakaya, Erdal Şimşek ve Turgay Gülergibi isimler. İkinci kategoride yer alanlar ise bir derece altta duruyorlar. Hüseyin Yayman, Hilal Kaplan, Celal Kazdağlı, Alper Tan, Mahmut Övür, Abdurrahman Dilipak, Nasuhi Güngör, Nagehan Alçı gibi isimler bir doz aşağıdan yayın yapıyorlar. Yıpratma, saldırı, kanaat yönlendirme faaliyetlerini mümkün olduğunca kriminal dozun bir alt seviyesinde sürdürüyorlar. Ancak tezleri ilk gruptaki “çetenin” tezlerini yüzde yüz oranında destekliyor. Üçüncü kategoride ise medya yöneticileri var. Serhat Albayrak, Mustafa Karaalioğlu gibi medya yöneticileriyle Nuh Yılmaz bizzat görüşüyor. Hükümet politikalarına destek veren bu gazeteler özellikle “cemaat konusunda” yapılacak yayınlar, izlenmesi gereken politikalar hakkında enforme ediliyor. Aynı zamanda da Çete’ye bağlı isimlerin önünün açılmasını sağlıyorlar. 21 Çetenin koç başlığını Abdurrahman Şimşek ve Ferhat Ünlü yürütüyor. Beli silahlı bu iki kişi MİT üzerinden istedikleri kişinin iletişim bilgileri, adresi, görselleri, takip ettirilmesi, izlemeye alınması gibi imkanlara sahip. Hayli geniş özel bir bütçeyle donatılmış olan bu iki kişi, aynı zamanda “özel istihbarat” adı altında bir ekibi de yönetiyor. Hedef belirlendikten sonra bu ekiple ilk yıpratma faslı başlıyor. Şimşek istihbaratçılığa kendisini o kadar kaptırmış ki, Sabah’ta başında olduğu Özel İstihbarat Servisi’ne, MİT’teki Kontrterör Dairesi’nin yerini alan Özel İstihbarat Dairesi’nin adını vermiş. Ünlü ve Şimşek, asıl bombayı daha patlatmadı. Askeriyede cemaat operasyonu yaptırmak isteyen çetenin patronları ellerine çakma bir yazı dizisi tutuşturdu. Kamuoyunun yeterince cemaat düşmanı haline geldiğine inandıkları anda Sabah gazetesinde vahim yazı dizisi başlatılacak, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, aynen 30 Ağustos 2000’de eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi vay be devletin altını oyuyorlarmış diye savcılara suç ihbarında bulunacak ve yeni bir Gülen davası, casusluk ve vatana ihanetten açılacaktır. Gülen haksız değil, değişen bir şey yok, dün aynı zulmü yapanlar, bugün sadece maşa değiştirdi. Sabah’ın özel istihbarat müdürü Abdurrahman Şimşek’e bağlı çalışan bu paralel grupta, VakitSabah-Milat ve şimdi Akşam’da görev yapan Erdal Şimşek, Yeni Şafak’tan Cem Küçük, Medyagündem’den Tutkun Akbaş, Son TV’den Ömer Adıyaman, Haber TV’den Sinan Tavukçu (Enisteşi İ.H.M, MİT’te üst yönetici) gibi isimler bulunuyor. Çete’nin arka bahçesinde ise geniş bir internet yelpazesi bulunuyor. Haber10, Medyagundem, ve Sontv gibi internet siteleri bariz MİT savunmalarıyla dikkat çekiyorlar. MİT’e yönelik eleştiriler kurum tarafından cevaplanmadan bu siteler üzerinden cevaplandırılıyor. Tutkun Akbaş’ın uzun sure yönettiğini inkar ettiği ancak sonunda kabul ettiği finansmanınSerhat Albayrak tarafından sağlandığı bilinen Medyagundem, tüm ekibin istikametini belirlemede ana karargah olarak kullanılıyor. MİT’e bağlı ikinci ve üçüncü kategorideki medya yapılanmasının tamamı hedef alınacak kişi ya da grubu medyagundem üzerinden öğrenip harekete geçiyor. Hükümete ters düşen kişiler hedef alınmanın yanında Hükümeti yeterli derece savunmadığı düşünülen kişiler de aynı çark tarafından hedef alınıyor. Mesela bazı konularda“katılmıyorum” gibi naif bir cümle kuran Akif Beki bile eş zamanlı olarak Medyagundem ve Cem Küçük tarafından “cemaatin devşirmesi” olarak hedef tahtasına oturtuluyor. Finansman noktasında devletin imkanlarının devreye sokulduğu görülüyor. Anadolu Ajansı’nın taşeron şirketi Toprak Ajans burada devreye giriyor ve para muslukları sonuna kadar dolaylı yoldan bu sitelere açılıyor. Dışarıda “devlet memuru” titrini kullanarak MİT’teki Aydınlıkçıların tuzağına düşerek Türkiye’yi rezil etme yöntemini izlerken, içeride ise Şimşek Çetesi ve bağlı gruplarını kullanıyorlar. 90’yıllarda 28 Şubatçılara payandalık yapan Aydınlıkçı MİT’çiler, şimdi AKP’yi içerde ve dışarda yalnızlaştırmak için çift yönlü bir bitirme operasyonu yürütüyor. MİT’in gazeteci ajanlarının organizasyon yapısı ve bazı faaliyetleri böyle. Aydınlıkçılar, AKP’nin atadığı MİT’çileri parmağında oynatıyor. Onlar da devleti ele geçirdiklerini sanıp istihbaratçılık oynuyor.” Derin oligarşinin patron tanımını, “Ergenekon buzdağının tam resmi!” başlıklı yazımda 1 Haziran 2011 tarihli Canadatürk adlı Toronto’da aylık çıkan gazetemizde yazımda daha önce şöyle yapmıştım: 1960′da kurulan Milli Birlik Komitesi’nin tamamı eski generallerden oluşan 12 asker üyesi günümüze kadar güncellenerek gelmiştir. 18 İstanbul baronu Sebataycı ve Rum ailesine Türkiye peşkeş çekilmiştir. CFR’nın resmi Türkiye kolu olan Global İlişkiler Komitesi’nin iş dünyasındaki 12 ismi ve başındaki Rahmi Koç, askerlerle birlikte askeri vesayeti tepemize Demokles’in Kılıcı olarak koydurmuştur, asıl derin devlettir beyler! Ergenekon adını 1953′de kod isim olarak NATO eğitimi aldığı ABD’de ilk kullanan Alparslan Türkeş idi. Albay Ergenekon kod adını 1953 ile 1961 arasında kullanan Türkeş, Türk ordusunu tasfiye ederek yeni sistem kuran Amerikalılar ile ters düşünce Hindistan’a 1961′de askeri ataşe olarak gönderilir. Zira Amerikalıların zoruyla Türk ordusundan 7200 22 subay, toplamda 243 general zorla emekli edilir, tamamen ABD’ye göbekten bağlı olacak sistem aslında sömürgecilik, militer demokrasi veya Amerikan militarizmi tarzı mandacılıktır. 1961′de Albay Ergenekon kod ismi Turgut Sunalp’a geçer. 1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesini Amerikalı ve İngiliz dostlarının emriyle yerine getiren Sunalp’ın Doğu Perinçek’i İngiliz istihbaratına eti senin kemiği benim diyerek teslim etmesinden yarım asır geçti. Bu dönek şahsiyetsizi cezalandırmak yüreğimizi soğutur mu bilemiyorum. Kanlı 1 Mayıs olaylarından Gazi olaylarına, Madımak’tan Gezi olaylarına kadar Perinçekgilleri her türlü fitne kazanının altında görüyoruz. Eksik olan onları yöneten, yönlendiren özel harp elemanlarıydı. Sunalp, 1989′da vefat ettiğinde Garanti Bankası’nın başdanışmanıydı. Görevini 1986′da Veli Küçük’e devrettiği devrede PKK zaten MİT ve CIA işbirliğiyle ele geçirilmişti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve damadının emriyle İstanbul Emniyet Müdür yardımcısı Ümit Bavbek operasyonu ile Abdullah Öcalan, rakipleri temizlenerek plazlandırılacak örgüte lider yaptırılmıştı. Küçük’ün ekibine kurdurulan JİTEM’in zulümleriyle Kürtler zorla dağa postalandı, terörist yapıldı Kürt gençleri. 1986 ile 2001 arasında PKK’nın macerası, 17 bin faili meçhul cinayet, Sapanca, Kocaeli ve Gebze üçgenini ceset tarlasına çeviren Küçük’ün Ermenice uzmanı aşırı Türk milliyetçisi bir Ermeni olduğunu unutmayalım. Veli Küçük’ün görev süresi 2001’de sona erdi. Haziran 2009’da aslında dördüncü ‘Albay Ergenekon’un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010’da Gölcük Donanma’da ele geçirilen ‘Proje’ adlı belge Çiçek’in 2003’den beri illegal işler içinde olduğunu ve ‘millete komplo planı’nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey bürokrat gizli tanık Efe’de zaten Çiçek’in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in suçunu netleştirdi. İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir Sağdıç ‘bir numara’ gözüküyordu! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf generallerden İbrahim Fırtına, Özden Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın, Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış, Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç’ın Milli Birlik Komitesi’nde olup olmadıkları araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya yargı önüne çıkartıldığı halde halen neden 12 Eylül davasının içi boşaltıldı veya doldurulmadı ayrı bir mevzu. Küçük’ten Çiçek’ten ‘Albay Ergenekon’ misyonunu ‘Paşa’ olarak devralanana kadar Engin Alan neler yapmıştı, nereden koşuyor? Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen ‘Paşa Ergenekon’ kodlu Engin Alan’ın durumu en şaibeli olanıdır. Alan ile 1993′de Bakü’de tanıştığımda askeri ataşe olarak yeni tayin edilmişti. Henüz tek general yıldızını bile almamıştı. Kısa boylu, sempatik bir komando izlenimi uyandırmıştı bende. Ebulfeyz Elçibey’in etrafına üç Türk asıllı bakan, başdanışman, özel korumalar ve Karabağ’da savaşması için özel harp birliği getirtmesini önceleri alkışlamış, onunla gurur bile duymuştum. Metin yüzbaşının Şamahı’daki Azeri komando yetiştirme kampını, talabelerime kamp yeri ararken dağda basmış ve Ermenilerin canına okuyan bu özel gücün ardında olan komutanlarımıza gereken saygıyı göstermiş, her yerde anlatmış ancak gizlilik nedeniyle bugüne kadar da hiç bir yerde bu konuyu yazmamıştım. Ne olduysa Elçibey’in Rus askerini Gence’den 28 Mayıs 1993′de zorla postalaması ile başladı. Bu kararı Alan’ın aldırdığına emindim, sonuç olarak Elçibey’in Ruslar tarafından bir hafta içinde indirileceğine de emindim. Kendine çok güvenen Alan’ın ekibi, Elçibey’in Aliyev’i İngiliz ve Amerikan büyükelçilerinin zoruyla getirmesinden sonra morardı. Amerikalılarla dirsek teması bozuldu, dipçik yedik… Engin Alan’ın Amerikan karşıtı olduğunu sanmayın, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi… CIA organizesi MİT’e ihale, başarısızlığa mahkum 1994 ve 1995 Aliyev darbeleri ve suikastlarından sonra kös kös Bakü’den kovuldu. Ülkemizin imajını yerin dibine batırdı. Ekibine Özel Harbin uyuyan “çakma ülkücü” hücrelerini alan ve uyandıran Alan, ülkeye dönüşte görev aldığı 1995 Gazi olaylarını organize etmekten henüz yargılanmadı. 1999′de Öcalan’ı Kenya’dan getiren uçakta olmadığı halde, kahraman olmayı sevdiğinden “ben getirdim” dedi. MOSSAD ve CIA’nın Öcalan’ı bize asmamız için değil, besleyip siyasi Kürt hareketinin başına koymamız ve “Büyük Kürdistan”a devlet başkanı yapmamız için verdiğini Alan’dan daha iyi bilecek ikinci bir isim yoktur. 23 Önümüzdeki dönemde MHP başına kondurulacak MHP Başdanışmanı ve milletvekili Alan, ülkemiz Türk milliyetçileri ile aşırı Kürt milliyetçilerini 12 Eylül öncesinde olduğu gibi meydan kavgalarına, savaşlarına sürükleyecektir. Türk ile Kürt kardeşliğini baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları sokmaya çalışan bu fitnenin asıl gayesi, hükümete ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Ergenekon ve Balyozcuları, PKK ve KCK’lıları genel afla serbest bıraktırmaktır. 12 Eylül ve 28 Şubat davalarının üstünü kapatmaktır. Askeri vesayetin son kalesi anayasadır, 2016’da değiştiğinde, derin oligarşinin sonu gelecektir. AKP’den bu dönem için umudumu kestim, başbakan 2015 genel seçimini 2014 yazına cumhurbaşkanlığı seçimiyle aynı tarihe almak zorundadır. “Yeni Perinçekgiller”i paralel devlet adlı fitne kazanının altında görüyoruz. Başbakan bunu göremiyorsa, kumpası kuranı yok edemiyor ve milletine suikast düzenleyenleri onaylıyorsa, artık benim başbakanım olamaz, olmayacaktır. Hikmeti hükümet teraneleri cahillere göredir, teknolojinin sınır tanımadığı bu bilgi asrında asla özür veya bahane değildir. Aydın namusu, vicdanı dik ve sağlam durmayı gerektirir, mert olalım lütfen! Yorumlar http://www.venharhaber.com/haberler/turkiye-siyaseti/tuncay-guneyden-carpici-aciklamalarh5128.html Eski Milletvekili ve Yazar Tevfik Diker’in sorularını mail yoluyla yanıtlayan Kanada’da yaşayan Tuncay Güney, Fethullah Gülen Cemaati’nin arkasında ABD’li bir grubun olduğunu iddia etti. Cemaat’in Başbakan Erdoğan ve ekibini sorun olarak gördüğünü ifade eden Güney, Erdoğan’sız AK Parti planının beş yıl önce yapıldığını söyledi. Diker’in, “Cemaati veya Hizmet Hareketi’ni en iyi bilenlerdensiniz. Cemaatin içinde bir derin cemaat var mı? Derin Cemaati kimler temsil ediyor? Gülen Hocaefendi, derin cemaate söz geçiremiyor mu? Derin cemaatin imkân ve kabiliyeti nedir? Derin cemaatin elinde ne gibi bilgi ve belgeler olabilir? Derin cemaat AK Parti savaşında sonuç ne olur? Ergenekon Davası’nda ne gibi gelişmeler bekliyorsun?” sorularını yönettiği Tuncay Güney’in yanıtı aynen şu şekilde: “Saygıdeğer Tevfik Bey, Bu sorularınıza birden hemen cevap vermek için konuyu 10 sayfa anlatmak lazım. Ak Parti kendini yeniliyor. Geç kalmış bir yenileme. Cemaatin arasında ABD’li bir grup var. Fakat ABD devlet olarak var demek yanlış olur. Washington bütün kurumları ile yok. İsrail cemaatin arkasında değil. İsrail dünyada İslami cemaat ve terör örgütlerine destek vermeyen tek ülkedir. İslamcı gruplar hakkındaki araştırmalarını bilgi bankasında toplar. Amerika’daki bir Yahudi grubunun cemaat ile hareket etmesi de Telaviv yönetimini bağlamaz. Her örgüt kendi grubunu geliştirmek için istihbarat örgütlerini kullanır, istihbaratlar ve yatırım şirketleri de bu oluşumun içindedir. Cemaat Hükümeti veya Ak Partiyi yıkma derdinde değil, Tek sorun olarak Tayyip Erdoğan ve ona bağlı ekibini görüyorlar. Tayyip Erdoğansız bir hükümet isteniyor. Fakat Tayyip Erdoğan dünya konjonktüründe işlerin nasıl döndüğünü biliyor. Tayyip Bey suçlu kavramına sokulmak isteniyor. Bu yaptıkları ilk yanlıştı. Tayyip Erdoğansız Ak Parti planı 5 yıl önce organize edildi. Basından tanıdığım arkadaşlar ile telefonda çok uzunca konuştum. Fakat kimse inanmadı bana. Bugün sen haklıymışsın diyorlar. 5 yıl önceki planı konuşmak lazım. Aslında o kadar çok şey var ki konuşulacak, Fakat Türkiye’de karşınıza şantaj-tehdit-sistemi devreye giriyor. Amerika takipteyiz diyor. Amerika sadece bir seyirci. Obama yönetiminin Türkiye’nin iç siyasal sorunu ile hiç bir ilgisi yok. Çünkü daha hükümetin düşmesi ve istifa etmesi gibi durum yok. Hükümet düşerken Beyaz Saraya bilgi gelir. Washington yönetimi ise günlük raporlara bakıyorlar. Asya ve Ortadoğu araştırma ve geliştirme masası bu olaylara bakıyor. CIA’nin direkt olarak bu operasyonlar ile bir ilişiği yoktur. Amerika’da özel istihbarat şirketi, özel paralı asker şirketi, özel teknik takip şirketleri ve bunların elemanları bulunmaktadır. Bu şirketler bir grubu yönlendirir ve en son Amerikan istihbarat 24 şirketi devreye girer. Bu uzun bir hikâyedir. 4 bakan operasyonunun ucu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a uzatılmak istendi. Zayıflatılmış bir başbakan. Son süreç; hükümet baskılara dayanamayıp erken secime gitmesi sağlanacak. Erken genel seçim son kozları olacak. Eğer Tayyipsiz Ak Parti planı tutmuyorsa, Hükümeti düşürün projesi devreye girdi. Bu herkes için son koz olacak. ‘MECLİS FETHULLAH HOCA’YI KORUMA KANUNU ÇIKARSIN’ Kuklaya oynatanlar olayı sıcak tutun ve erken secime gidilmesi için kamuoyunda siyasi platform oluşturun diyor. 5 yıldan bu yana AK Partiye karsı bir parti çalışması yapanlar, anketler sonucu barajı geçemeyeceklerinden dolayı parti çalışmasından vazgeçtiler. ABD ve batı kazananın yanında duracak, sadece gözlemliyorlar. Türkiye’de Hoca Fethullah hakkında konuşamıyorsunuz. Eleştiren gazeteci veya kitap yazarları soruşturmaya uğruyor. O zaman meclis, Atatürk’ü Koruma Kanunu gibi, Fethullah Hoca’yı koruma kanunu çıkarsın. Tevfik Bey asıl sorun bağımsız olmayışımız, Cemal Gürsel ve Madanoğlu dönemine kadar İngiliz sömürgesi idik. Menderesin idamından sonra o dönem İngilizler sömürgelerinin bir kısmını Türkiye gibi 3. dünya ülkelerini Amerika’ya kiraya verdiler. Olaylar buradan gelişiyor. Ekonomik alanda bağımsız değilseniz, siyasi alanda da bağımsız olamazsınız. Tevfik Bey size mail yazarken burada üniversiteden bir hoca ile konuştum. Ne yazdığımı sordu. Bende cemaat ve hükümet kavgasını anlatmaya çalıştım. Üniversite hocası hükümeti anladım. Ama diğerini anlamadım dedi. Ve bana sordu; Türkiye’ de seçimle gelen bir başbakanınız var değil mi dedi. Evet dedim. Peki diğeri ne mafya mı dedi? Siz bu soruya cevap verebilir misiniz? Ben veremedim. Saygı ve Dostça Tuncay Güney” “Algılar Savaşı” dine kaydı!- Faruk Arslan Ülkemizin gittikce kutuplaşması, “beyaz” ve “siyah” kuvvetlere bölünmesi ve arada hiç bir renk bırakılmaması, darbe şartlarının olgunlaştırıldığı 1980 öncesine benziyor. Algılar savaşı yürüten AKP medyası ve cemaat medyası kamuoyunu ikna ededursun, “Eski Türkiye”nin sahipleri laik Kemalistler tiyatrodan memnun! Ergenekon ile ilgili beş kitap yazan, hakkında açılan sayısız dava nedeniyle milletvekili yapılan gazeteci ve yazar Şamil Tayyar, nihayet derin uykudan uyandı. Tayyar, birilerinin hem AKP hemde cemaatı birbirine düşürdüğünü ve her iki tarafıda tasfiye etmek istediğini vurguladı. Beni endişelendiren husus, algılar savaşının dine kayması ve ilahiyat dilinin kullanılması ile şeytanlaştırmadan kafirleştirmeye geçilmesi… Tayyarcığımı endişelendiren tablo ise, AKP’nin uçuruma, siyasi intihara doğru koştuğunu görmesinden kaynaklanıyor. AKP ve cemaatı ateşe atıp fitne kazanı kaynatanlar, Tayyar’danda intikam alma niyetinde. 28 Şubat sürecinde kullanılan bazı isimleri bugün kiralayanlar, medyada “yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat” fitne çetesi kurdu. Kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülüyor. Tayyar ile büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu düğmesine basan Savcı Zekeriya Öz, Twitter’da ağza alınmayacak sözlerle birbirine hakaret etti. Hem AKP hemde cemaat ayağında müthiş bir algı oluşturma savaşı yaşanıyor. Daha dün sarmaş dolaş olan iki kardeş arasına sanki kan davası girdi. AKP’li partizanlarda ve fitne ordusunda seviye bel altına kadar indi. Türk toplumu, derin güçlerin yönettiği bu inanılmaz algılar mücadelesini ibretle ve şaşkınlıkla izliyor. Dershaneleri kapatma savaşını başlatarak düğmeye basan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “cemaat devlette paralel devlet kurdu” söyleminin halk nezdinde karşılığı yok. Ancak “benim gibi alnı secdeli bir lidere itaat etmiyorlar, fitne çıkartıyorlar” politikasının maalesef karşılığı var. Toplumun en küçük tabakalarına kadar inmiş, köylere kadar canan sohbetleri götürmüş, talebe hizmeti ile gönüllerde taht kurmuş bir hizmet hareketini yıpratmak kolay değil. Derin güçler sıkı plan yapmış bu kez. Halk gözünde kahramanlaştırılan, güvenirliği sağlam, mert isim Erdoğan, cemaatı bitirme derdinde! 25 Neden acaba? Ergenekon ve Balyozcuları mahkemenin kesinleşmiş mahkumiyet kararına rağmen serbest bırakma girişimine Erdoğan’ın onay vermesi halkı uyandırdı. Yargıtay’ı by-pass yapmaya çalışan, 2010 referandumunda elde edilen kazanımları tek tek yok etmeye yönelen Erdoğan, artık epey korkutuyor. Halkta şüphe dalga dalga yayılıyor: “Acaba Erdoğan, derin güçlerin bir koçbaşı olabilir mi?” Birileri, “cemaatı sat, devlet senin olsun” pazarlığı yapmış olabilir mi? Son aylarda Erdoğan’ın izlediği daha önceki tavırlarına zıt ve halkın sağduyusuna ters politikalar sırıtmaya başladı. Neden diyenlerin teorileri çeşit çeşit. Toplumda ilginç komplo savunma veya izah getirme teorileri doğdu. Erdoğan’ın kızkardeşi bile abisinden şüphelenmiş, soluğu Gaziosman Paşa’nın meşhur cinci hocasında almış bile. Abisine büyü yapıldığından, kötü cinlerin etkisiyle 180 derece döndürüldüğünden kuşkulanan kızkardeşi haklı olabilir mi? Bu konudaki en sıkı komplo teorisi Erdoğan’ın İran’lı yeni cumhurbaşkanı Ruhani ile görüşmesi sırasında kötü büyünün başlatıldığı yönünde. Görüşmeyi izleyen biri, “Ruhani Erdoğan’a dokunduğu anda Erdoğan bayıldı ve 3 dakika kendine gelemedi, tüm gazeteciler şahittir” dedi. Bir arkadaşım, “Papaz büyüsü yapılmış, bu onu yok edebilir” dedi. Diğeri, “Erdoğan Menzilci bir hocanın muskası ile korunuyor, İran büyüsü işlemez” dedi. “Başbakan, 28 Ocak’ta İran’a gidecek, yapılanan büyünün tekrarı lazım” diyen bile var. “Erdoğan’ın gözlerindeki nefrete bak, bu benim başbakanım değil” diyenlerin sayısı artıyor. Bir Sosyolog gazeteci olarak sebep sonuç ilişkilerine bakmam gerekmiyor mu? O halde bakalım. Algı savaşı öncesi, 1 Ocak 2012’den itibaren başbakan MİT’e talimat vererek cemaatın 4800 anahtar adamının yakın takibe alınmasını, izlenmesini, fişlenmesini ve devlette stratejik konumda olanların derhal temizlenmesini talep etti. Ortada henüz seçilmiş İranlı lider Ruhani yoktu, dolayısıyla “muska suska, cin min” hikayesi kurgulanmamıştı. Toplam bin kişi son iki yılda devlet içinde sessizce sürgün yedi. Bu arada Erdoğan, kamuoyu önünde cemaat ile ilişkilerini sıcak tutu, hatta iki defa Türkçe olimpiyatları konuşmalarında, “gelin hocam ülkenize, gurbet bitsin” bile dedi. Oysa MİT, cemaatı sessiz sedasız “terör örgütü” ve cemaat üyelerini ise “iç düşman” listesine almıştı. Yapılan bu densizlik ve hazırlanan cemaatle savaş planı biliniyordu. O halde kim, ne nane yiyor, ülkenin istikrarını bozmaya çalışanlar kimler? Cemaat ile AKP arasındaki güven bunalımını doğuran başbakanın tek lider olma ve mutlak itaat beklentisi, cemaatı siyasetin emrine alma çabasıyla hız kazandı. Erdoğan’ın bağımsız bir yapıya sahip cemaatı kontrolüne alabileceğine inandıran sebepler vardı. Cemaatı kuran 12 isim arasında sayılan Kemalettin Özdemir, “cemaatın başına Gülen’den sonra geçecek isim” diye Erdoğan’a aslında 2008 yılında pazarlanmıştı. Erdoğan, bu nedenle Said Nursi’nin talabesi Said Özdemir’in oğlu olan Seyyit Kemalettin’e özel ilgi göstermiş, devletin kasasını sonuna kadar açmış, “Nur cemaatlerini AKP’ye oy verdirmeden sorumlu” gizli danışmanı yapmıştı. Bu adımı ilk kuşkuyu beraberinde getirmiş, güven krizine giden “fitne yolu” açılmıştı. Kemalettin krizi, hasıraltı edilsede cemaat tabanında dalga dalga yayıldı, bugün ise bilmeyen kalmadı. Kemalettin bey, bırakın cemaate lider olmayı, bir küçük grubu dahi kopartamadı, cemaati ikiye bölemeyeceğini MİT’in ve Erdoğan’ın anlaması ise beş yılı aldı. Erdoğan, Anadolu sathında tüm cemaatlerden biat aldı, kendisine ya “Halife” veya çok yakın olanlara hatta “Mehdi” diye biat ettirdi. Mehdi biatı ettirdiğini Kemalettin Özdemir’in kardeşinden duyanlar ve kendilerininde Efendi’yi Mehdi gördüklerini söyleyen ortak dostlarımız var. Kulaklarımla duymadan inanmak istemedim. Ancak Kemalettin bey 1980’li yıllardan benim eski abim, ortak dostlarımız var. Başbakanı, “Mehdi ve Halife” yapma iddiaları sanırım Hocaefendiyi çileden çıkardı. İddia değil gerçek olduğu net olarak öğrenildi, şok yaşandı. Cemaat, AKP ile kopma noktasına gelmişti ama “köprü geçerken at değiştirilmez” atasözüne uyuluyor, arkadan saplanan hançere, tüm hezeyanlara rağmen susuluyordu. “Dershaneleri kapatın, cemaatın ana finansman ve talebe kazanma kaynağını kesin” tavsiyesini 26 başbakana yapanın Kemalettin Özdemir olduğunu cemaatte bilmeyen yoktu. Yalçın Akdoğan ve Kemalettin beyin yakın akrabaları MİT’te üst düzey görevlerde yönetici olunca cemaata operasyon, “devlet güvenliği” haline geliverdi. Başbakan Erdoğan, “dershaneleri kapatacağım” diye algı savaşına başlamasaydı, belkide Taraf Gazetesi’nde yer alan “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” başlıklı haber gün yüzüne çıkmazdı. Bu haberde şu denilmek istendi: Ergenekon, Balyoz ve 28 Şubatcıların MGK’da aldığı hukuksuz yargısız infaz kararları altında sizinde imzanız var, bir gün sizi de yargılayabilirler. Bu haber, Erdoğan’ı uyandıracağına kızdırdı, savaş baltasını çıkardı, uzun zamandır satın aldırdığı medya kalemşörlerinde savaş tamtamları çalındı, iftira ve hakaretler bir emirle başlatıldı. Türk medyası aklını yitirmiş gibiydi, devletle paralel gazeteciler, cemaatı paralel devlet gösteriyordu. Ergenekon davasıyla yıldızı parlatılan Şamil Tayyar bile twitter mesajlarında, “Doğru Cemaati bitirme kararı 2004′de alındı; sonra emniyet cemaate bağlandı, dersane ve okul sayısı patladı, AK Partiye kapatma davası açıldı. Fitneye destek verenleri görünce sorunun fitneciyle sınırlı olmadığı anlaşılıyor” diyor, cemaatı “öcü” sayıyordu. “Günah keçisi” yapılan cemaat artık tüm “kötülüklerin babası”ydı. Devletin kaymağını yiyenler, yolsuzluk, rüşvet ve gulul günahıyla boğazlarına kadar çamura batmış olan AKP’liler, cemaatı suçlayarak yırtacaklarına pek sevindiler. Maskeler düşmüş, insanların tıyneti ortaya saçılmıştı. Üstad Said Nursi’nin ifadesiyle “cismaniyet ve hayvaniyetten çıkıp kalp ve ruh insanı” olamayan “ehli dünya çete”, cemaat düşmanlığında birleşmişti. Hocaefendi’yi en fazla yaralayan hançer, Nursi’nin yaşayan bazı talabelerinin cemaatı infaz hamlesine onay vermesiydi. Bunun iki sebebi vardı. İlki Risalelerin sadeleştirilmesine sert muhalefet etmekle kalmamışlardı, cemaatı artık Nur cemaatı olarak görmüyorlardı. İkincisi, Kemalettin Özdemir, Başbakanının Ayasofya Müzesini camiye çevireceğini ve Risaleleri devlet eliyle bastırıp devlet okullarına tavsiye ettireceğini müjdelemişti. Bu iki işaret güya üstadın belirttiği hususlardı ve Erdoğan’ın Mehdi olduğunu gösteriyordu. Halbuki üstad, risaleleri kendisi yaşarken bile bir kaç kez sadeleştirmişti. Ben Mehdiyim diyenin Mehdi olamayacağını, Mehdinin bir şahsı manevi olma ihtimalini belirtmişti. Başbakan Erdoğan, algılar mücadelesinin dini alana kaydırıldığını ve gerekirse ilahiyat dilini de kullanacaklarını meşhur Dolmabahçe toplantısında 46 cici gazetecisine duyurdu. Bir iddiaya göre, İstanbul surları altında bulunan Hz. Musa’nın kutsal 10 emir tabutu ortaya çıkartılacak. Neden mi? Bu işaret, “Mehdi’nin çıktığının delili” sayılıyor bazı zayıf hadislerde. Daha düne kadar fıkıh üstadı saydığımız Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer’in tarafını AKP yanında seçmesi ile devlet ilahiyatçıları arasına yenileri de eklenmiş oldu. “İslam halifesinin beytülmal denilen hazinenin beşte birini kullanma hakkı”nın bulunduğuna dair dini fetvalar ortalığa çıkabilir. Zaten AKP’liler kesinlikle yolsuzluk ve rüşvet, hatta alınan yüzde 10 komisyon iddialarını kabul etmiyorlar. “Her şey devlet, her şey şeriat içinmiş” ve cemaat ülkeye şeriatın gelmesini istemiyormuş! “Şii, Caferi olana Muta helal, sünni olana Kur’ana göre dört kadın helal, sana ne bizim İslami (!) yaşantımızdan, zina iddialarınız şeriata aykırı” diyorlar. Hatta daha da ileri gidip, “devletin selameti için cemaatı infaz veya cemaat kurmaylarını yok etme fetvası gereklidir, normaldir, fetva alınmış ise isabet olmuş” bile diyorlar. Bu kadarına pes diyorum, demek ki insanın içindeki hayvaniyet ve cismaniyet özellikleri ortaya çıkınca insanlık, vicdan, Hak aşkı ölüyormuş… AKP ve cemaatın dine kayan üslup savaşını izleyen Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, “iki tarafın kullandığı dini dilden hiç bir şey anlamıyorum, algı savaşında özel, sırlı, gizli bir dini dil konuşuyorlar” diye laik Kemalistlerin bakışını özetlemiş. Dini dil savaşının varacağı yer bol bol gıybet ve cehennem çukuruna yuvarlanmaya yol açacak kalplerdeki imanı sorgulamaktır. Gıbta ile başlayan fitne, önce kıskançlığa dönüştü. Sonra eski kin ve nefretler depreşti, ayrımcılığa, ötekileştirmeye evrilen nefretlerin hedefindeki cemaat şeytanlaştırıldı. Bundan sonraki aşama kafirleştirmedir. Bir müslüman başka bir müslümana kafir derse, karşısındaki kafir değilse kafir olmadan ölmez. AKP ve cemaat savaşını fitleyen perde arkasındaki global ve yerli şeytanların, Eski Türkiye’yi hortlattıklarını ve bizzat AKP’ye bunu yaptırarak AKP’yi halk nezdinde küçük düşürdüklerini akıl ve kalp sahipleri 27 görebiliyor. Aklını ve kalbini iki ayrı kampa ayırmışlar büyük fitneyi göremiyor. Sıffın savaşı ve Cemel vakasında bazı sahabeler bile fitneyi evvelden görememiş, yanlış cenahta yer almıştı. İki taraftanda ölenlerin şehit olduğu veya cehenneme gittiği Sıffın savaşı, müslümanların basiretlerinin bağlanabileceğini gösteriyordu. Hz. Ali, kalbinde nefret olan Haricileri huzurundan kovmuş, Zübeyir bin Avvam’ı öldürmekle övünen cahile, “cehennemde yerin hazır” hadisini hatırlatmıştı. Yüzbine yakın sahabi ve Ehli Beyt, Sıffın’den sonra hortlayan aşırı Arap milliyetçiliği nedeniyle başka diyarlara hicret ettiler ve İslam’ın yayılmasında öncü oldular. Görünürde zulmeden Yezid müslüman halife ve Haccacı Zalim müslüman alimdi. Sufi müslüman, tokadı Allah’ın vurduğunu bilir, vesile ele bakmaz, sabreder. Ameller niyetlere göredir, yanlış cenahta yer alsan bile Allah seni gerçek, saf niyetin ile yargılar. Kim haklı, kim haksız, bunu zaman gösterecek. Alimlerin içtihatlarında keramet vardır. Tek bir tesellim var: Her şeyde mutlaka bir hayır vardır, Allah şerleri hayra çevirir, bekleyim görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler. Aktif tevekkül ve doğruyu söylemek zor zamanların işidir. Enverland’tan Tayyipland’a rüyalarımız! Almanlar, 1. Dünya Savaşı’ndan beş yıl önce Osmanlı devletinin ordusunda ve hükümetinde ayrıcalıklı konuma yükselmişler ve ülkemizin adını “Enverland” koymuşlardı. Bunun sebebi, kuşkusuz bireysel olarak Enver Paşa’nın, genelde ise, İttihat ve Terakki Partisi’nin yanlışlarıydı. Bugün, ABD, Rusya, Çin, İsrail ve AB ülkeleri ülkemizin adını “Tayyipland” koydular. Bunun nedeni, bireysel olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasiyi özümseyememiş tavrı, enesi yüksek dikta üslubu, genelde ise Adalet ve Kalkınma Partisi üyelerinin tek lider sultası altında yanlışlara direnecek sağduyu ve vicdanlarını yitirmeleri. Erdoğan’ın Hizmet Hareketi’ni Hasan Sabbah’ın terör örgütü “Haşhaşin”lere benzetmesinin ardından, toplum ve kendisi tam ortadan sanki kılıçla kesilir gibi ikiye bölündü! Ahirzaman’da sadık rüyalar çok sık görülür olur. Başbakan’ın ülkeyi uçuruma sürüklediğini rüyasında görenler çoğaldı. Elbette rüyalar ile amel edilmez ama lahuti, metafizik alemde alemi şehadet dediğimiz fiziki alemde cereyan eden veya edecekler görülebilir. Ebû Dücâne adlı kahraman sahabenin Uhud savaşında kullandığı emanet kılıç, Haşhaşin fitnesinden bir gece önce ehli nifakı temsil edenleri manevi alemde kabak gibi ortadan ikiye kesti. Kayseri’den gelen bir rüya tam bir bitirimdi! Rüyeti Şir’de gördü aynısını. Bu iki rüya üzerine Ebû Dücâne ve Kılıcının hakkını hatırlatmak vacip oldu. Asrın müçtehidinin elinde eğitim asası var, tiyatroyu locadan seyrederken sahneye iner ve firavun önünde eğilmek zorunda kalır. Ebû Dücâne kılıcının sahibi nice kelleler alır, Uhud savaşı biter ve kılıcı teslim eder. “Tek Başına” Bir Ordu ve Ebû Dücâne Kılıcının hakkı! başlıklı yazımı bulup, okuyunuz. Kayserili dostumun rüyasının ayrıntılarını anlatmaya mezun değilim, benzerini aynı gece bende gördüğüm için doğru olduğuna inanıyorum. Remz, renk ve sembolü az, yoruma, izaha gerek bırakmayan rüya bunlar! İki rüyada da yorumum, AKP’nin ikiye ayrılacağı yönünde oldu. Hakkı temsil etmek isteyen vicdan ehli ile batıl yoldan gidenler iki kampta savaşacaklar ve ayrılacaklar. Benim gördüğüm rüyaları yazmıyacağım, çok beklemeyin. Yazarsam, imtihan sırrı bozulur, kurulan tiyatronun bir hikmeti var, çünkü her şeyde bir hayır vardır. İşimiz rüyalara kaldı! Bir arkadaş 5 yıl önce üstad ve Hocaefendiyi aynı salonda görmüş. Haberleri film gibi birlikte seyrediyorlar: “Fitne başı reis, Konya’da Muhammed isimli biriyle 2010′da tanışacak ve film oradan başlıyacak! Kuş kafesten uçacak!” Bu ne demek diye bana sormayın, altı üstü şifreli bir rüya işte! Bir başkasının rüyasında, ülkenin reisi elinde zararlı bir şey ile asrın gönül dostuna ihanet ediyor, zarar vermek için ona doğru koşuyor, ancak tam zarar verecek iken yağmur gözlü dua ediyor ve mağrur reisin bastığı toprak çöküyor. El uzatıp kurtarmak istesede enaniyetini aşamayan reisin tahtıda, bahtıda, kendiside uçuruma yuvarlanıyor, gidiyor. Hak dostu yapacak bir şey bırakmadığı için 28 üzülüyor ve ‘artık çok geç’ diyor. Bir başka arkadaş, tüm olaylardan çok önce, ‘Reis Efendi’ye “yanlış yapıyorsun, mal varlığına bak ve utan” diyor. Düğümün çözüleceği, zurnanın zırt dediği yerde işte burası! Helal ve haramın, doğru ile yanlışın birbirine karıştığını; deliller ve hukuk ortaya çıkarır, elbette rüyalar değil. Ancak ülkede hukuk tatile çıktığı için rüyalarda ruhlar rahatsız. Olan bitenler, vicdanları yaralayan hususlar, vatanı için ter döken salih kulların rüyalarına giriyor. Başka bir rüyada, ABD’deki saf bir derviş dosttan geldi. “Efendi”, markete gidiyor, mercimek, soda ve pirinç alıyor. Ancak bunları yere düşürüyor. Soda ile mercimek birbirine karışıyor ve mercimeği mahv ediyor. ‘Efendi’, taşını bırakın, pirinci dahi ayıklayamıyor! Helale haram karıştıranlara eğer dur demezseniz, ukbada Rabbimiz hepimizden hesap soracaktır. Eğer günaha ortak olduğunuz için ses çıkarmıyorsanız, umumi felaketi bekleyin! Bir bayan şakirde, rüyasında büyük bir deprem olduğunu görüyor. Adeta dünyanın altı üstüne çıkıyor, hercü merc oluyor. Hanım kardeşimiz çocuklarına sarılmış evinde endişe ile vaziyetin geçmesini bekliyor. Birden hava açılıyor, her taraf apaydınlık oluyor, hanım kardeşimiz evinin penceresinden her yanın yemyeşil olduğunu ve büyük kamyonlar geçtiğini görüyor. Üç gün önce bir başka arkadaş, ‘Efendi’nin yazar Abdurrahman Dilipak ve bir bayan yazar ile cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ziyaret edip çapraz ateşe aldığını ve “yanlış yapıyorsun” diye baskı uyguladıklarını rüyasında görmüş. ‘Kaptan Reis”in sanırsınız Karadeniz’de gemileri batmış, pek acayip kükremiş, gürlemiş, pek sinirliymiş, Gül’ü fırçalamış. Kim başbakan kim devlet başkanı belli değilmiş rüyada. Gül kıpkırmızı olmuş ve epey galiba tırsmış. Suskun olmasından belli değilmi?! Bir başka dostum rüyasında, Hocaefendi ile sohbet ediyor, ona diyor ki, “bir sürü müslüman gibi gözüken münafık var.” Bir diğerinde dostumu Hocaefendi tokatlıyor ve “kendinize gelin” diyor. Başka bir rüyada, bir arkadaşımıza sabah namazına yakın bir vakitte tanımadığı biri “Hz.Ali’nin Celceletuyesi onu tahtından edecek” diyor ve uyanıyor. Hayatında bu duayı yapmamış arkadaş, şimdi her sabah namazını bile beklemiyor, gece hacet namazına kalkıyor ve Hz.Ali’nin Celceletuyesi’ni okuyor. Hz. Ali’nin celceletüye duasını sabah namazından sonra okuyun, zira onların çok azdığından, fitne ateşinin büyüdüğünden bahsediyor. Makamı İbrahim’in Türkiye’ye doğru yıkıldığını ve bir sel felaketinin ortaya çıktığını gören yaşlı teyzemizin rüyasında, ‘son dava sancaktarlığı’nı yapan, peygamberimizin yolundaki hizmeti yıkmaya çalışanların akibeti net olarak görülmüş: Hüsran. Zira Hak dostu bu ninemize Efendiler Efendisi işaret ediyor: Allah inayeti ve peygamberimizin eli var üzerlerinde, yıkmaya çalışmak yıkılmaktır. Sufilik eğitimi alan dervişler bilir, dervişlik rüya ile başlar. Tertemiz ruh kumaşınızı nasıl kesip biçtiğinizi görürsünüz, ruh kuşunuz rüyalarda uçar. Büyük Sufi alimlerden Şemsi Tebrizi rüya görmezdi ama rüya yorumcusu idi. Rabbine, “bana bu geçici yalancı dünyayı bir rüya olarak göster, uykumda rüya gösterme. Lahuti aleminde olanları ise apaçık bana yorumlat, bu dünyada rüya görürsem yanlış yorumlarım” diye dua ederdi. Nitekim Mevlana’yı aşka uyandıran Tebrizi, kibri tedavi ederek Osmanlı kurulurken ecdatımıza 600 yıl temel olacak mükemmel bir zemin hazırlattı. Büyük Selçuklu devleti kurulurken yaşamış olan Hasan Harakani hazretleri ‘arslan terbiyecisi’ idi. Osmanlı devleti kurulurken yaşamış Ahi Evren, ‘ejderha terbiyecisi’ idi. Yeni Türkiye kurulurken yaşayan Fethullah Gülen Hocaefendi “goril terbiyecisi” oldu. Her nefis firavunlaştı, yolsuzluk, rüşvet ve zina alenileşti. Her insanda, 14 ayrı çeşit veya beraber karışık hayvan nefsi bulunabilir. Sufilikte bunun terbiyesi yapılır. Zira bazı hayvani hususlar önplana çıkarsa insanlık kalmaz. Gülen gibi alimler şahıslarla, partilerle pırtılarla uğraşmaz, insanları cismaniyetten, hayvaniyetten insanlık mertebesine çıkarmaya çalışır. Siyasilerin koltuk, makam korkusu, aşırı dünya sevgisi, şehevi ve gadabi duygulara esareti hayvanlık derecelerinde bocalamalarından! Başbakanımız umarım vatandaşların rüyalarına da karışmaz. Malumunuz İnternet’e sansür getirmeye çalışıyorlar, yakında bunları okuyamaz olacaksınız. Herhalde rüyalar alemine sınır koyma saçmalığına 29 da kalkışmazlar! Rüyalar ile amel edilmez, ancak peygamberimize Kur’an’ın kırkaltıda biri rüyada getirildiği için Sufiler Rahmani rüyalara büyük önem verirler. Enverland’tan Tayyipland’a evrilen, savrulan ülkemizde rüyalarımız renklendi, vicdanileşti. Cemaatleri devletleştirelim mi? Eski köyümüzün değişmez adetidir cemaatleri, tarikatları devletleştirme, baskı altına alıp kontrol etme hatta yok etme çabası. Mason Bektaşiler kitabımda bunun tarihçesini verirken, 2. Beyazıd döneminde imparatorluk gücü ve kültürüyle bazı heratik veya kabul gören tarikatların sopa ile zoraki üç çatı altına sokulduğunu sosyolojik perspektiften ele almıştım. Sofi padişahımızın tebasını kolay idare etme gayretiydi. Bu üç devletçi tarikat veya cemaat: Nakşilik, Bektaşilik ve Mevlevilik yollarıydı. Nakşilik temel eksen olmakla birlikte pek çok tarikatı kucaklayabilecek enginliğe sahipti. Kadirilik gibi tarikatlarda hoş görüldü ama mensupları devletleşmektense halk arasında kalmayı yeğledi. Pek çok Nakşi yoluda aynı yolu seçmekle birlikte devlete etki etmeyi sevdi. Osmanlı padişahları Halvetiliği beğendi ve hemen hepsi bir tarikata girdiler. Nakşi şeyhleri devlet nezdinde hep muteber makama sahip oldular. İçlerinde Halveti Niyazi Mısri gibi ahir ömründe Limni adasına sürülüp son nefesini yapayalnız verenlerde oldu. Oysa Mısri talabeleriyle pek çok savaşa katılan bir Sufi önderdi. Bazı mübaşirler, yalakalar, fitneciler, devleti ele geçirecek, itibarı padişahtan daha yüksek diye zulmü reva gördüler. Bektaşilik, çoğu devşirme, mühtedilerden oluşan askerin, müslümanlık çatısı altında gizlenen Rum, Ermeni ve Yahudi’nin ve elbette heratik görüldüğü için sünni zorba devletin horladığı pek çok Alevi meşrep tarikatın sığındığı liman olacaktı. Sultan Abdülaziz dışında Bektaşi padişahımız yoktur, oda hanımköylü olduğu için! 1826 yılında 2. Mahmut’un Bektaşilik tarikatı ile birlikte Yeniçeri ocağını kaldırması, 10 bin askerin kellesinin uçması tarihimize “hayırlı vaka” olarak geçse de sonuçları pek hayırlı olmamıştır. Tüm Bektaşi tekke ve zaviyeleri, emlakları Nakşiliğe devredilince ülkemizde sünni ve bektaşi ayrımı, nefretleşme, kin alt yapısı resmen başlamıştır. 1956’da Bektaşi Bezmialem Sultan’ın, Selanik sebataycı grubunun yoğun çabası, masonların dışarıdan yaptığı baskılar ile Bektaşiler 30 yıllık bir mağduriyetten sonra tekrar legalleştiler, tekke ve zaviyeleri iade edildi. Ancak yer altında geçen 30 yılda masonlarla yapılan zoraki işbirliği yüzünden yozlaşmış, ritüelleri değiştirilmiş, Alevi toplumundan kopuk elit bir Mason Bektaşilik gelip tepelerine gulyabani gibi yerleşmişti. Elit mason bektaşiler, köylü Alevileri cahil 30 gördü ve baskı altında tuttular devletleşince. Oysa Dedagan Alevi Dedelerinin hepsinin peygamberimizin soyundan gelme şartı var iken, Babagan kolu bektaşiler seçimle şeyh olan devletçi tarikata dönüşmüştü. Mevlevilik, aslında Osmanlı’nın ilk 150 yılında pekte etkin bir tarikat olmadı, halk tabanına inemedi, akademik kaldı. Osmanlı’nın ilk şeyhüislamı Molla Fenari’nin Mevlana ve Mevlevilik ile ilgili yazdıklarına bakılacak olursa devletin ekseninde yerinin az olduğu anlaşılır. Daha sonra Osmanlı bir imparatorluk kültürü oluşturunca Mesnevi’nin sunduğu aydınlığa ihtiyaç duyuldu. Böylece elit Osmanlı’nın vazgeçemediği karizmatik tarikat olarak yerini aldı. Sema gösterileri, ney ve şiir Mevlevilik ile divan edebiyatımız gelişti. Bir kaç tane mason Mevlevi postnişinin varlığı dışında Bektaşiler kadar ele geçirilmediler ama içi son yüzelli yılda epey boşaltıldı. Cerrahiler içini doldurmaya çalıştı. Gülen grubu ise akademik çabalarla Batı’daki yanlış Mevlana imajını düzeltti. Peki öteki tarikatlara ne oldu veya olacaktı? Yok mu olacaklardı, bu üç şemsiye altında eriyecekler miydi, yoksa sadece ıslanacaklar mıydı? Atatürk’ün Meclis başkan yardımcısı yaptığı ilk parlamentoda bir yardımcısının Mevlevi şeyhi, diğerinin Bektaşi şeyhi olduğu unutulmamalı! Gerçi tekke ve zaviyeler kapatılınca Mevlevilik postu Halep’e, Bektaşilik postu ise Tiran’a taşınmak zorunda kaldı. Atatürk, toptan yok saymayı kontrol etme çabasından daha kesin sonuç olarak gördü. Nakşilere ise, İstiklal Mahkemelerinde asılmak düştü. Dile kolay bine yakın şeyhin sudan bahanelerle yok edilmesinden bahsediyoruz. Şapka inkilabına karşı kanundan 2 yıl önce eser yazdığı için asılan İskilipli Atıf Hoca sadece mağdurlardan birisidir, zulüm döneminin simgesidir. Derin devletimizi 1960’larda yöneten Faruk Güler, Muhsin Batur paşaların ve operasyonel birimin başındaki Turgut Sunalp’ın Necmeddin Erbakan’ı üniversitede ders verdiği İsviçre’den neden ve nasıl zoraki olarak ülkemize getirtip siyasi İslamı, Milli Görüş çizgisini kurdurduğunu, tarikat ve cemaatleri kontrol altına almaya çalıştığını bir kaç defa evvelki makalelerimde yazdım. Erbakan’a ret yanıtı veren Nur cemaatleri içinde Fethullah Gülen’de vardı. Gülen Hocaefendi, 1970’lerde küçük bir gruba sahipti, Erbakan onun Manisa’da dağda kamp yaptığı mekana bir kaç kere geldi ama Gülen görüşmek dahi stemedi. Son gelişinde Gülen, bir sopa ile yerde daire çizdi ve ben burada yokum dedi, burada yok dedirtirken. Siyasete girmeyeceeğini yüzlerce defa son 40 yılda ifade eden Gülen, “en kötü devlet devletsizlikten iyidir, devlete isyan fitnedir” görüşlerini hep savundu ve devletleşmemek, sivil toplum yapılanması olarak kalabilmek için azami özen gösterdi. Son 11 yılda ise AK Parti’ye “ehveni şer” olarak destek verdi, tıpkı rahmetli Özal’ın ANAP’ına verdiği destek gibi. Elbette Gülen’in izinden gidenlerin devlet memuriyetinde yer almalarını analarının ak sütü gibi helal olarak gördü, asla devleti ele geçirme olarak görmedi. Dibine kadar haklıydı. Bu özet tarihçemizi yazmanın nedeni son günlerde yaşanan AK Parti ve camia çekişmesinin nereye varacağını kestiremeyen endişeli bir kitlenin varlığı. Bu savaş, dış güçlerin tezgahı mı veya AK Parti’yi iktidardan indirmek isteyen yerli baron konseyinin oyunu mu sorusu ile sık karşılaşıyorum. Keşke mantıklı açıklaması bu kadar basit ve kolay olsaydı. Bugün AK Parti’nin cemaatlere operasyonlar yaparak kendisine tabi kılma ameliyesi veya gücünü azaltma politikası yeni bir adet değil maalesef! Oslo sürecinden beri bir kırılma yaşanıyor. Kuşkular artıyor, zira ortada ulusal değil uluslararası mekanlarda tezgahlanan bir proje olduğu iddiaları ayyuka çıktı. Bunlar saçmasapan komplo teorileri diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve şürakasına inananlar azalıyor. Neden mi? 31 Oslo’da PKK’nın dershanelerin kaldırılmısını önşart olarak masaya koyduğu, doğu bölgesinde Milli Eğitim müdürlüklerini belediyelere bağlamaya çalıştığı kendi özel polis kolluk kuvvetlerinde ısrar ettiği, bilinen ama yalanlanan gerçekler. Ülkenin bölünme noktasına getirildiği, bir etnik ve mezhep çatışmasına, kutuplaşmaya doğru çekildiğini aklı olan görüyor. Bu arada sadece Gülen grubu değil diğer cemaat ve tarikatlarada devletçi bir tahakküm olduğu kanıksanamaz boyutlara ulaştı. İsmailağa cemaatinde derin devletin özel harp birimleri bir süre önce operasyona yeltendi. Cübbeli Ahmet Hoca’nın itibarı çizildi. Koskoca Kadiri tarikatını tek başına rezil rüsvay etmeyi başaran Haydar Baş’a derinciler yeni oluşumlar ve projeler sundu ve eylem planı başlatıldı. Elazığ grubu devreye sokuldu, Malatya grubu ise tetikte bekliyor. Süleyman Efendi talabeleri tam ortadan ikiye bölündü. Cerrahi tarikatında post davası başlatıldı ve Ömer Tuğrul İnançer’in karizmasını çizmek için medya operasyonu yürütüldü. Yahudi Haham Konseyi ile ilişkisini gizlemeyi başaran, anne ve babası Yahudi olan sebabataycı, güya mason düşmanı 33. dereceden mason Adnan Oktar, “kedicikleri” ile İslamı kirletme operasyonuna ivme kazandırdı. Gülen’in AK Partiye desteğini, duasını kaldırması halinde Anadolu’da pek çok kanaat önderi Gülen’i dinleyecek ve sandıkta AK Parti’yi bu kafa karışıklığı ile ikaz, uyarı, terbiye mahiyetinde kararlar alabilir ve parti ayrımı gözetmeden lokal adaylara oy verebilir. Cemaat ve tarikatları devletleştirme hep geri tepmiştir tarih boyu… Bakalım bu toplumsal doku ile oynanınca ortaya ne çıkacak? Bu yazdıklarımda objektif ve mümkün olduğu kadar tarafsız olmaya çalıştım, tarihsel ve sosyolojik bir görüntüdür verdiğim. Beğenip beğenmemekte özgürsünüz. Bu tablo ile toplumsal barış olur mu? Sakın, “Allah için çaldık” demeyin! Algılar savaşının dine kayması ve yol açtığı nefretleşme depremlerinin ardından, sıra kaset savaşı ile algıda yanılsama oluşturmaya geldi. Fesat Komitesi, oldukca profesyonel ve şeytani bir bilimsellikle çalışıyor. Hırsızlığın, rüşvetin, zinanın değişik isim ve gerekçelerle alenileşmesi, daha kötüsü ahlak dışı görülmemesi bize afet olarak yeter! Neredeyse, “biz Allah rızası için azıcık çaldık, hem sizde farklı biçimde çaldınız” noktasına geldik, dayandık. Birileri yakaladığı fitne ateşine odun atmaktan zevk alıyor, her iki tarafıda kızdıracak, büyük hayal kırıklığı yapacak malzemeyi servis ediyor. Savcıların dik durarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve fitne üretim merkezi haline gelen Sabah gazetesi hakkında suç duyurusunda bulunmasıyla paralel gelişmeler yaşandı. “Paralel devlet ve örgüt” var diyen hükümet cenahı yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının örtbast etmek veya üstünü örtmek için inanılması güç ahlaksızlıklara başvurdu. Kendini savunmak zorunda kalan ve daha az dayak yemek için köşesinde kıvranıp nakavt olmamaya çalışan cemaat, üslubunu bozmamaya gayret ediyor. 32 Bank Asya’yı batırmak için hükümetin emri ile 900 milyon dolarlık mevduatı bankadan transfer edip devletin bankaya el koymasına zemin hazırlayan bir iktidarda ne akıl, mantık nede izan ve vicdan kalmıştır! Bankaya el koyma kararına direnen bakan Ali Babacan’da olmasa hükümet kendi eliyle bir ekonomik kriz hançerini ülke bağrına sokmuş olacaktı. İyi ki, Fethullah Gülen Hocaefendi var. 24 saat içinde vatandaşların başka bankalardaki mevduatları çekilip Asya Banka yatırılması ile fitne ellerinde bir yüzkarası olarak patladı. Tek yaptıkları “alçak savunma”, Gülen’in halkın bankası batmasından diye yapmış olduğu telefon konuşmalarını sızdırmak oldu. “Vay efendim, Gülen olmasaymış bir bankanın batmasını engelleyecek 300 milyon dolar bir gecede bulunamazmış”, “bankaya el konacak devlet kurumunda da adamları varmış.” MİT’in Aydınlık Ekibi’nin yargısız infaz mahkemesi şu karar algısını toplumda oluşturmak istiyor: “Paralel devlet çok güçlü bir düşman!” Hükümet, ısrarla “paralel devlet düşmanı” icat etmeye ve halkı ikna edecek bir algı yanılsaması ile toplumu germeye çalışıyor. Koç Grubu ile cemaat arasında sıcak ilişkiler var izlenimi uyandırmak ve komplo teorisi yazarlarına alçakca malzemeler sunmak MİT’in işi mi oldu? Sızdırılan Gülen telefon kasedinde Uganda’da açılacak petrol rafinerisi ve hediye gönderilen ananas kısa sürede sosyal medya da hit yaptı. Algı yanılsamasının ilk bilgisi olan Uganda olayında Gülen ısrarla soruyor, bu projeye uygun Türk işadamı aranıyor. Cemaatın en zengin işadamı Akın İpek dahi olumsuz yanıt verince Gülen şu anlamlı tasallutla bulunuyor: “Koç grubundan başka bu projeye yatırım yapacak kimse yoksa o arkadaşları tavsiye edin, hem gönüllerine girmiş olursunuz.” Yani rafineri yapma işi bir Türk işadamında kalsın da kimde kalırsa kalsın milliyetçiliği yapıyor. Peki fitne ekibi bunu nasıl satıyor? “Bunlar Gezi olaylarında da beraberdi” algısı oluşturmak için Ali Koç’un selamı araya sıkıştırılıyor. Birde “ananas hediyesi” var ki, çok pahalı hediye canım! Bizim burada tanesi 2 dolar, isteyen varsa gönderelim, nede olsa 700 bin dolarlık bir saat değil bu. Rüşvet, komisyon, zoraki bağış hiç değil. Türkçe olimpiyatlarına 2013 yılında Koç ve Doğuş gruplarının sponsor olmasından müthiş bir kara propaganda çıkaran MİT’deki azınlık fesat grubu, Uganda’da rafineri projesine Koç’un önerilmesini bir ortaklık olarak satmaya çalışıyor. Oysa bu girişim ne zaman olmuş: Kasım 2013’de. Olimpiyatlar ne zamandı: Mayıs ve Haziran 2013. Gezi olayları ne zamandı: Haziran ve Temmuz 2013. Yani iki olayla rafineri tasallutu arasında bir rüşvet münasebeti yok. Ananas hediyesi üzerinden veya olimpiyata destek vesilesiyle bir metafor çıkartılması, sanki ayakkabı kutularının intikamı gibi. Ancak iki metafor arasında algıda seçicilikte bariz uçurum bulunuyor. Aslında fitne ekibinin vermek istediği algı, ülkenin dev holdingleri Koç ve Zorlu grubu iş adamları, hatta Alevi kökenli Adnan Polat ’ın ve laik Kemalist Mustafa Süzer’in bile Gülen’in referansına ihtiyaç duyması. “Bu paralel devlet çok güçlü cancağazım!” Mustafa Sarıgül, cemaat olmasa İstanbul’a belediye başkanı seçilemez, Ankara’da Mansur Yavaş’a oy veren cemaat Melih Gökçek’in krallığını yıkar dedikodularını yayan Gökçek ekibi, yanlış ata (düşmana) oynuyor. “Reklamın iyisi, kötüsü olmaz” derler, bu nedenle algıda yanılsama oluşturmak için bir taraflarını yırtan fitne ekibi cemaatı olduğundan daha büyük ve dev göstererek, korku değil “vay canına, helal olsun adamlara, yapmışlar” repliği pompalıyorlar. İlk bakışta sakıncalı gibi dursa dahi bu kötü reklam cemaata kan katıyor, moralleri yükseltiyor. Gülen Hocaefendi’nin sıradan bir cami imamı ve vaiz olmadığı, 21. yüzyılın Türkiye ve dünyasına vizyon veren bir aydın ve aksiyoner olduğu ortaya çıkıyor. Önümüzdeki 5 yılda Türkiye yeniden ve doğru kurulurken, Gülen’in yolsuzluklar ve rüşveti bıçak gibi kesen sağlam ve mert duruşu sosyoloğlar ve tarihçiler tarafından bir kilometre taşı ve milat olarak anılacaktır. AKP’li bakan, başbakan, bakan ve başbakan çocukları ile ilgili ortaya çıkan kasetlerde ise genel algı, yolsuzluk ve rüşvet var ve “balık baştan kokmuş” dedirten cinsten. Yanılsama şu: “Adamlar çaldı ama sorun bakalım niye çaldı? Allah rızası için kurulan şeriat devletine adım adım ilerleyen AKP’nin kamu ihaleleri üzerinden komisyon ve rüşvet alması için, kendi ifadeleriyle humus kapsamında görülmesi için taş gibi sağlam fetva var!” Bu fitneyi veya yanılsamayı yayanlar, kesinlikle askeri siyasi arenaya 33 çekmeye, darbe yaptırmaya veya AKP aleyhine kapatma davası açacak delilleri kendi elleriyle oluşturmaya çalışıyor! Humus, bir İslam devletinde halifeye beytülmal denen hazinenin beşte biri üzerinde tasallut hakkı sağlıyor. Halife, halkına ulufe, oşür, sadaka dağıtabiliyor, vicdanen gerekçesi varsa maaş dahi bağlıyabilir. Her ihale, imar ve arsa olayında AKP’li kardeşlerimize verdiğiniz yüzde 10 komisyon, hediye, işaret edilen vakıf ve kurumlara yaptığınız bağış “helal olmuş” oluyor. Bu sistemin bir laik, sosyal hukuk devletinde nasıl olduğunu kimse sormuyor. Kanunlarınız humus almaya müsait değil, bunu yaparsanız suç işlemiş oluyorsunuz, devletin savcısının görmemezlikten gelmesini bekleyemezsiniz. “Sakın Allah rızası için çalmamız haram değil” diye kendinizi kandırmayın. Bal gibi biliyorsunuz ki, bu yanlışa karşı çıkmak şeriata karşı çıkmak değildir. Haydi, biraz geniş meşrepli, beş mezhepli olalım. Osmanlı padişahları kesinlikle karşı çıktı ama siz doğrusunuz, Caferiye mezhebini de hak mezhepler çatısında kabul edelim. Mut’a nikâhı ile işlediğiniz cürme varsa eğer “zina” bile demeyelim, günahınız kendi boynunuza! Haydi, “bal tuzağı” ile tuzağa düşürülen, şantaj kasedi çekilen iş adamı, bürokrat ve siyasetçilerimize de gözlerimizi bağlayalım. Haydi, Kur’an’da var diye aldığınız birden fazla eşlere, “nikâhta duyurma ve ilk eşinden rızalık alma esastır” görüşünü de es geçerek, ses çıkarmayalım. “Kişisel hayatınız bizi ilgilendirmez” diyelim, ayıp araştırmayalım. “Müslümanın kusurunu araştırmak insana günah olarak yeter, kul hakkı var” diyelim. Peki, kamu malı üzerinden şahsi zenginleşme, Karunlar gibi vadilerinizi altınlarla doldurma caiz midir? Doymak bilmeyen iştiha ile yedi sülalesine yetecek haram mal biriktirme doğru mudur? AKP yararına, İslam davasına kullanılıyor dediniz, ağzımızı kapadık, sustuk. Peki, kamu ihalelerinde alınan rüşvet ve komisyon partiye ve davaya değil de ceplere gidiyorsa? Peki, Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan, devlet gücünü kullanarak İslam’a hizmet eden büyük bir camiayı bitirmek için bir fitne ekibi kurduysa? Peki, Bilal oğlan, devletin her birimine yerleştirdiği kankalarıyla ülkeyi şahsi hesapları adına soyup soğana çeviriyorsa? Peki, bakan çocuklarından oluşan sonradan görme bu vurdumduymaz gençlik bize “yeni Türkiye”yi kuracak “yeni AKP yüzü”, eliti olarak pazarlanacaksa? Peki, dün arabasının eksozunu telle bağlayan birileri bugün 10 milyon dolarlık villalarda oturuyorsa ve Karun gibi yaşıyorsa? Peki, tepede gözüken bu dünyevileşme tabanda yolsuzluk, hırsızlık ve zinayı aleni ve alışkanlık hale getiriyorsa? Elbette, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir İslam âlimi olarak, toplumsal sorumluluğu vardır. Elbette, 50 yıldır yapılan hizmetleri yaşatma, milletin emanetini koruma gereği olarak, “yeter artık” diyecektir. “Dün iyi idiniz, bugün ne oldu?” diyenler, “dün neydiler, bugün ne oldular?”; kendilerine aynada baksalar yeterli. Erdoğan nasıl kurtulur veya kurtulamaz?! Hey gidi günler hey, işler tersine döndü! Ekim 2000’de Zaman gazetesinde “Recep Tayyip Erdoğan nasıl kurtulur?” başlıklı siyasi bir analiz yazmıştım, bu yorumum sayesinde dikkati üzerime çekmiştim ve Erdoğan’ı ABD’nin Siyasi İşlerden Sorumlu Büyükelçi yardımcısı Martin Lawrence ve Basın Müşaviri Jesse Bailey’e mükemmel pazarlamıştım. Doğru bildiklerimi söylemekten hiç çekinmedim. 2000 yılında Erdoğan’ı CIA adamlarına pazarlamaktan pişman değilim, o gün zalim farklıydı. Bugün vicdanım, “Erdoğan nasıl kurtulur veya kurtulamaz” başlıklı bir makale yazmak zorunda hissetti. Kimseden emir veya talimat alarak, vede hesap vererek yazı yazmam, bilirsiniz. Erdoğan, “12 Eylül 2010 referandumunda halkımız HSYK’ya fazla yargı özgürlüğü vermiş, tırpanlamak zorundayım” diyerek yargıya hesap vermekten kurtulamaz. Halkın iradesine saygısızlık yaparak siyasi iktidarda uzun süre kalamaz. 2011 seçiminde verilen emanet oyları halk yarın sandıkta geri ister ve alır. Halk, elbette birgün “2011’de verdiğin sözlerin tam tersini yapıyorsun” der, mühlet verir ama ihmal etmez. Halk, size seçimde verdiği emanet oyları kötüye kullandığınızı söyler, “mertlik 34 değil namertlik yapıyorsunuz” der. 3 Kasım 2002’deki partileri nasıl sildi atsıyda sizi de sandığa gömer. Seçmen, yalancıları, yolsuzluk yapanları, toplumu bölenleri sevmez, zira müslümanın münafıklık alameti olan 3 şeyi yapmayacağını bilir: “Müslüman, yalan söylemez, emanete hıyanet etmez, verdiği sözde durur.” Hakim ve savcıları kendi denetimine almaya çalışan bir lidere dünyanın her tarafında “diktatör” denir. Bazı ülkelerde “firavun”, “tiran”, “padişah” veya “kral” dendiği vakidir. Ülkenin emniyet kolluk kuvvetlerini yolsuzluklarımız ortaya çıkmasın diye mağdur eden bir lidere kimse inanmaz. Geç bunları. Müslüman bir gönül, binlerce dindar kamu çalışanını insanı kışın ortasında mağdur edip, tasfiye veya sürgün etmez. Bu insanlığa yakışmaz. Kendi düşen ağlamaz. Mazlumun ahını alırsan ahı çıkar aheste aheste demiş atalarımız. Ağzı dualı insanların yeminleşmesine neden amin diyemediğinizi tüm dünya biliyor. Haksız olan ahitleşmeden korkar, Allah’ın laneti isabet eder diye çekinir. Bir başbakan, “HSKY’da yeni düzenlemenin Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini varsayıp oraya gözdağı vermeye çalışıyorlar” diyemez. Anayasa’ya aykırı olduğunu bile bile yargıya müdahale edemez, yargıyı kontrol altına almak için düzenleme yapamaz, yargıyla dalga geçemez. Bugün değiştirmeye çalıştığı kanun teklifi ile yarın AKP’yi kapatmak isterlerse, bu defa halktan dua alamazsınız, yüzünüze dahi bakmazlar. Kapı kapı dolaşıp AKP için oy isteyen kardeşlerinizi, yolsuzluğunuzu örtbast için bugün yolda bulduklarınıza tercih ederseniz, ne tarih sizi af eder nede temiz vicdanlar! Bu denli büyük yolsuzluk ve rüşvet iddialarından “mağduriyet edebiyat”ı ile haklılık çıkmaz. “Hayırsever işadamı, bilirim iyi çocuktur” dediğiniz Reza Zarraf’ın Dubai’nin polis şeflerine eskort kızlar ayarlamasına açıklık, izah getiremezsiniz. Daha kimleri tuzağa düşürdü bilemezsiniz. Bedava hayat kadını sunmak zinaya onaydır, rüşvettir. Seks kasedi hazırlatanların şantaj ve tehditine açık olmak, paçayı, pabucu kaptırmaktır. Zarraf’ın Çağlayan bakanınıza aldığı 700 bin dolarlık saat, hediye değil, resmen rüşvettir. Zarraf’ın eski İçişleri Bakanınızın oğlu Barış Güler’e 2 yıllık danışmanlık ücreti için ödediği 15 milyon dolar, rüşvettir. Halk Bankası Genel Müdürü’nün ayakkabı kutusunda bulunan 4.5 milyon dolar, devlet parasıyla ticaretten elde edilen komisyon değil, rüşvettir. Bakanınız Eğemen Bağış’a ödenen vatandaşlığa geçiş için ödenen birer milyon dolarlar danışmanlık, komisyon veya bir hak değil, düpedüz rüşvettir. Altın dolu uçağın kalkışına izin verilmesi için Zarraf’ın ödediği milyon dolarlar komisyon olamaz, rüşvettir. Sadede gelelim. Bol maaşlı besleme yazarlarınız, devletin ihalesini peşkeş çekerek altın tepside sunduğunuz devlet medyaları, devlete paralel gazetecileriniz, MİT ajanı kalemşörleriniz hava civadır. Ne yaparsanız yapınız, oğlunuz Bilal Erdoğan’ın Harvard’tan mezun olduktan sonra geçen kısa sürede nasıl 300 milyon Euro çeviren bir işadamı olduğunu halkımıza anlatamazsınız. Öğrenci iken mi harçlığını biriktirdi, yoksa 10 bin TL olan maaşınızdan artırıp da mı koltuk çıktınız? “Başbakan ve bakan çocuklarına iltimas geçiliyor, devletin içi boşaltılıyor, haksız rekabet yapılıyor” iddialarını boşa çıkartamazsınız. Gelinizin hesabında bulunan 25 milyon dolar, izahtan vabestedir. Diyelim ki, bunlar humus paraları ve hayırlarda kullanacak, bağışlar yapacaktınız, ülkemizde binlerce vakıf var, onlar gibi neden yapamadınız? Peki kızınız Esra’nın TÜRGEV’deki konumunu abartmadınız mı? Yazık değil mi sosyoloğunuz Özlem’e, kardeşini bakan yardımcısı yapıp kalemini yamulttuğunuz Hilal Kaplan’a? Bu vakfa bağışı mecbur kılmasaydınız, onca devlet ihalesi alan zenginleriniz neden zoraki yardımda bulunsun? Neden Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, sit arazisi olan arsayı siyasi hayatını tehlikeye atarak vakfa versin, geri adım attığında zoraki imza atsın ki. Tarihi dokusu olan ve Turizm bakanlığına bağlı iki skandala hiç değinmiyorum, küçük kalır sizin için. Ecdadın yadigarı Fatih’te otel ve restaurant mı olmalıydı tarihi yapılar? Yazık değil mi? Şanlı Urfa Belediye Başkanı Fakıbaba, neden gözünden çok sevdiği en değerli arsasını TÜRGEV’e bağışlayıp azabınızdan emin olsun? Hayırda yarışalım ama haksız yarışmayalım. Korku ve tehdit ile yapılan hayırdan, devlet, kamu hakkı üzerinden verilen 35 komisyondan, rüşvetten tuvalet taşı bile yaptırılamaz. Hele hele rekabet damarı ile milletin vicdanı olmuş cemaatın hayırları engellenemez. Blöf, şantaj yapılamaz. Oğlunuz Burak’ın ticaret yaptığı 5 gemicik’inin 100 milyon doları geçtiğini, bunları verenlere “gebe kaldığınızı” ve haklarını nasıl ödediğinizi bilmeyelim mi? Başbakan oğlu diye torpil geçiyor olabilirler mi? Damadınız Berat ve ağbisi Serhat’ın babaları Sadık beyin yüzünü kara çıkartmasına mı yanalım, yoksa Sabah gazetesinin MİT’in Aydınlık fitne ekibi ve AA destekli yürüttüğü asimetrik dezenformasyon, yani psikolojik savaşınızın ahlaksızlığına mı? Berat, Fatih Koleji mezunudur, haramı helalı cemaat ona öğretmişti, ikircikli işlerle bozduysanız günahı sizin boynunuza. 17 Ağustos operasyonu sırasında devredilen Sabah elinizde patlayacak!. Aslında hiç devredilmeyen Sabah gazetesinin yönetimi halen avucunuzda veya cuntaya verdiniz! Kalyonculara geçemez, zira mal varlıklarına el konulma seviyesinde yolsuzluklara karıştığını elbette biliyor olmalısınız. Sabah’ı bitirdiniz. Mızrap çuvala sığmaz. Son yılların milyar dolarlık ihalelerinde dönen bol sıfırlı milyon dolarlık rüşvetlerde boğazda 3 politikacıya 3 yalı hediye edildiğini duymak bile istemiyorsunuzdur. Eğer tüm bu iddialar yalan, tek doğru “uluslararası komplo “ise gazetecilik mesleğini bırakacağım, kalemimi de kıracağım! Sakın sizin bunca zafiyetinizden yararlanan global ve yerli fitne fesat şebekesi, AKP ve cemaatı bitirme operasyonu yapıyor olmasın! Kumpası sizin elinizle cemaaate kuran kurtların ve sırtlanların dönüp sizden dişlerinin kirasını istemeyeceğinden emin misiniz? Recep Tayyip Erdoğan, tüm bu rezilliklerin üstünü örterse, kurtulamaz. “Yolsuzluğu yapan oğlum, kızım, gelinim, damadım olsa yargı icabına baksın” derse, kurtulur. Yargıya, emniyete müdahaleyle güven oluşmaz “Elit bakan çocuklarıyla yeni Türkiye, yeni AKP kuracağım” der, milleti kandıracağını sanırsa, kurtulamaz. “Yeni Türkiye’de ayrımcılık, nefret, ötekileştirme olmayacak, hukuk ve adalet herkese eşit dağıtılacak” derse, kurtulur. Başka türlü kurtulamaz. Gayretullah’a milim kaldı! 16 Haziran 2012’de sanki bugün yaşanacakları görmüş gibi “Gayretullah’a dokunur zulüm” başlıklı makalemde şunları yazmışım: “Devir değişti, ne post modern darbe, nede hükümete direk el koyan bir askeri darbe mümkün. Lakin darbeden daha kötüsü olabilir. Ülkemizi Mısır’daki firavunlara benzer bir diktatör yönetebilir. Veya askeri vesayeti devam ettirmek isteyen rövanş peşindeki Silivri şürakası, Roma’yı yakan Neron gibi ellerinden güç gitti diye ülkemizi baştan sona yakabilir.” Devam etmişim: Bu noktaya nasıl gelindi? “Özel Harbimizin gözde elemanları ve “Sakallı” Yeşillerimiz, MOSSAD ve CIA ile el ele vermiş, Lübnan’da Beka vadisinde Büyük Kürdistan için harıl harıl hazırlık yapıyor. MİT, dedesi şeyh olan PKK’nın Avrupa sorumlusu Zübeyir Aydar ve Sabri Ok ile Oslo’da barış deyince damarlar çatladı. Hürriyet gazetesine röportaj veren Leyla Zana’nın ‘sorunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çözer’ mesajının ardından gelen Dağlıca baskınıyla ordu, millet, hükümet el ele oldu. Al sana yeni bir çakma toplum mühendisliği daha! Gazeteci ve Yazar Avni Özgürel, Karayılan’la görüşüp zeytin dalı güya uzattı, ama nedense barış baltalandı. Öcalan’a ev hapsi önerisi ve Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması jestlerinden sonra olanlar oldu. BDP Lideri Selahattın Demirtaş, ‘PKK silah bıraksın’ dedi, Kürdistan lideri Mesut Barzani ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ardı sıra. İncirlik’te ABD gözetiminde tüm taraflar arasında yapılan görüşmelerden sonra nedense şehitler, ihanetler arttı. Ortalık maymundan geçilmiyor!” Şeytanla yatağa girenin şaşı kalkacağını adım gibi emin olduğumdan ve ders almayacaklarını bildiğim için ciddi uyarmışım: 36 “Bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları sallamış, kontrol edemediği her durum ve alan için kanun çıkarıyor. Sadece kendini düşünüyor. Yıpranmaktan, yıpratılmaktan ödü kopuyor. AK Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan bir gazeteciyi hapse tıkmak istiyorsa, kendi pisliklerinin ortaya çıkmasından korkuyor demektir. Siz çıkardığınız sansür yasasıyla gazeteciyi, mesela beni içeri tıkarsınız ne olacağını söylüyeyim: Ben dosyaları yayınlayacak mecra mutlaka bulurum. Bir gerçeği yaymanın yolları sonsuz sayıdadır. Bütün yolları kapatsanız da fısıltı gazetesine, twitter’e, facebook’a da sansür uygulayamazsınız. Yolsuzluk dosyaları, hortumculuklar, ihaleye fesat karıştırmalar, imam nikahlı kaçak eşler, zamparalıklar, ahlaksızlıklar, rüşvet, yani bilimum zulüm er geç varsa ortaya çıkar. Kalbimiz çok temiz, fitne çıkarma, biz haram ve helal dengesinde yaşayan, devletin kuruşuna dahi dokunmayan dava erleriyiz iddiasındaysanız yandınız, zira ihlaslı, samimi olamayanların karizması Hakk ve Hak dostlarınca çizilir.” Peki kibirleri yüksek bu ekabir takımı ne planlıyor? Onu da ince ince yazdım: “Dosta yapılacak darbenin en vahşet ve dehşet planı sahneye konur: Sansürle susmayan gazeteci ebediyen susturulur. Eski dönemde 6 milyon insanımızı fişledikleri için ellerinde epey liste var ama listeleri netleştirmeleri gerekiyor. Son aylarda öldürülmesi gereken ilk yüz kişi, bin kişi, tutuklanması hapiste çürütülmesi gereken ilk onbin kişi listeleri hazırlamışlar, dost bildiklerimizle diz dize, el ele… Bu “kelle avcıları” herkese her şeyi layık görüyorlar ama, kendilerine bunların yüzde birinin yapılmasına razı değiller.. Kendilerinden çok eminler, ama akılsızca ve ahlâksızca işler yapıyorlar.. Yaşananlardan ders almıyorlar.. Belki de bunların adli takiple birlikte bir de psikolojik terapiye ihtiyaçları var. İktidarın muktedir sarhoşluğu zayıflığın işaretidir. Üç aşamalı darbe planına AK Parti dur diyemezse, elbette Gayretullah’a dokunur zulüm…” 4 Haziran 2013 tarihli, “Gayretullah’a dokundu zulüm” başlıklı yazımda açık açık AKP’nin neden ilahi tokada koştuğunu 7 maddede özetledim: Üniversiteye hazırlık dersanelerinin kapatılması tehditi birinci aşamaydı. Hizmetin insan yetiştirme kanalını sekteye uğratma çabası, Kürt çocuklarını PKK’nın elinden kurtarma aracına takoz sokma gayreti ne demekti acaba? Her hafta Ankara’da bir araya gelen iktidarın en üst düzey ekibinin, devlet kadrolarından kendilerine 10 yıldır destek veren “şucuları bucu”ları temizleme kampanyası ne demek oluyor? Bu hataları size kimler yaptırıyor? Milli Görüş’ün kıyısından köşesinden geçmiş, liyakatı, keyfiyeti yetersiz güruhu, “bize sadık olurlar” diyerekten acaba devlet kurumlarına nasıl yerleştirebilirizde kadrolaşırız toplantıları yapılması, zulmün ikinci aşamasıydı. Dindar kaymakamlar, polisler, bürokrat dostlar kızağa öyle mi? Bunca yıllık Anadolu çocuklarının kendi devletine sahip olma ideali sizin elinizle mi doğranacaktı? Başınıza vallahi billahi tallahi taş yağar, düşer… Kendi zenginlerini oluşturmak için hazine garantisi ile bulunan dış kredilerle devasa milyar dolarlık inşaat, ihale ve konsorsiyumlarda yapılan yolsuzluk, hortumlama, iltimas ve rüşvetin ayyuka çıkması, üçüncü aşamaydı. Küçük bir hesap yapalım. İki nükleer ihalenin bedelinin her biri 22 milyar dolar, yaptı mı 44 milyar dolar. 13 sene önce aynı ihaleyi aynı firmalar 7 milyar dolara yapıyordu, paramız yoktu veremedik. Bugün üç katına çıkmış ihale bedeline kimse gıkını çıkartmıyor, sebebini sormuyor. Aradaki fark kimin cebine giriyor acaba? ‘Gulul’ denilen devletin, kamunun malını çar çur etme, zimmetine geçirme büyük günahtır beyler. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı var kamu parasında… Daha sayayım mı? Kanal İstanbul’a 40 milyar dolar, bir o kadar İstanbul’a 3. hava limanına, bir o kadar daha 3. köprüye. Garanti kredi devlet güveencesi ile işadamı olmak ne kolay değil mi? Devletin sırtından zengin olma devri ne zaman bitecek, siz bunu çözersiniz sanıyorduk… Ülke ekonomisi dev şantiye oldu, peki nerede ihracatı artıracak diğer önemli kalemler. Hayvancılık, tarım öldü ölüyor, yerli otomobil markası rafa kalktı. Et fiyatlarını üç kat düşürmek için canlı hayvan getirin, türedin, krediler boşa gitmesin, takip edin. Kanada’da da etin kilosu Türkiye’den üç kat ucuz, benzin keza öyle. Peki ülkede yılda 10 milyar dolarlık petrol kaçakçılığı yapıldığını biliyorsunuz da neden engel olmuyorsunuz? Yazayım mı tek tek kimlerin bu işleri yaptığını? Beslerseniz kargayı 37 gözünüzü oyar… Son bir yılda açılan ve yapılan dev ihaleleri için Hazinemizin yabancı ülkelerin bankalarına verdiği toplam garanti tutarı 200 milyar dolara yakın. Herşey para oldu, etrafınızda ne kadar çok sırtlan türedi böyle? Eğer ihaleler başarısız olursa faturayı Hazine ödeyecek, tabi bu durum ihaleyi kapan iş adamının zengin olmasını ve AK Partinin denetim dışı bağış hesabına yüzde 10 oranında ödeme yapmasını engellemiyor. Lale devrinde de böyle yaparlardı. Nerede Hz. Ömer hassasiyeti, nerede kamu malı üzerine titreme, nerede kul hakkından korkma adeti, nerede ha nerede kaldı? 30 yılda yetişmiş Anadolu’nun dindar evlatlarını devlet bürokrasisinden temizlemeyi “28 Şubat Ekibi” bile başaramamış iken, MOSSADcı ekibin ‘Truva atı’ olan“7 Şubat Süreci” ile dindar bürokrat avına çıkılması dördüncü aşamaydı. Etrafınızda kümelenen dalkavukları, yalakaları işe yerleştirme, devletin nimetlerini peşkeş çekme derdine neden düştünüz? İsim isim vermeye gerek yok. Devletin en önemli habercilik kurumu başına getirdiğiniz şahsın Muta nikahlı eşleri olduğunu bilmiyor muydunuz sahi? Makamı, kasayı, nisayı kapmak sıradan mı oldu? Hayret zulmün 5. Aşamasını, 10 senedir iktidarda olmanıza rağmen halen başörtülü öğretmen, öğretim üyesi ve devlet memurlarına devlet kapılarında zulüm edilmesi, umutların, duaların söndürülmesini göstermiştim. Fransa hariç Avrupa’nın tüm ülkelerinde, ABD, Kanada ve Avusturalya’da başörtülü bayanlarımız devlet kurumlarında, eğitim kurumlarında, üniversitelerde dinlerini özgürce yaşayarak çalışırken, öz vatanlarında parya muamelesi görmesi ve üniversitelerde öğretim üyesi olamaması normal midir? Bu zor sorumdan sonra sihirli bir değnekle dokundular sorun çözüldü! Muktedir devlet biziz, “şucular bucular”ın yurt dışı yapılanmasına devlet imkanlarıyla alternatif yapılanma kuracağız veya bize tabi olmazlarsa iflahlarını keseceğiz planının, “devlette ikilik olmaz” teraneleri ile baskıya dönüşmesi, altıncı aşamaydı. Yurt içinde zulmettiğiniz çevreyi köşeye sıkıştırma taktikleri sürerken yurt dışında kafa kola alabileceğinizi mi sandınız? Devlette ikilik arıyorsanız size derin devletin son bir yıldır yaptırdıklarına bakınız, ne kadar kendiniz kalabildiniz, değişen camia mı yoksa siz mi? Yedinci aşama, başbakanın egosuna oynayan derin yapının istihbaratı, üst general kademesi ve işadamları grubunun, AKP’yi kullanarak camiaya örgüt operasyonu yapmasıdır. Köprü geçerken at değiştirilmez derler, Erdoğan’dan vazgeçen yok, ama kellesini isteyen çete, bu sefer sıkı plan yaptı. Milli İstihbarat Teşkilatı içindeki CIA ve MOSSAD’ın nüfuz ajanları, karakoyun fitne taifesi, Fethullah Gülen cemaati hakkında 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla özel çalışma yaptı ve bir rapor hazırlattı. 40 klasörden oluşan rapora göre, MİT cemaatin önde gelen 4800 ismini iç düşman gibi adım adım takip etti. Bin kişi son iki yılda bürokrasiden hemen uzaklaştırıldı. Güya cemaat, paralel devlet kurdu, sermayesi 150 milyar dolar. Cemaat 65′i büyük olmak üzere toplam 700 şirket tarafından destekleniyor. “Cemaatin Kurmayları” olduğu tespit edilen, 4′ü politikacı, 2314′ü işadamı, 171 eski ülkücü, 5′i TSK mensubu, 173′ü emniyet mensubu, 47′si din adamı ve 23’ü MİT mensubu olan isimler hakkında dosyalar hazırlandı. Yeni kabine operasyon amaçlı kuruldu, fişlemeleri yapanlar İçişleri ve adalet bakanı oldular. Kuzuyu yemeğe karar vermiş kurt gibisiniz! Bu arsız operasyona karışacakların iki dünyada da yatacak yeri olmayacaktır… Kamuoyunun beynini yıkayarak şeytanlaştırmayınız. Hele hele cemaat ileri gelenlerini suikast ile ortadan kaldırma görevi, vatanseverlik adı altında lanse edilip, İsrail’in infaz birimi Simbet ve İran’ın infaz birimi Laşgavar Takavar 23 grubuna MİT tarafından havale edilmesi asla af edilemez! Tarih sizi bağışlamaz. Sayın Başbakan, oğlunuz Bilal Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin karıştığı yolsuzluk ve rüşvet olaylarını örtbast etmek için yaptığınız “postu kurtarma” olarak algılanan “istiklal savaşı”nız ülkemizde hukuku tüketti. Anayasayı ihlal ettiniz, bağımsız yargıyı yok ettiniz, emniyeti 38 çalışamaz hale getirdiniz, yazının başındaki öngörümü gerçekleştirdiniz: “Tiranlaştınız.” Neron olsa Roma’yı ancak bu kadar yakabilirdi! Ne bekliyorsunuz, “Gayretullah’a dokunmaya milim kaldı”, Allah’ın tokadı inince mi rahatlayacaksınız! Mavi Marmara ve Fethullah Gülen HocaEfendi’yi Anlamak Okuyuculardan gelen yoğun talep üzerine Mavi Marmara olayını, “Fethullah Gülen HocaEfendi’yi Anlamak” adına yorumlayacağım. Görüşlerim şahsımı bağlar, sosyolojik ve tarihi realitelerdir, belkide hatalı analiz ediyorumdur. Bu yazacaklarımı 2010 Haziran’ında Toronto’da Başbakan’ın bir başdanışmanına ve bakanına açıkca söyledim ve Recep Tayyip Erdoğan’a iletmelerini rica ettim. Muhataplarım, ABD’de Yahudi lobilerini ikna turundan geliyordu, bu nedenle beni can kulağı ile dinlediler ama başbakana ilettiklerini sanmıyorum. Gülen’in Amerikan gazetelerine ilan vererek, “Mavi Marmara’da İsrail otoritesinden neden izin alınmadı” görüşünü savunması, AK Parti ile cemaatın kırılma noktasıdır. Muhatabım, AKP’nin dış politika ve kamu diplomasisini 7 yıl yönetmiş, başbakanın dünya liderleri ile yaptığı tüm ikili görüşmelere katılmış, tercümanlık yapmış, tüm yurt dışı gezilerinde bulunmuş, tüm yurt dışı heyetleri ağırlamış en etkili isimdi. Gençlik yıllarımızda 2 yıllık sıkı bir arkadaşlığımız olduğu için benim sözünü esirgemeyen, kalpten konuşan “çılgın bir derviş” olduğumu bilirdi, bu nedenle sonuna kadar dinledi. İlk tepkim ve sorum şu oldu: “Mavi Marmara gemisiyle gerçekten, samimi olarak Gazze’ye yardım mı götürüyordunuz, yoksa amacınız siyasi bir şov yapmak mıydı?” İHH Başkanı Bülent Yıldırım bu projenin sahibi olarak gözüksede Erdoğan’ın emri ile yapılıyordu. Cevap veremedi, ben cevap verdim. Gayeniz siyasi bir gösteri yaparak Arap dünyasında Erdoğan’ın popülerliğini artırmak, ölü doğan Büyük Ortadoğu Projesi’nde halife lider oluşturmaktı. Eğer gerçekten yardım götürmek isteseydiniz, Kimse Yok mu Derneği gibi yapar, İsrail ile diplomatik kanallarla görüşür ve yardımınızı Mısır üzerinden kara yolu ile yapabilirdiniz. İsrail terör devleti, Filistinlilere zulmediyor söyleminizin Gazze’deki mazlumlara, mağdurlara faydası olmadı. Kimse Yok Mu, milyonlarca dolarlık yardımını elden ulaştırdı, siz ise ulaştıramadınız. Mesele İsrail’e boyun eğmek değildi, mazluma yardımdı. Bir mazlumun derdine deva olmak siyasi getirilerden evladır. Aramızdaki fark bu, bizim siyasi takıntımız yok, Allah rızası gayemiz. Bu görüşüme, “uluslararası sularda 9 vatandaşımızı öldürdüler, hırsızın hiç mi suçu yok Faruk” diyerek yanıt verdi. “Suçu var” dedim ama suç işleyeceğini biliyordunuz. MİT’in aldığı istihbarat üzerine son anda gemiden AKP’li 5 milletvekilini indirdiniz ve siyasi krizin büyümesini ve sıcak savaşa dönmesini engellediniz. Siyasilerin canı canda, gemidekilerin canı patlıcan mıydı? Amacınız İsrail’i dünya kamuoyu nezdinde küçük düşürmek, haksız olduğunu dünyaya göstermekti. Bu politikanızda ısrarcı oldunuz ve konuya Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu ve Başbakan sahip çıktı, her gittiğiniz ülkede kahramanlık tasladınız. Diyelim ki, doğru yaptınız. İsrail zalimine ders verdiniz. Öldürülen vatandaşlarımız için tazminat ve İsrail’den zoraki özür aldınız, bunun Gazze’dekilere faydası oldu mu? İsrail zulmünü daha da artırdı, elinizin ulaşmadığı topraklarda daha fazla masum öldürüldü. Bir masum canı korumak için bir gemi batırılmaz. Bu üstadımız Said Nursi’nin bize öğrettiği barış yoludur. Muhatabım kendinden emin ve gururla dedi ki, “İsrail’a haddini bildirecek Türkiye’den başka ülke yok, bu olay imajımızı yükseltti, gücümüzü pekiştirdi, müslüman ülkelerde başımız dik dolaşıyoruz.” “Tamam, haklısın” dedim. Gazze’ye giden gemilere saldıran İsrail, aptallık denizinde yüzüyordu. Beyaz bayrak taşıyan 32 milletten oluşan aktivistlerin 400’ü Türk kökenli, 700 silahsız kişiydi. Çok sayıda gazeteci bulunan gemiye saldıranların sanırım imaj derdi yoktu. Savaş suçu veya insanlığa karşı suç işliyorlardı. İsrail ile Türkiye savaş hâlinde olmadığı hâlde, hangi akla hizmetle barış misyonu olan 39 gemide Türk vatandaşları katledilemezdi. Osmanlı döneminde olsa bu bir savaş sebebiydi. Sınırsız güç kullanan İsrail’i dizginleyebilecek tek güç Türk ordusudur. Böyle bir beklenti var. Krize tek çözüm yolu bence şudur: Artık NATO bünyesinde Türk Barış Gücü, Gazze Şeridi’ne yerleşmeden insani yardımlar mazlum Filistinlilere asla tam ulaştırılamaz. Şu konularda da hemfikir olduğunu beyan ettim ve çözüm önerimi sundum: Tel Aviv’in, İsrailli politikacıların hiçbir bahanesi kabul edilemez. Devletini savunmak böyle olmaz. İsrail, meşruiyetini kaybetti. Suçu savunma, acizliğin, edepsizliğin itirafıdır. Uluslararası suda insan öldürmek ve yaralamak sadece korsanlara mahsustur. 1947’de bağımsızlığını ilan eden İsrail, hâlen “korsan devlet” gibi davranıyor. Bir devlet İsrail’in yaptığını yaparsa bunun adına “devlet terörü” denir. Elini Türk kanına bulayan İsrail, resmen cami duvarına işedi. Zannımca siyaseten intihar etti. Müslüman dünyasındaki 50 yıllık dostunu kaybetti. Türkiye’de eski dostları bile onu savunamaz artık! İsrail’i Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, hatta tüm dünya ülkelerinin kınaması yetmez. Nasıl olsa takmıyor. Yaptırımlar uygulamadan İsrail uslanmaz. Ekonomik ve siyasi boykotla yalnızlaştırma, nükleer silahlarının elinden zorla alınması da yetmez. İsrail sadece silahtan, güçten anlar. Yıllardır Sam Amcası şımartmıştır onu. Tüm çakma yalanlarına inanmak zorundadır. Uyanalım; bir millet, Filistinliler ölüyor. Dünya vicdanı için atılan son adımı da iğfal etti İsrail. Söz ve kararlar geçersiz, bahane denizi tükendi. Filistin devleti artık kurulmalıdır. Tarafların anlaşamayacakları tek sorun olarak kalacak Kudüs’e ‘uluslararası kent’ statüsü verilebilir. Tüm inançlara açık politika dışı bir şehir hâline getirilmesi ve güvenliğinin NATO Türk Gücü tarafından sağlanması tek çözüm yoludur. Ordumuzun eline, bozulan imajını düzeltmek için mükemmel bir fırsat geçti. TBMM acilen bu kararı almalıdır. Peki bu kararları alacak ve aldıracak güce sahip misiniz? Cevap veremedi. O halde Mavi Marmara ile Arapların gönlünü kazanıp ABD’den kaçan 1 trilyon dolar ve Arap ülkelerinden gelecek milyarlarca dolar yabancı sermayeyi çekmeye çalıştınız. Başını salladı, net konuşamadı. Buna da “tamam” dedim, Arapların parası 11 Eylül 2001 olayından sonra ABD’den Fransa, Rusya ve Almanya’ya kaçtı, Türkiye aslan payını bırakın, leşini bile alamadı. Ancak Filistinlilerin kanı ve beklentileri üzerinden politika yaparsanız ve onları yarı yolda bırakırsanız yarın Arap dünyasını bir anda kaybedersiniz. Kendi liderleri yıllardır halkını aldatıyor, sizde aldatırsanız, bunun adı kurtarma veya yardım götürme olmaz, kendinizi düşünmek olur. Bugün sizi alkışlayan müslümanlar, sokaklara dökülenler, ve pankart açanları siz terkederseniz, umutları söndürürseniz, bu hayal kırıklığının hesabını veremezsiniz. “Hocaefendi neden böyle yapıyor?” diye sordu. Elbette binbir emekle büyüttüğü hayır ağacının sizin siyasi şovunuz nedeniyle kesilmesini istemiyor ve sizle aynı karede görünmenin yarardan ziyade zarar getirdiğini görmeye başladı. Yarın Afrika’da milyonlarca insana yardım götüren, katarakt ameliyatı yapan İHH ve Deniz Feneri gibi insani yardım kuruluşlarınız “terörist listesi”ne alınır ve yardımlarınız engellenirse, bunun vebalini de taşıyamazsınız. Kimse Yok Mu, 80 ülkede mazlumların yardımına koşuyor, keza İHH ve Deniz Feneri’de öyle. Bunların yolunu siyasi şovlarla kesmeye hakkınız yok. Nitekim dediğim gibi oldu, İHH ve Deniz Feneri, Yahudiler tarafından kara listelere sokuldu, önleri kesildi, milyonlarca mazlum yardımsız bırakıldı. Asıl can alıcı kritiği ve yorumu başdanışmana söylerken, yanımıza bugün “Camia’yı bitirmekten sorumlu” psikolojik savaş haberlerini yazan ekibe başkanlık yapan AKP genel başkan yardımcısı, halen “turistik işlerden sorumlu bakan”da vardı. Erdoğan ve AKP, İslam düşmanı, siyonist evanjelist, neocon Amerikan derin devleti cumhuriyetçilerin rakibi olan demokrat Amerikan devletinin onayı, desteği ve önünü açması ile iktidara geldi. Size Yahudi Haham Konseyi karşı olmasına rağmen siyasi rakipleri olan diğer alternatif Yahudi lobilerini yanınıza çekmek için gayret ettiğimizi de biliyorsunuz. Bu aldığınız destek sayesinde, eski Türkiye’yi yöneten global ve yerli baronların size devirmek için ayırdıkları 1 milyar dolarla yaptırdığı 7 askeri darbe girişimi, başbakana 14 suikast engellendi. Ergekoncuları temizlemek için başka bir derin Amerika’nın yardımını aldınız. Gülen grubu haktan yana oldu. Sizi devirmeye çalışan “koç baron”umuza, çetelere dur demek için yırtındık durduk. Şimdi Mavi Marmara ahmaklığı ile öyle bir damarı, taşı çatlattınız ki, iki ayrı yahudi lobisi size devirmek 40 için birleşti ve 10 milyar dolar ayırdı. 1 milyar dolarlık fitneyi 8 yılda zor savuşturduk, şimdi 10 milyar dolarlık fitneyi nasıl savacağız? Faili meçhul cinayetler ve kaostan beslenen eski Türkiye’yi hortlatmak isterlerse, camia sizi tekrar kurtarabilir mi? Söyleyin bakalım, ABD’de Yahudi lobilerini Mavi Marmara konusunda ikna edebildiniz mi? Başdanışman, “tavrımızı sonuna kadar savunduk, dik durduk, dinlediler ama kabul etmediler” dedi. “Turistik bakan”, ağzında purosu ile bana çıkıştı: “Sen Kanada’da yahudi lobisini ikna edebiliyor musun?.Kolaysa sen adamları şeytanlıktan vazgeçir!” Güldüm. Yahudilerin yapısını anlattım ve müslümanlarla diyaloğa kapalı olan bu kapalı toplumun liberal ve laik kesimlerini İslam düşmanı ve müslümanlara önyargılı bakan ve savaşan kesime karşı ikna edip, etkin ama sivil lobicilik yapmak gerektiğini izah ettim. “Purolu bakan” adımı, “Bangladeş Faruk” koydu. Bunun nedeni, onları gezdirdiğim arabamın 1992 model, eski püskü bir Nissan Sentra olmasıydı. “Koskoca bakan ve başdanışmanı bindirecek başka araba bulamadın mı?” diye sordu. “Ben dervişim” dedim, “buda derviş arabası.” Ekledim, “Sizin şişen egonuzu patlatmak için, havanızı almak için Allah beni görevlendirdi.” “ Turistik bakan, başdanışmana döndü ve gülerek beni takdir etti: “Dostun gerçekten eşi benzeri bulunmaz bir derviş. Anlattığın kadar varmış. Bu sözleri bize söyleyecek başka bir adam tanımıyorum.” Mavi Marmara balonunu patlattım ama egolarını patlatamadım. İsrail neden özür diledi?16 Mayıs 2013 İsrail’in Mavi Marmara rezaletindeki hatasını üç senelik direnmeden sonra kabullenip özür dilemesi, pek iyiye alamet olarak yorumlanmadı. Bayram değil seyran değil sahi İsrail bizi niye öptü? Bu konuda ortaya atılan iddialar ve komplo teorilerinin hepsinde bir küçük doğruluk payı olabilir. Ancak gerçek neden Lübnan, Irak ve Suriye’den gelebilecek yeni tehditlerden doğan İsrail’in güvenlik endişesidir. Elbette muhtemel İran operasyonudur. Lübnan’dan başlayalım. 2006 yılında Lübnan’a girerek Hizbullah’a büyük bir ders vermek isteyen İsrail ordusu beklemediği bir hezimete uğradı. Tüm dünyada büyük bir imaj kaybına uğradı. Kısa sürede geri çekilmesi de zaten başarısızlıklarını ispatlıyordu. Lübnan’da yaşayan pek çok Lübnanlı yabancı vatandaşı Türkiye kurtardı. Kanadalı Lübnanlıları, Türk Hava Yolları taşıdı. Bu jestten sonra Kanada ile Türkiye arasındaki limoni ilişkiler yumuşamaya başladı. Hizbullah’ı zayıflatmanın tek çaresi Lübnan’ı istikrarsızlaştırmaktan geçiyordu. Bu politikayı harfiyen Suudilerle birlikte uygulayan İsrail, Lübnan’ın politik yaşamında Hizbullah’ın yükselişini engelleyemedi. İran ve Suriye tarafından desteklenen Hizbullah tehditini yok etmek için Suriye’yi üçe bölme projesi sahneye kondu. Lübnan’ın Beka vadisi askeri kampları neredeyse 45 yıldır Ortadoğu’da terörist yetiştirme merkezi olarak kullanılır. Ülkemizdeki pek çok aşırı solcu buradan çıkmadır. Gazeteci ve yazar Cengiz Çandar’dan Faik Bulut’a buradan geçmeyen solcu iyi militan kabul edilmezdi. ASALA, PKK, HAMAS militanları da buradan geçti. Finansmanını eskiden Sovyetler Birliği sağlardı. Yıkıldıktan sonra İsrail bu görevi devraldı. Son iki yıldır bu kampları tekrar canlandıran MOSSAD ve MİT’in asker kökenli Özel Harp elemanları Suriyeli muhalifleri birlikte yetiştiriyor. Esad rejimine direnecek militan bulmakta zorlanınca önce yurtdışındaki Suriyelilerle işe başladılar. Irak’taki Suriyeliler ilk başlarda Amerikan üslerinde eğitimden geçirildi, sonra Beka’ya alındılar. Beka’da planlanan yeni Suriye kime hizmet edecek? Susurluk’ta ceza alan tek komutan Albay Korkut Eken, hapisten çıktıktan sonra bir süre köşesine çekilmişti. Şimdi Beka’da Suriyeli muhalifleri eğiten birimde çalışıyor. Yanında da Mahmut Yıldırım kod adlı Yeşil ve yardımcısı Abdullah Argun Çetin bulunuyor. Ülkemizde planlanan, Suriye İstihbaratı Muhaberat ve PKK üzerine yıkılan pek çok provakasyonu, Esad’ın A takımına yapılan suikastları hep bu ekip organize etti. Amaçları İsrail’in güvenliğini sağlamak ve İsrail ile Türkiye’yi ortak düşman ve hedefler etrafında birleştirmektir. İsrail’den özrün gelmesi bundandır. Esad’la iyi ilişkiler kurmak ve 41 son iki yıldır ikna etmek için Suriye’ye 66 sefer düzenleyen Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun ‘Suriyeli muhalifleri eğiten özel harp elemanımız Suriye’de yoktur’ açıklamasını gülümseyerek karşılıyorum. Türkiye hep politik, hem askeri lojistik olarak destek vermese Suriyeli muhalifler direnemez. Elbette isyancılara ana finansmanı sağlayan Suudi Arabistan ve Katar’ı unutmayalım. Buna rağmen yeterince silah vermiyorlar ki daha fazla Müslüman birbirini öldürsün. Son iki sene içinde Esad rejimi 40 bin kişi öldürdü, 200 bin kişi ülkemize sığındı. HAMAS’ın ana finansörü olan Suriye’nin Baas rejimi, bölgede yıkılmak istenen eski sistemi temsil eden son firavunluk olarak direncini sürdürüyor. HAMAS’ın Lübnan ve Suriye’de askeri kampları ve ideolojik eğitim okulları bulunuyor. HAMAS’ı ilk kurulduğunda FKÖ Lideri Arafat’a karşı desteleyen İsrail’in şimdi tek amacı Suriye’yi bölerek HAMAS’ı güçsüz bırakmak. Tabi işgal ettiği Golan tepelerini geri vermemekte işin ayrı kazancı. Suriye’de Nusayristan adlı denize kıyısı olan arazileri kapsayan bir devletçik kurulduğunu ve Esad’la bu doğrultuda pazarlık yapıldığını bir yıl önce yazdım. Marudi Hıristiyanları da bu bölgedir. Son iki yıldır etnik temizlik ile Lazkiye merkezli yapı şekillendi. Rus üsleride bu bölgede bulunduğu için, kazanımlarını kaybetmeyecek Rusları ikna etmek zor olmayacaktır. İkna olmak istemeyen Ruslara Kıbrıs’ta düzenlenen iflas tuzağının amacı bu olabilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın HAMAS’a destek veren siyasi şovları, Gazze’ye düzenlemeyi planladığı şov ziyareti İsrail’in işine gelmiyor. Belki de özür dileyerek tükürdüklerini yalamaları bundandır. Neticede Suriye bölününce Halep merkezli Sünni yapı doğal olarak Türkiye’ye bağlı veya bağımlı yaşayacak. Kürtlerin bulunduğu bölge ise doğal olarak Erbil merkezli Barzani Kürdistan’ına veya Diyarbakır merkezli Türkiye Kürdistan’ı ile zamanla birleşecek. PKK açılımına İsrail’in destek vermesi birazda bundan olabilir. Büyük Kürdistan’ı Türkiye’yi büyütecek değil bölecek bir milliyetçilik ayaklanması olarak görüyorlar ve zayıf bir Kürdistan’ı daha kolay sömürebileceklerinin farkındalar. Kuzey Irak’ta Kürdistan’ı her yönden destekleyen ve Erbil’i cazibe merkezi haline getiren İsrail, Kürtleri yönetme hevesinden vazgeçmeyecektir. PKK’ya bu zamana kadar destek vererek Türk hükümetlerini kızdıran İsrail artık siyasileştirdiği PKK ve Kürt sorunu ile dost gözükmeye mahkûmdur. PKK ile ‘milli barış’ tutmazsa İsrail B planına geçecektir. İki senedir Amerikan ordusunun ayrıldığı Irak’ta işler sanıldığı gibi iyi gitmiyor. Şiiler ile Sünniler arasında bir iç savaş bırakarak geri çekilen Amerikalılar geride bir sürü fitne ocağı bıraktı. Sanıldığı gibi asıl sorunu çıkartan Irak’ın güneyinde Basra, Necef, Kerbela merkezli Şiiler değil, neoselefi akımının radikalleştirdiği Sünnilerdir. Yine Suudi Arabistan ve Katar’dan finansmanın alan Vehhabi zihniyetli terör gruplarını her gün bir intihar veya bombalama girişimi ile kendi Müslüman halkını öldürüyor. Irak lideri Maliki ile Haşimi arasındaki siyasi ihtilafa Türkiye’nin müdahil olması iyi olmadı. Sünni grupları Şiileri yok etmesi için örgütleyen Haşimi’nin arkasında İsrail ve ABD istihbarat ve ordu birimleri vardı. Daha geçenlerde Kerkük’te 50 yerde birden bombalar patladı. Türkmenler ile Kürtler, kente selefileri sokmamak için azami gayret gösteriyordu. Çünkü biliyorlar ki Vehhabi militanları giren yerde kardeş kavgası başlıyor, halk ikiye bölünüyor ve işgalci dış düşman kıs kıs hallerine gülüyor. Haşimi’nin önce Erbil’e sonra Ankara’ya sığınmasından sonra Kerkük merkezli Türkmenler dahi Erdoğan’dan ve AKP hükümetinden kuşku duymaya başladı. Ankara, gerçekten Haşimi’nin arkasında kim olduğunu bilmiyor mu yoksa İsrail ile güvenlik konusunda ortak çalışma mı sergileniyor? Bu nedenle Maliki’nin ABD başkanı Obama’nın zoruyla Ankara ile aramızda sorun yok açıklamasını çok çakma buluyorum. Zira Haşimi’nin yediği haltların belgelerini Maliki’ye veren CIA ve MOSSAD. Maliki haksız sayılmaz. İngiliz medyası İsrail’in Türkiye’den neden özür dilediğini önce ekonomik gerekçelere bağladı. Güya Kıbrıs’ta büyük gaz rezervi bulan, bu doğalgazı hem Türkiye’ye satmak hemde yapılacak boru hattı ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya satmak için yelkenleri suya indirdi. Bu haberin özürden hemen sonra dolaşıma sokulması kerizleri kandırmak içindi. Önceden hazırlandığı belliydi ve havadan sudan bir gerekçe olduğu oldukça açıktı. İsrail ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler sanıldığı gibi Davos’ta yaşanan kurgu ‘One Minute’ olayından veya siyasi şov için tasarlanan Marmara Gemisi olayından 42 sonra gerilemedi, kesilmedi, bilakis yükseldi. Askeri ihalelerde bazı geri adımlar olsada İsrail mevzi kaybetmedi. Sadece istihbaratçılarımızı eğitme anlaşması askıya alındı. Suriye’deki gelişmeler nedeniyle bir yıldır zoraki ortak çalışma ortamı oluşturuldu. Yani bu ambargoda güme gitti. AK Parti hükümeti’nin dev projeler hazırlayarak kendi zenginlerini oluşturma hevesi İsrail’in kaçıramayacağı bir boşluktu. Dünya finans merkezlerini elinde bulunduran Yahudi sermayesi kredileri musluklarını sonuna kadar Türkiye için açtı ve ülkemiz aşırı borçlandırılmaya başlandı. Kanal İstanbul gibi 40 milyar doları bulacak bir projenin gerçekleşmesi için Hazine’nin garantisi gerekiyordu, dış kredi merkezleri kesenin ağzını açmadan yapılması zaten imkânsızdı. GAP projesini dahi henüz tam bitirememiş bir Türkiye’nin dev projelerle Yahudi sermeyasinin kucağına itilmesi İsrail’in özrünü de getirdi. Kaz gelen yerden tavuk esirgemeyen İsrail ve zengin Yahudi kapitali, Türk gururunu okşamak zorundaydı! İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Yaakov Admiror, Ankara’daki Akıncı Hava Üssü’nde eğitim izni istiyor. İngiliz Sunday Tİmes’ın haberine göre talepler içinde Türk hava sahasının İsrail savaş uçaklarına açılması da var. Tel Aviv, buna karşılık Türkiye’ye hava savunma sistemi vermeyi öneriyor. Söz konusu sistem içinde anti-balistik füzeler ve gece-gündüz fark etmeksizin her türlü hava koşulunda çalışan üst düzey bir gözetleme teknolojisi de yer alıyor. Suriye’de Rusların verdiği 4800 füze var iken ülkemizdeki füze sayısı sadece 4. Üstelik füzelere karşı korunma sistemi Patriot’ları Almanlar daha yeni verdi. Malatya’da kurulan üste ise Amerikalılar ve İsrail, son üç yıldır İran’ı adım adım izliyor ve güya İran ve Suriye’den füze atılırsa ülkemizi koruyacaklar… İsrailler kendilerinden emin. İki ülkenin kaderinin, güvenlik endişelerinin ortak olduğu konusunda Ankara’yı ikna etmeleri zor değil. Obama’nın baskılarıda zaten bu yönde bir işbirliğini zorunlu kılıyor. Türkiye ve İsrail, güya İran’ın nükleer programı ve Suriye’deki iç savaş konusunda ortak endişeleri paylaşıyor ve bir uzlaşma sağlaması kaçınılmaz olarak lanse ediliyor. Zira sırada İran var iken İsrail’in Türkiye ile kavga etmeleri aptallıktı. Kuru bir özürle ve ödenecek tazminatlarla Mavi Marmara diyeti verildi. Peki Türk ordusu, MOSSAD ve CIA’nın oyunlarıyla Suriye ve İran ile savaştırılırsa bunun diyetini kim ödeyecek? Erdoğan, Misakı Milli sınırlarını kazanan lider olarak tarihe geçmek istiyor. Halep, Musul, Kerkük, Erbil, Zaho, Süleymaniye’yi Türkiye içine almak hepimizi mutlu eder. Her şeyin bir bedeli vardır. Herhalde İsrail özrüne bedel aldı veya alacak. Umarız bu bedel yeni kanlar dökülmesine yol açmaz. Yahudi sermayesinin teşvik ettiği ve kısa yoldan zengin olmak isteyen AK parti elitinin üzerine atladığı dev projeler ekonomimizi batırmaz… Hikmeti Hükümet ve saltanat tanımıyoruz! Emeviler, dört raşit halife dönemindeki İslam’ı yıkarak saltanat devrini başlatmış, “hikmeti hükümetten sual olunmaz, devlet her zaman haklıdır” yanılsamasını çok kelle alarak benimsetmiş ve ehli beyti ülkeden kovmuşlardı. Arkasına eski Türkiye’nin fitnecilerini, fişçilerini, binbir kılıklı şeytanlarını alıp, onca debdebeye rağmen masum gözükenlerin maalesef Haccacı Zalimlerin ruhunu hortlatmasına az kaldı, doktorum nerede! Oysa sahabe efendilerimiz, savaş ganimetlerinden dağıtılan kumaştan elbise yapan Hz. Ömer’e, “ben yapamadım, sen nasıl bu payla yaptın” diye soracak kadar kamu hakkını arayan hakperest, cesur yüreklerdi. Abdullah İbni Ömer, “ben kendi payımı babama verdim de iki kumaş payından bir elbise çıktı, babam hak yememiştir” diye izahat getirmişti. Birileri bugün bırakın küçük bir kumaş parçasını deveyi hamudu ile götürmüş ama havada binbir takla atarak hesap vermekten kaçıyor. Sanki şeriat devleti kurmuşlar gibi beytülmal denen hazineden beşte biri kasalarına indirmişler, ganimet diye taraftarlarına oşür dağıtmış, eleştirenlere “şeriatı yıkıyorsunuz” diyorlar. Kendi nefsi ile büyük cihadı tamamlayamamışlar, güya şeriatı yıkmaya çalışanlara karşı çirkefce savaşıyor, “kendilerine müslüman” olduklarını ıskalıyorlar. “Hırsızlık yaptık ama sorun biz niye yolsuzluk yaptık” diyen ve hükümet icraatında hikmet arayanlara, nikmet tokadının vurulması kaçınılmazdır. Hükümet ehlinin bir 43 zamanlar pek sevdiği aydın Ali Şeriati derdi ki, müslümanlar dört zindanda hapistir: Tarih, toplum, coğrafya ve enaniyet. “Otoriteye, sizden olan emirlere saygı” hadisini delil gösterenlere hadisle diyorum ki, mazlum hakkını bağıra bağıra alır, halife, mehdi, peygamberden bile olsa. Bunun peygamber efendimiz ve dört halife devrinde o kadar çok örneği var ki, zulme mutlak itaat yoktur. “Bende hakkı olan varsa alsın” diyen Hz. Muhammed (SAV), sırtını açıp kırbacı bir Bedevi’nin eline verecek kadar demokratikti, pek siz neden adil olamıyorsunuz? İşte size muhteşem model. “Ulul emre, halifeye, padişaha mutlak itaat etmeyen, fitne çıkarır, isyan eder” diyen “kamu yamyamları”na İslami muhalefeti öğretmek aydınlar üzerine düşen bir namus borcudur. Kamu kasasından çalınan milletin vergilerini yandaşlarına “ganimet payı” diye dağıtanlar, ötekileştirme yaparak, “bizimkiler güçlensin diğerleri yok olsun” diyenler, adaletten bahsedemez. Hele hele milletin alınteri ile toplanan himmet, zekat ve sadakaların her kuruşunu yerinde kullananlara iftira atamazlar. Hangi devlette yaşıyoruz? Ne zaman Türkiye’ye şerait geldi, geldi ise bu mudur şerait? Kadıların, polisin işine engel olmak mıdır adil düzen? Kanunsuz emirlere uyan kamu görevlileri yarın hesap verecektir. Bugünkü hukuk ihlalleri yarın mutlaka yargı önüne gelir ve bugün zulmeden siyasilere boyun eğenler iki cihande da rezil olurlar. “Yetkim olsa HSYKyı yargılarım”diyen zihniyetle, İstiklal Mahkemeleri kurup hukuk icra eden(!) zihniyetin paralelliği halkın gözünden kaçmıyor. Yakın geçmişte vatan evlatlarını ordumuzdan “irticacı” fişlemesiyle peygamber ocağından atanlarla AK Parti aynı yerde duruyor, zulme “hayır” diyeceğiz. İslam’da gıbta caizdir ama hased ile komşudur. Hased kıskançlıkla komşudur. Kıskançlık kinle komşudur. Kin nefretle şeytanlaştırma komşudur. Söylemeye dilim varmıyor ama şeytanlaştırmadan sonraki aşama kafirleştirmedir. Biri diğerine kafir der, kafir değilse muhatabı, söyleyen kafir olur. Partizanca hareket edenler, cemaata söverek, bir Hak dostuna iftira atarak cihad yaptığını sanacak kadar pespayeleşmişse bu tehlikeli zincire üye demektir. Unutmayalım, Haricilerde kendilerinden olmayan hamile bir kadını öldürür, sonra da evinin bahçesindeki üzüme para takar, haklı olduğunu sanırdı. Adaletsizlik ve zulümde ısrarcı olarak ‘savaş’ yürütenler, iftira, hakaret ve küfürlere devam ediyor. Korkunun temelinde öfke ve çaresizlik vardır. Tahammülsüzlük nedeni kısır döngüde bocalamaktandır. Yolsuzluklarla mücadeleyle halkın oyunu alan AK Parti, her devlet krizinde “milletin oyu arkamda, susun sandıkta görüşürüz” diye milletini “aptal” yerine koyuyor. Temsili demokrasinin değil lider sultasının olduğu ülkemde çoğulcu, katılımcı, müzakereci demokrasiden bahsetmek abesle iştigal. Hatta suç olarak sayılıyor. Vatandaşın hakkı sadece oy kullanmaya beş yılda bir gidip, sonra susup oturmak, yanlışlıklara “dilsiz şeytan” olmak değildir Batı demokrasisinde. Hükümeti, devleti denetleyen, kamu yararına çalışan sivil toplum ve bağımsız medya güçlüdür. Kamu denetçisi Sayıştay, teftiş kurulları özgürdür. Yargı bağımsızdır, kolluk kuvvetleri suçlu babası olsa işlem yapar. Hükümet, kuvvetler ilkesini müdahale ederse anayasal suç işlemiş olur, devleti kendi malı ve partisinin malıymış gibi yönetemez. Bunun aksi düşünülemez, hesap vermeyen politikacı ancak tek parti, ayetullah, şeyh, kral gibi dokunulmaz yetkilerine sahip diktatörlüklerde olur. AK Parti’nin gece yarısı çıkardığı adli kolluk yönetmeliği skandalını Danıştay’ın iptalinden sonra benzer bir adım benzer bir hukuki metnin ortaya konulma yoluna gidilmemelidir. Polis teşkilatımızdan tamamen ayrı sadece savcıların emrinde çalışan adli kolluk teşkilatı kurmamız gerekiyordu, standart da budur. Sert yöntemleri uygulayanlar, polisimizi sindirerek, etkili bir şekilde görev yapamalarını engelleyerek ülkeye huzur ve refah gelmeyeceğini görmelidirler. Polis binalarımıza medyanın girmesini yasaklayan uygulamadan vazgeçilmediği sürece şeffaf bir ülkede güven içinde yaşadığımızdan emin olamayız. Yargıda krize yol açan hesap vermekten kaçan hükümetin ta kendisidir. Yargıda aslında kriz yok, yargıda müdahale vardır. Bu müdahale kalkarsa yargıda kriz kalmaz. Bu gidişin demokratik bir rejim içinde sürdürülebilmesi mümkün değildir. 44 Görüntü ve tesbitlerim şunlar: Eğer şeriatı getirdik ve İran benzeri bir devlet kurduk diyorsa, AKP bunu parti tüzüğüne yazmalı ve bu programı ile vatandaştan oy istemelidir. Eğer Ayetullahlar gibi günah işlemeyeceklerine ve yargıya hesaptan muaf olduklarını düşünenler AKP’de varsa İran’a gitsinler, burası Türkiye! Eğer krallık kurduklarını, kral ailesine mensup şürakının devletin malının yüzde beşini hesaplarına geçirip, yandaşlarına “oşör”, “ulufe”, “makam” dağıtabileceğine inanan varsa Suudi Arabistan’a gitsin. Ne İran nede İran’daki hükümetler İslam devleti değildir; biri kralllık saltanat, diğeri molla görünümlü Fars oligarşik despotluktur. Hikmetleri kendilerinden menkul hükümetlerin İslam’ın adını kirletmeye, “Milli Görüş”, “Milli Düzen”, “Adil Düzen” diye diye müslümanlığı lekelemeye hakkı yoktur. “Kendi sırtımdaki dar Milli Görüş gömleğini çıkardım, yüzde yüzün başbakanıyım” diye balkon konuşması yapıp, yüzde yüzün sırtına “Milli Görüş gömleği” giydirmeye hiç hakkı yoktur. Ülkemizi zavallı bir Ortadoğu, Afrika, Güney Amerika ve despot bir Asya ülkesi konumuna küçük düşürmeye kimsenin hakkı yoktur. Türk insanı, Batılı standartlarında üstünde bir temsili, çoğulcu, katılımcı, müzakereci demokrasiyi hak ediyor. Gerçi daha demokrasi gelişimini tamamlamış, gerçek İslam’ın öngördüğü Asrı Saadet dönemi medeniyet seviyesine çıkamamıştır ama olsun helelik biz buna bile razıyız. Geriye dönüşe asla razı değiliz. Özetle, hikmeti Hükümet teranelerine karnımız tok, İslam’da olmayan bir saltanatı ise asla tanımıyoruz! AK Parti, 2002 ruhuna geri dönmezse, ülkemize yazık ediyor. Samiri’nin put buzağısının akibeti- Faruk Arslan İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif’in idealleştirdiği ‘Asımın Nesli’, Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu Nesli’, Nurettin Topçu’nun ‘Yarın ki Türkiye’nin Kurucuları’, Sezai Karakoç’un ‘Diriliş Nesli’, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ‘Altın Nesil’ diye tanımladığı, zamanın sahibi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bahar çiçekleri olarak beklediği ‘Nur Nesli’ devlet okullarında yetişmedi. Özel okullar ve dershanelerde, özelliklede ‘Işık Evleri’nde sohbeti cananlarla sümbüllendi, fide oldu, ağaç oldu ve meyveye durdu. İşte tam bu noktada neslin kılcal damarları ile oynamak isteyen devletin baskıcı, zorba, çatık kaşı devreye girdi. Kız erkekli evler tartışmasında asıl hedefin ‘Işık Evleri’ni fişlemek, takip altına almak ve öğrencileri TOKİ’ye yaptırılan devlet öğrenci evlerine taşımak olduğunu bilen biliyor. Bundan sonraki aşama özel yurtların sıkı denetlenerek bezdirilmesi ve MİT’in devreye sokulmasıyla velilerin gözünün korkutulmasıdır. Peki nasıl oluyorda 28 Şubatcıların yapamadığı zulmü, AK Parti gibi muhafazakar olduğu öngörülen bir parti gerçekleştiriyor? Devletçiliğin dik alası neden yapılıyor? AK Partili belediyelerde açılacak dershanelerde oy ve rant kazanmak için mi bunca emek zayi ediliyor? 45 DP Lideri Adnan Menderes’in son beş yılına göz atarsanız aynı aşırı devletçi zihniyeti gözlemlersiniz, bu nedenle de Menderes’in asıldığı günün ertesi hiç bir muhafazakar görüşlü yerel ve ulusal medya Menderes için başımız sağolsun dememiştir. 1945 ile 1952 arası tek adam olmaya çalışan İsmet İnönü’nün icazetiyle Atatürk’e medyada en fazla sövülen yıllardır. Menderes, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu İnönü’nün diktatörlüğe hevesli iştahını kesmek için çıkardı. Ancak ordu İnönü’nün yanında yer aldı ve Menderes’i ipe götürerek, seçimle iktidara gelmesi mümkün olmayan CHP’nin yolunu açtılar. Açın o günün gazetelerini okuyun. Menderes’in son yıllarında CHP ile yarışarak İslami camianın nasıl baskı altına alınıp bezdirildiğini hayretle göreceksiniz. Konumuza, bugüne dönelim. Dershanelerin kapatılması tartışması, firavunun zulmünden Hz. Musa’nın kurtardığı nesli yoldan saptıran Samiri’nin omzunda gezinen altın put buzağısıdır artık. Eski adetlere dönüşü temsil ediyor. Firavundan tam kurtulmuşken mucizelere aldırış etmeyerek kavminin kılcal damarlarıyla oynayan Samiri bir simgedir. Hocaefendi, Kuran’dan getirdiği bu sembol ve kıssa ile şunu anlatmak istiyor olabilir: Eğer ufukta beliren altın nesli yetiştirmeye giden yolları keserseniz, Allah sizi çöle atar ve 40 yıl yolunu bulamadan çölde gezinen Hz. Musa ve kavminin durumuna düşersiniz. Ekmek ve helva ile beslenirsinizde beğenmezsiniz. Bir Hz. Yuşa ve eskinin baskıcı zihniyetinden uzak bir altın neslin çölde 40 yılda büyümesi gerekir ki, Mısır’a, Kudüs’e öz yurduna dönsün. Bu ilahi bir adalettir. Herşey siyaset değil beyler! Siyasi İslam ile iktidara getirdiğiniz, devletin kılcal damarlarına yerleştirdiğiniz kadrolar, hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık yapıyorsa bir yerlerde yanlış yapıyorsunuz demektir. Devrim böyle mi oluyor? Hangi ihaleden ne kaparım, sülalemi, arkadaşlarımı nasıl nemalandırırım hesapları yapan, satılmaya her an hazır bürokratlarınız varsa bunun adına yenilenme, ustalık dönemi mi diyeceğiz? İhtiyaç sürerken ve alternatif bulamamışken dershaneleri kapatırsanız herkes bunun siyasi olduğunu düşünür. Güç savaşı mı yapıyorsunuz veya Ergenekon’dan daha derin ve örgütlü olduğu bilinen Göktürk yapısının emrine mi girdiniz derler. Hatırlayalım, dershaneleri ortaya çıkartan zaten eğitim eşitsizliği, at yarışı tarzında sınavlar değil miydi? Liselerde kaliteyi yükseltebilecek adımlar atabilseydiniz ve üniversiteye giriş imtihanını kaldırabilseydiniz dershaneler kendi kendini kapatırdı. Dershaneleri açan kapatır, kumarhane mi kapatıyorsunuz? Var mı dünyada bir örneği? Devlet elini özel girişime müdahaleden çekmelidir. Başbakan iki müsteşarını çok seviyor ve gözü kapalı dinliyor. Biri MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Öteki dershane skandal yasa taslağını hazırlayan, hazırlatan Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Doç. Dr. 46 Yusuf Tekin. Bakanlıkta 11 yılda beş bakan değişti ama siyaset bilimci Yusuf bey değişmedi. ‘Emret Bakanım’ dizisini hatırlarsınız, bakanlara aslında fazla bir şey sorulmaz, müsteşar ve yardımcıları seçtiği bürokratlarıyla işlerini saman altından yürütür. Bumerang yasası, Tekin’in ekibinin marifetsizliği. Seçim sonrası gündeme getirilecekti, Zaman’ın manşeti ile foyanız ortaya çıktı. Tüm dershanelerin yıllık cirosu 7 milyar dolar civarında. Bir köprü, otoban yol, hava limanı veya bir kaç AVM projesinin bedeli veya rantı tüm dershanelerin gelirine denk. Galiba devlete yaslanarak zengin olmayı seven muhafazakar iş adamlarımız şiştikce Karunlaştı, şişenler devleti kendi çöplükleri sanmaya basladı. Sonu vahim bir durum. Karun’un tüm hazinesiyle yerin dibine batırıldığını, ‘herşeyi kendi ilmim,çabam ve zekamla yaptım’ diye diye enaniyeti nedeniyle zulmederek gayya çukurunu boyladığını Kuran’daki ayetlerden hatırlayacaksınız. Kamuda tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır anlayışına ne oldu? Hz. Ömer adaletine ne oldu? Ayetlerle ve hadislerle sabittir, küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Zalimi cezalandıran vesile ne olursa olsun Allah’tır. Herşeyi kendine yontanlar, her başarıyı kendinden görenler nefsini putlaştırır, firavunlaşır ve Allah’a iman ettikleri halde zulümleri nedeniyle kalpleri çevrilir ve her şeyde Allah’ı göremezler. Tarihte iz bırakıp nesiller boyu anılmak istiyorsanız, önce kalplerde sevilecek ve kalp kırmayacaksınız, kalp sultanı olacaksınız. Siyasi arenalarda sultan olupta, iktidardan düştükten sonra sövülenler çoktur. Evvela dershanelerin bizatihi kendisi terörle mücadeledir. Özellikle Güneydoğu ve Doğu’da okuyamayan, işi olmayan genç ne yapacak? Bu hizmet para ile devletin gücü ile yapılamaz, nefesiniz ve niyetiniz yetmez. Dershaneleri kuranlar Anadolu’nun zeki olmasına rağmen okuma imkânı bulamayan çocuklarını ülkemize kazandırdı. Eğer mesele sadece para olsaydı her türlü alanda kısıntı yapılır ek hizmetler verilmezdi. Özellikle kırsal bölgelerde dershaneler çok düşük ücretlerle veya ücretsiz olarak eğitime destek veriyor, dağa militan çıkmasını engelliyor. Çok düşük maaşlarla veya gönüllü olarak çalışan öğretmenler rant peşinde koşuyor olamaz. Herşeyi ranta çeviren hükümetciler rant mı peşinde acaba denecektir. Her yıl 150 bin başarılı öğrenci geleceğe katkı için ücretsiz eğitim alıyor. Birileri fakir ama zeki Anadolu çocuklarının okumasını ya istemiyor veya kendi kontrülünde olmasa korkuyor sonucu ortaya çıkıyor. MİT’i devreye sokmanız bundan mı? AK Parti bu yolu tıkarsa inandırıcılığını kaybeder ve kısa vadede oy kaybına uğrar. Dershaneler dönüştürme gayretkeşliği orta direğin ve yoksul Anadolu’nun, elitlerin egemenliğine karşı hayatta kalma çabasını dumura uğratır. Bunun sonucu sandığa yansır. Bedava hizmet sunan, dağın yolunu kesen Etüd Merkezlerini yok etmeye çalışan AK Parti gerçektende BDP ve PKK ile seçim anlaşması mı yaptı sorusu vatandaşın aklına gelecektir. Hizmet camiasından kaybedeceği oyları BDT ve PKK oyları ile takviye etmeye çalışan, iktidarda kalabilmek için herşeye evet diyen bir tavır, geri teper. Halkmız çarıklı evliyadır, samimiyetsizlik kokusunu hemen alır, mühlet verir ama ihmal etmez! ‘Siyasi hayatıma da mal olsa sekiz yıllık eğitimle ilgili kanunu çıkaracağım.’ diyen Mesut Yılmaz ile AK Partinin dershane fiyakosu birbirine benziyor. Türkiye’yi yurtdışında başarı ile temsil eden ve alnımızın akı Türk okullarını güya devleti(!) tehdit ettiğinden dolayı derhal dönüştürmek isteyen, 8 yıllık temel eğitimle hafızlık kurumunu yok eden, Kuran Kurslarına talebin önünü kesen 28 Şubatcılardan AK Parti’nin ne farkı kaldı? 28 Şubat’da zirve yapan jakoben devlet zorbalığı, AK parti dayatmaları ile geri döndü. Bir askeri vesayetçiydi, öteki yeşil urbalı ve İslami üsluplu zorba! Bir kere özel teşebbüsü ketmetme Anayasanın teşebbüs hürriyetine aykırı. İnsanların neye inanacağına karar verebileceğini düşünmek ticareti engellemek ve özel girişimi törpülemek antidemokratik devlette olur ancak. Dershaneler kapatılırsa veli, çocuğunu nereye gönderecek? Özel dersin saati 100 TL’den başlıyor. Burada olan yine yoksul vatandaşa olacak. Öğrenci en iyi okulda okusa bile ek ders alıyor. Veliler ve öğrenciler gelecek planlarında rehberliğe ihtiyaç duyuyor, devlet okulları aciz. 47 3 bin 10 dershaneden yalnızca 263’ünün ‘dönüşüme’ uyumlu olduğu ortaya çıktı. Hal böyle iken bu kurumları nasıl dönüştüreceksiniz? Yalan bu. Halihazırda özel okulların durumu ortada. Kontenjanlarının yüzde 40’ı boş. Devletimiz neden bunları desteklemiyor? Amaç bağcıyı dövmek. Geçen yıl 1 milyon 857 bin öğrenci sınava girdi. Bunların yüzde 31’i mezunlar. Peki, mezunları üniversiteye nasıl hazırlayacaksınız? Sınavla liseye, üniversiteye öğrenci almaya devam ettiğiniz sürece dershanelere olan ihtiyaç sürecektir. Liselerinizi adam edin önce, dökülüyorlar. 350 bin öğretmen atama beklerken, işsiz kalacak 150 bin dershane öğretmenini nasıl devletleştireceksiniz?! Veya devlet kontrolüne almak zorunda mısınız? Çözüm önerim şudur: Eğer Avrupa ülkeleri, Avusturalya, Kanada ve ABD de olduğu gibi lisenin son 2 yıl notlarına göre öğrenciyi üniversiteye alır, liseyi kaliteli yaparsanız dershane kalmaz. Eğer Kanada ve Avrupa ülkelerindeki devlet okulları gibi danışmanlık ve rehberlik kuracak olsa bakanlığımız tamam, olmadan hiç konuşmasınlar. Dershaneler liselilere destek veren ve rehberlik sunan kurumlar olarak kalacaktır. Doğrusuda budur. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası izleyen başbakanımız itidale gelecektir. Devlet, Batılı liberal demokrasi ve ekonomilerde küçülürken, devletin yükünü azaltan özel girişimcilerin önü açılır. Bunun tam tersi yola sapmak akıntıya kürek çekmektir. Büyüyen devlet ve devletçilik baskıcı ve kontrolcüdür. Son uyarı: Samiri’nin put buzağı hevesi, İsrailoğullarının 40 yıl çölde hapis kalması cezası ve hazin akibetine yol açtı. Hocaeefendi’nin Hacet namazı ve duaya çağrı mesajı, ne denli büyük bir felaket ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. Bunu hafife alıp, altın neslin yetişmesi uğrunda çekilen çile ve gözyaşlarını görmezden gelenler, Anadolu halkının ak kazancı ile yükselen hayırları örtbast edenler, kılcal damarlarımızla oynanmasına gözyumanlar, ilahi ceza tahakkuk ederse ne bu dünyada nede ahirette hesap veremezler. Kızıldeniz’de boğulmaya doğru!- Faruk Arslan Kalplerin kalbini kalbin zümrüt tepelerinden konuşturmanın vakti geldi. Firavun ve ordusu, istihbarat teşkilatı, nefsine esir medyaşörleri ile Kızıldeniz’de boğulmaya doğru koşarken, münzevi Sufi’ye susmak yakışmaz. Vicdan gerçekleri bilir, kalbin sahibini dinler, Kur’an’daki Hz. Musa ile Firavun’un meşhur kıssasını kalp gözüyle okur. Sufiler Kur’anı sadece lafzıyla okumaz, mealin farklı tefsiri yorumlarını batını ve batının batınıyla tahlil eder ve günümüze dersler çıkarır, sözünü sakınmadan söylerler. Sufizm konusunda tez yazdığım için farklı bir bakış açısı ile gündemi yorumlamama, umarım Firavun ve Sufi kızmazlar. Her nefiste firavun ve sufi nefisleri çarpışır. Hz. İbrahim (AS) ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV), kalplerin kalbini temsil eder, tüm insanlığa tek doğruyu nasihat ederler: Allah en güzel vekildir. Hz. İsa (AS), kanunlar nizamlar ötesinde ruhani kalbin içinden hitap eder. Hz. Musa (AS) ise, bir kaç nesil boyu köleleşmiş bir kavmi firavunun zulmünden kurtararak özgürleştiren, 40 yıllık çöl hayatında Allah’ın kanunlarına tabi kılan vicdani kalptir. Tiranlaşan firavun nefis ile özgür nefis arasındaki mücadele hiç bir zaman bitmedi, bu nedenle meşhur kıssa sadece Yahudileri anlatmıyor, insan karakterini hatırlatıyor. Her nefis tiranlaşmaya müsait bir firavun nefsi taşıdığı gibi, Hz. Musa’yı simgeleyen özgürleşmeye meyilli bir nefsi de taşır. Önemli olan içimizdeki Hz. Musa nefsinin temayyüz etmesi ve firavunlaşan nefsi yenmesi, doğru yerde sağlam durabilmektir. Aksi halde firavunun ordusuna katılan köle nefis, hemde sayısız mucizeyi kendi gözleriyle görmesine rağmen dönekleşir ve Kızıl bir denizde boğulmak zorunda kalır. Firavun’un Hz. Asiye gibi meleklerden evla bir eşi olmasına rağmen yanı başında duran Hanuman gibi vezir ve danışmanları sonunu hazırlamıştır. 48 Metaforları net biçimde açarak günümüze net biçimde bir bir uyarlayalım. Rabbimiz doğuştan kekeme Hz. Musa’nın (AS) dilini düzeltmiş ve yanına yardımcı olarak kardeşi Hz. Harun’u (AS) vermişti. Firavuna tebliğe giderken onlara yumuşak olmalarını ve tatlı dille tek gerçeğe çağırmalarını tavsiye etti. Erzurum şivesiyle konuşan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dilini İstanbul Türkçesi’ne çevirmesi yıllarını aldı, yanına Allah Hz. Harun gibi yardımcılar verdi. Diyalog, barış, sevgi dilini mükemmel kullandı, en galiz firavunların bile kalbini eritmeyi başardı, nefsine köle olmuş nice tiranları özgürleştirdi. Kuran ve sünnete dayanan evrensel insanlık dilini asrımıza taşıdı. Tatlı dili ve yumuşak edası kalpleri ve gönülleri feth etti. Ancak kibri, enaniyeti, egosu yüksek firavunlaşmış, tiranlaşmış nefisler defalarca ikna olmalarına rağmen, nefislerinin doymak bilmeyen iştahlarına, emellerine her ulaştıklarında cayıyorlardı. Dönekliğin, takiyenin kralını yapan firavun nefisler, gözleri ile eğitim mucizesine tanık olmalarına ve takdir etmelerine rağmen, nefsi emmarelerine mağlup oluyorlardı. Kalpler, her gün firavun ile Musa arasında gel git yaşıyordu. Firavun’u ikna etmek kolay değildi. Allah, Hz. Musa’ya dokuz mucize verdi. Bunlardan ilki elindeki asasının ejderha olmasıydı. Gülen Hocaefendi’nin elindeki asası eğitimdi. 160 ülkede eğitim sancağı bayraklaştı, eğitim asasının ejderhaya dönüşmesi herkesi şaşırttı ve arkasında Allah’ın inayeti ve Resulullah’ın eli olduğunu anlamakta gecikmediler. Müslüman olmayanlar dahi hakkı teslim etti ve eğitim asasının cahilliği yutması karşısında vicdanlarını dinlediler. Firavun’un sihirbazları ile halk önünde yapılan dershane sınavında Sufi’nin ejderha olan eğitim asası, tüm çakma sihirlerini yuttu. Firavun deliye döndü. ‘Sufi’nin Allah’ına iman ettik’ diyen nice köşe yazarları, gazeteci ve aydınlarının el ve kolları çapraz kesildi, işlerinden oldular. ‘Ben izin vermeden siz nasıl iman edersiniz Sufi’ye’ der gibiydi firavun, haksız olduğunu bile bile kesti doğradı kendi seçtiği sihirbazlarını. Kendi ülkesindeki bu firavun, bu keramatvari eğitim mucizesini defalarca övmesine rağmen, tiranlaşmış nefsinin kışkırtıcı sesine ve etrafındaki dalkavukların fitnesine engel olamıyordu. Utanmadan eğitim asasının kapatılmasına karar verdi. Aldırış etmedi kalbine, kulak tıkadı vicdanına, duymak istemedi halkın feryadını. Asayı ejderha yapan Allah’ı unuttu, oysa asa kendi başına eğri bir sopadan ibaretti, birazda kötek demekti devlet okullarında. Firavun daha fazla mucize talep etti. Allah dostunun eli bembeyaz kesilip nur gibi parladı, yed-i beyzâ mucizesinde keramet görenler iman ediyordu. Kalplerin kalbi sevgi olunca kainatın mayası olan sevgi ateş böceklerinin ışığa koşması gibi Gülen Hocaefendi’ye koştular. Sevginin çekim gücü o denli güçlü idi ki, her dinden her milletden her ırktan ve her dilden insanlar bu hal dilini anlıyordu. Ancak firavun kıskanmaya başlamıştı, neden bana itaat etmiyorlarda, elinde devletin gücü, makamı, saltanatın ihtişamı olmayan yalnız Sufi’ye tabiler demeye başladı. Etrafındaki yalaka ve palyaçolar, firavunu eğlendirmeyi bırakmış şöyle korku pompalıyordu: Efendimiz, bakmayın dünya tahtı istemem demesine niyeti size sıkmak, koltuğunuzda gözü var, sizin altınızı oyuyorlar! Gülen grubunun yeryüzü insanlık hizmeti global ve yerli şeytanları korkutuyordu, bu nedenle yerli firavunun egosunu kullanmaya karar verdiler. Seneyi devriyesinde camiayı bitirin emrini imzalarken pek gönülsüzmüş gibi davrandı. Zira etrafındaki insani şeytanların elinde güçlü bir ordu ve istihbarat vardı. Böylece çekirge âfeti mu’cizesi ortaya çıktı. Yediden fazla darbe planı yaptı çekirge sürüsü. Emirlerinde beş bin üst düzey yönetici ve yüz bin çalışan var iken Sufiyi bitirmek, henüz özgürlüğü tam tatmamış, sistemin köleliğinden kurtulmamış kitleyi fişleyip temizlemek çocuk oyuncağıydı. Çekirge sürüsüi paralel devlet yapılanmasıyla çok zarar vermeye başlayınca firavun aman diledi ve 49 Sufi’den dua, keramet talep etti. Sufi ve takipçileri öylesine güçlü dua ediyordu ki, çekirge sürüsünün afeti bir anda yok edildi. Adeta ilahi bir temizlikti bu, iki asırdır milletin başına tebelleş olmuş şeytani çekirgeler afetin bu kadar ustaca bertaraf edilmesine hem şaşırdılar hemde iman etmemeyi sürdürdüler. Oysa planları kusursuzdu, adliye de polisiye de çekirgesavarlar olduğunu hesap edemediler. Bela def olunca firavun iman etti. Kısa süre sonra Firavun istediğini elde edince Sufi’ye verdiği sözden caydı ve kendi tiranlığını kurmaya başladı. Bu sefer, bit âfeti mu’cizesi ve ardından kerameti gerçekleşti. Toplumun genel çoğunluğu eski sistemin kudretli, elit bireylerini artık vebalı ve bitlenmiş kabul ediyorlar ve fellik fellik kaçıyordu. Bulaşanları kaşıntı tutuyordu, hapishanelerde bit vakasından mağlup tiranlar depeleniyor, kuduzlaşan salyalarından toplum korunuyordu. Bitliler karantinaya alınınca, faili meçhul ölümler bıçak gibi kesilmiş, toplumun umumi bitlenmesi tehlikesi bertaraf edilmişti. Firavun yine iman etti ve ‘Hz. Musa’nın Allah’ı büyükmüş’ dedi. Ne kadar büyük olduğunu öğrenmek için maliye veziri Hanuman’a emir verdi ve yüksek bir kule yaptırdı. Kulenin tepesine çıktı, okunu attı ve yere kanlı düşen oka kanarak ‘Hz. Musa’nın Allah’ını öldürdüm’ diye yaygara kopardı. Öldürdüğü, havadan geçen ‘emniyet’li bir kuştu, kurtuldum ‘yargı’sına erken varmış firavunun basireti bağlanmıştı. Emniyetini sağlayan yargıyı yok ederek sonunu hazırlıyordu. Bu durumda, kurbağa sürülerinin ülkeyi istilâ etmesi kaçınılmaz hale geldi, mucizesi ve arkasından kerameti gerçekleşti. Devşirilmiş renk renk kurbağalar ciyak ciyak ötüyor, halkı rahatsız ediyorlardı. Kimisi kara, kimisi yeşil, kimisi kızıl, kimisi alacalı bulacalı bu kadar kurbağa hangi sulak arazide büyümüştü, kimse akıl erdiremedi. Millette rahat, huzur kalmamıştı. Hangi taşı kaldırsan altından bukelamun tazrında sinekle beslenen, bataklık seven bir kurbağa çıkıyordu. Kurbağalardan bıkan halk, firavundan ricada bulunarak, Hz. Musa’nın Rabbine tekrar dua etmesi için tasallutta bulundular. Dua hemen kabul edilmiş ve musibetin karanlık üreme merkezi tesbit edilip kolluk kuvvetlerince operasyon yapılmıştı. Odasından çıkartılan kara ve kızıl kurbağalar bir bir hapsedildi, diğer kurbağalar korktu ve seslerini kıstı. Firavun pek hoşnut oldu, iman etti, zira her geçen gün iktidarı daha da güçleniyordu. Çekirgeler, bitliler ve kurbağalar temizlenmiş, önü açılmıştı. Firavunun sözünden caydığını hemen fark eden Sufi, mert olmasını ve apaçık keramete karşı hareket etmemesini arzu etti. Firavun artık kendini güçlü hissediyor, telefonlara çıkmıyordu, arabulucuları dinlemiyordu. Güç zehirlenmesi yaşıyor, zehirlendiğini kabul etmiyordu. İmanından dönen firavunu ikna etmek iyice zorlaştı. Bu defa gerçekleşen mucizenin keramatvari boyutunun herkesi kendine getirmesi gerekirdi: Sular kana inkılâp ediyordu. Rüşvet, yolsuzluk, hortumlama öyle bir kandı ki, içilen her helal suyu, malı, metayı haram kılıyor, karartıyordu. Firavun ve taifesinin ne kadar kan içtiği ortaya çıkmıştı. Kamu hakkı, amme hakkıydı, yetim hakkıydı, Allah hakkıydı. Sular kanlaştıkca kusması gerekenler, alışkanlıktan olacak vampir leşmiş, daha fazla kan içmek ve devletin malını yemek için tüm güçlerini kullanıyordu. Gıybetin kardeşinin ölü etini yemek olduğunu bildikleri halde kanla iyi gidiyordu. Bu bulaşıcı virüs öyle bir salgındı ki, firavun taifesinden gıybetle kanlı ölü eti yemeyen, kamu hakkına tecavüzden nemalanmayan neredeyse kimse kalmadı. Kamuoyu helali haram yapanlarla hak yolu tavsiye edenleri puslu havada şaşırır hale geldi. Firavunun borazanları güçlüydü, matbuatı bir silah olarak kullanıyor, psikolojik savaş yürütüyorlardı. Ülkesine hakim olan firavun, dış güçler bizi devirmek istiyor gulyabanisini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp dayatıyor, bu söylemiyle halkın gözünü boyuyordu. ‘Yolsuzluk helaldir, devletin beşte birini kasana koyabilirsin’ diye aldığı akıl almaz danışmanlık, fetvada cepteydi. Firavun azmıştı, tüm devletini, gücünü tiranlığı etrafında toplamak için kullanıyordu. Güçlü bir hatipdi, akı kara göstermek en iyi becerdiği işti. Fişleyin, şişleyin, dişleyin emrini verene kadar Sufi umudunu yitirmedi ama firavun safını gücünü pekiştirmekten, Karunlaşmaktan yana koydu ve kazanma kuşağında kaybetmeye doğru koşuyordu. Adalet tatile çıkmış, haklının değil güçlünün haklı olduğu eski bozuk düzen firavunu cezp eder hale gelmişti. ‘Aptal halk nasıl olsa arkamda, istediğim adamı genel kuruluma seçtirir, istediğimi kovar öldürür, istediğimi oldurur, yaşatırım’ diyordu Firavun. 50 Çaresiz kalan Sufi, başka bir keramet göstermek zorunda kaldı. Tıpkı Tîh sahrasında, Hz. Musa (as)’ın asasını taşa vurmasıyla on iki çeşmenin fışkırması gibi, 12 güçlü ışık yardımına yetişti. Bu ışıklar, toplumun ana atardamarı olan kanaat önderleriydi. Şükreden bir kul, istifasını verirken krala ‘çıplaksın’ demeyi ihmal etmedi. Gayretullah’a dokunma sınırına az kaldığını Sufi’nin kalpleri titreten ahitleşmesinden sonra fark eden 12 ışık ses, arka arkaya gür biçimde seslerini yükseltti. Su çıkmayacak kayadan sular çıkmıştı, hiç umulmadık aydınlar toplum vicdanını firavuna ayan beyan gösterdi. Ancak ne gam! Firavun’un öfkesini artırmaktan, üslubunu bozmasından başka işe yaramamıştı. ‘İnlerine gireceğiz’ diyen firavun, halkını yaşatmayan devletin yaşamayacağını bir türlü öğrenememişti. Güç merkezlerine pabucu kaptırmış, kirlendiğini saklamak için kanunları keyfine göre değiştirmiş, kendini defalarca suikasttan kurtaran kolluk kuvvetleri başçılarını sürgüne yollamıştı. Korku bacayı sarmış, gölgesinden bile tırsmaya başlamış, çekirge sürüsünü, bitlileri ve kurbagaları yardıma çağırmıştı. Yılandan, çıyandan, akrepten, kobradan medet uman firavunun tek gayesi, Hz. Musa’nın kavmini, yani Sufi kalbi yok etmekti. Hz. Musa’ya kavmini firavunun zulmünden kurtarmaktan başka çare kalmamıştı. 1.5 milyon insanı gece yarısı Kızıldeniz’den yürüyerek kaçıracağını kendisi bile bilmiyordu, sadece Rabbine güveniyor, suçu Allah demek olan onu ve kavmini yarı yolda bırakmayacağına inanıyordu. Kızıldeniz’in yarılmasıyla İsrailoğullarının denizi geçmesi gibi bugünde Sufi’nin ve ona sonsuz güven duyan peşindekilerin denizleri yarıp geçmesi gerekiyor. Defalarca akdini bozmuş Firavun, darbe üzerine darbe hazırlayan çekirge sürüsü, dezenformasyon konusunda uzman MAKcı Özel Harp bitlileri ve medyada öten renk renk kurbağaları ile garip Sufi ve takipçilerinin peşinde onları denizde boğmaya çalışıyordu. Arkada güçlü bir firavun ve şürakası, önde küçük bir grubu boğmaya hazır azgın bir deniz vardı. ‘Allah en güzel vekildir, biz nefsine zulmeden zalimlerden olduk, sensin kimsesizlerin kimsesi’ demekten başka mazlumların ilacı yoktu. Firavun’un askerlerinin son neferide Kızıl denizlerine girmeden, maskeleri düşüp iki yüzlü çehrelerini ifşa etmeden kızıl denizleri onları boğmak için kapanmayacaktı. Kapanan, mühürlenen vicdanlar, kalplerdi. Boğulacakları Kızıldeniz, kasa, masa nisa tepeleriydi, mal mülk, makam mansıp, şan şöhret, evlad ıyal, bu dünyanın fitneleriydi. Boğulacakları yer ukbaydı, dünyada da huzur bulamayacak, vicdanları ölecekti. Denizin iki yanda yükseldiğini, Sufi grubunun emin ve amanlık içinde denizi yararak karşıya geçtiğini görme kerameti bile azgınlar sürüsünü gafletten uyandırmayacaktı. Hatta firavun ve taifesi gibi, bunlar mucize veya keramet değil, kendi icatları sihirlerdir, çakmadır, ‘büyük bir oyundur’ diyerek kendi kendilerini de aldatmayı sürdürecek, safları sıklaştıracaklardı. Karşıya geçtikten sonra Musa kavmini, Sufi topluluğu veya kalbinizi bekleyen daha büyük sınavlar vardı. İçinizde gizlenen dünyaperest Samiriler, dünyalıklarını da karşı kıyaya taşıyabilir ve fırsatını bulur bulmaz altın buzağı putlarını kendi elleriyle yapabilirdi. Hz. Musa, bu kölelikten yeni kurtulmuş, henüz gerçek özgürlüğü tatmamış topluluk üzerine, Tûr dağının yerinden kopartmak ve tepeleri üzerine kaldırmak zorunda kalabilirdi. Bu tarzda büyük bir uyarıda ve bunca keramette bulunulduktan sonra imandan dönmek ile Hz. İsa’nın gökten inen son yemeğine katılan havarilerden olupta Roma’ya hainlik yapmak aynı ihanetle eşdeğer gibiydi. İhanet ehli, kemalettin olsa öz bir demir olsa kıymeti yoktu ukbada. Samiri gibi altın, makam sevenlere Hz. Harunlar engel olamayabilirdi. Hz. Cebrail’in ayak izinden toprak alıp putuna ruh katan Samiriler kendini Mehdi, kurtarıcı, birleştirici sanabilirdi, fitneci bir münafık ve şeytanın hizmetkarı olduğunu ıskalayarak. Bunun cezası da, Sina çölünde 40 yıl hapsedilmek ve kölelik görmemiş altın bir neslin yetiştirilmesi için uygun zaman ve zemin arayışı olabilirdi. Rabbiniz size gökten yağacak helva ve ekmekle beslerken, nankörlük edecekler olabilirdi. Dün Hz. Musa’ya, ‘git Rabbin ile beraber sen düşmanla savaş, bizim rahatımızı bozma’ diyen tenperverler, egoistler var iken, nefsindeki firavunu yenememiş bir toplulukla elbette firavuna karşı tam zafer kazanamazdı Hz. Musa. Firavun, son nefesini verirken, azap gelmiş iken secdeye varacak ve 51 iman edecekti ama bu son tevbeyi Allah kabul etmeyecek, ibretlik bir kıssa olarak Kızıldenizde asırlarca cesedi saklanacaktı. İbret alınsaydı tarih tekerrür etmezdi. Sufi, sizi sahili selamete çıkartabilir, eğer Hz. Musa’nın kavmi gibi 40 yıl beklemek istemiyorsanız, ya hepiniz bir Hz. Musa olun dimdik durun, yada içinizden Hz. Yuşa (AS) gibi kalp ve akıl ehli komutanlar çıkmasını bekleyin ve önderliğini kabul etmeye hazır olun. Sufi, Hz. Musa gibi 120 yıl yaşarsa, Hz. Yuşa’lar henüz doğmadı veya bebektir. Eğer Sufinin topluluğu Hz. Musa’nın kavmi gibi yapmayacaksa, ‘git firavunla kendin savaş’ demeyecekse, 40 yıl beklenmesine ihtiyaç kalmayacaktır, şafakın sökmesi yakındır. Kızıldeniz’de boğulmaya doğru gidenle denizi yararak geçecekler belli olmasına rağmen şansınızı zorlayarak firavunlaşan nefis olmayın, safınızı iyi belirleyin efendim! Hepimiz bir gün firavunda olabiliriz, kalbimizdeki Hz. Musa’yı bulup denizleri geçip, aşılması zor tepeyi aşabiliriz de… Kalbinizi, vicdanınız dinleyin, içinizdeki firavunu kontrol edin, sindirin ki, bir köşede mazlum mazlum bekleyen Hz. Musa gibi nefis çıksın, Firavun’u Kızıldeniz’de boğsun. Sufinin kalbi ikiye bölünmez, dualizm yoktur, kalplerin kalbini keşfedin. Tâlût ile Câlût kıssasından asrımıza yansıyanlar Kur’ân’da “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır”1 âyeti mucîbince, bu tür kıssaların bizlere, yaşadığımız asra ve olaylara çok önemli izdüşümleri olduğuna inanıyorum. Tâlût ile Câlût hâdisesi Kur’ân’da bahsedilen bir kıssadır. “Tâlût, ordu ile hareket edince dedi ki: ‘Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihân edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır).’ Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Tâlût ve berâberindeki îmân eden kimseler nehri geçtiklerinde ‘Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ dediler. Allah’a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: ‘Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla berâberdir.”2 “Câlût ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”3 “Derken, Allah’ın izniyle onları tamamen bozdular. Davud, Câlût’u öldürdü…”4 Kur’ân’da geçen Tâlût ile Câlût hâdisesinin geniş açıklamasını İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde bulabiliriz. Biz ise burada Hz. Mehdî ile Tâlût arasında benzerliklerin olduğuna ve Hz. Mehdî’nin askerlerinin Tâlût’un nehri geçen askerleri kadar az olduğuna dair hadîsi ve diğer bazı açıklamaları paylaşmak istiyoruz. Çünkü, Hz. Mehdî’nin etrafında toplananların sayısı oldukça azdır. Ama ihlâslıdırlar, sâdıktırlar ve sebatkârdırlar. Yılma bilmeyen bir azîm, korku bilmeyen bir cesâret, ender rastlanan bir fedakârlık içersindedirler. “Evet, onların başlangıçtaki sayıları Bedir Ashâbı, yanî 313 kişi kadar, Tâlût’la nehri geçenler kadar az, kalpleri uzlaşmış, şehid düşenlerine üzülmeyen, kendilerine katılanlara sevinmeyen”5 kimselerden müteşekkildir. Onlar Allah yolunda kınayanın kınamasından, dedikodusundan korkmazlar.6 Hz. Ali’nin (ra) belirttiğine göre, bu insanlar hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir menfâate de sevinmezler.7 Azdırlar ama bir ordu kuvvetindedirler. Onun için, Bedîüzzamân Hazretleri’nin ifâdesi ile “Ne kadar da az olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”8 İhlâs, sadakat, tesânüd, sebât ve cesâret dolu bu topluluğun halleri, Hz. Musa (as) zamanında Câlût’la mücadele eden Tâlût’u andırır. Tâlût’un kuvveti azdı. Emirlere uymayıp bir imtihân vesîlesi olan nehirden su içip gevşeyen, Câlût ve ordusuna güç yetiremeyeceklerini söyleyen askerlere karşı, her şeyi göze alan fedakâr ve cefakâr az bir grup ise şöyle diyordu: ”Nice az topluluk vardır ki, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelirler.”9 52 Tâlût ve Câlût hadisesi yukarıya aldığımız şekliyle âyet ve hadîslerde ifâde edilir. Bu kıssa ile ilgili şu önemli tespitleri yapabiliriz: * Tâlût peygamber olmadığı halde bir peygambere gelen vahiy ile inananlar ordusuna komutan olmuştur. O dönemde peygambere gelen bir emri ordusuna duyurur ve nehirden izin verilen kadar su içilmesi noktasında vahyin ölçüsünü ordusuna açıklar. * Tâlût peygamber değil, bir komutandır. Ancak peygamber olan Hz. Davud (as) peygamber olmayan bir komutanın komutası altında savaşmaktadır. * İnananların sayısı başta çok olmasına karşılık sıcak ve yorgunluk nedenleriyle emrin ve vahyin oluğu yerde emre değil de şartların gerektirdiği zorluklara aldanarak nefsî ve hissî davranıp büyük bir kısmının nehirden izin verilenden fazla su içmeleri ibretlik bir durumdur. * Nehirden su içmeyen ya da izin verildiği kadar su içen az sayıdaki tâifenin izin verilen kadar su içmesi ile korkusuz oluşları ve cesâret kazanmaları emre itâat etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından ma’nîdâr bir hadisedir. * Ekser askerlerin nefislerinin istediği kadar nehirden su içmeleri ve su içenlerin şişmeleri, korkmaları ve savaşacak takâtlerinin kalmaması çok ibretli bir olay olarak Tâlût kıssasında önümüzde durmakta ve bize çok önemli dersler vermektedir. * Su içmeyen veya verilen izin ve emir kadar su içenlerin Câlût ile yapılan savaş sonucunda gâlib gelmeleri ise çok harika sırları taşımaktadır. Burada gâlib olanların sayısının az olması da çok ma’nîdârdır. * Câlût, Hz. Davud’un (as) sapan taşı ile öldürülür. Burada da ince dersler ve sırlar olduğu kanaatindeyim. Bu sır “vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür”10 hakîkati ile âhirzamândaki dinsizlik cereyanının öldürülmesine ve “Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nûrânî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkâneyi öldürüp dağıtacaktır”11 hakîkatine işâret ve beşâret olabilir. “Mehdî’nin ordusu zaman zaman darbeler yiyecek, zaman zaman o çetin görevi üstlenememek, rahatlık meyli; can, mal, mevkî korkusu gibi çeşitli sebeplerle kendisinden ayrılanlar olacaktır. Ancak onlar buna aldırmayacak.”12 “Ayrılanlar da, muhalifler de ona zarar veremeyecek. O kendisinden ayrılanlara rağmen muzaffer olarak yoluna devam edecektir.”13 Böylece “Mücâhede edenlerle sabredenler ortaya çıkarılmış”14 olacaktır. Tâlût’un ordusunda bulunan askerlerin çoğu imtihân olacakları nehirden su içerler. Nehirden çok az su içilmesine izin olduğu halde ordudan çok az bir grup hariç su içerek Allah’ın emrine uymayıp imtihânı kaybederler. Tabîi ki bu yapılan savaş maddî bir savaştır. Şartları önceden vahiyle belirlenmiş olan bu savaşta gâlib olanların sayılarının azlığı ve sadâkatleri onları Allah’ın yanında makbûl yapmış ve Efendimiz (asm) de Hz. Mehdî’nin askerlerinin sayısını, samîmiyetini ve sadâkatini Tâlût’un nehri geçen askerleri ile irtibatlandırmıştır. 53 Savaş korosu ve hırsız kim Efendi! Dört gündür sitem MİT’in yan kuruluşları Ankara EGM Bilgi İşlem ve Çizgi Bilgi İşlem Merkezi’nin cyber saldırısına uğradı ve devre dışı bırakıldı. Yeni Şafak, Star, Sabah, Takvim, Akit başta olmak üzere hükmettikleri gazete ve televizyonlarda, psikolojik savaş amaçlı açılan sitelerde AKP devletinin tek taraflı kara propoganda savaşı yürütülüyor. Sosyal medyada,özellikle twitter’da binlerce maaşlı veya AKP davası şuuruyla ücretsiz çalışanlar inanılması güç bir partizanlıkla gerçekleri tersinden gösteriliyor. Demokrat sandığımız köşe yazarları devşirilmiş; kimliklerini, kişiliklerini, itibarlarını yitirmişlerin sayısı her geçen gün artıyor. Belkide postu kurtarmak veya bilmediğimiz sebeplerden dolayı resmen derin devletin devlet sandıkları güç merkezine, en hafif ifadesiyle saf değiştirmeye zorlanmış, biraz daha ağır tabirle “satılmış” durumdalar. Daha dün askeri vesayetin, 28 Şubatcıların yaptığı kara görevi icra etmek için ukbasını yakan muhafazakarlar işe alınmış ve ortak düşman belirlemişler: Fethullah Gülen Hocaefendi, the cemaat veya camia… İçininizde doğruyu yanlışı göstren Hakkı hakkaniyeti anlatan bulunsun diye bilinen ayet ve hadislere inat, günah keçisi yapılan masum alperenler güya hükümeti yıkmaya çalışan global Yahudi çetesi, İsrail, ABD’deki Yahudi lobisi veya MOSSAD’a çalışıyorlarmış. İftiranın, nifakın, fitnenin böylesi ne görüldü nede duyuldu. Ülkemize sanki başkanlık sistemi gelmiş, kuvvetler ayrılığı ilkesi sona ermiş, demokrasi rafa kalkmış, cadı avı başlamış, fişlenen halkımızın dindar kesimi devletten temizleniyor. 28 Şubat, yeşil kadrolar tarafından yürütülüyor. Kendisine “Efendi” denilen liderimiz, sanki halifelik, Mehdiyet makamının sahibi olmuşta tek adamlık despotluğu kral gibi sivil toplumu boğuyor. Basın ve ifade özgürlüğünden tutunda demokratik bir ülkede olması gereken nice haklar ayaklar altında çiğnenirken, aydınlarımız kış uykusuna yattı. Kimdir bu savaş korosu, kimdir savaşın tarafları, kimdir vatan evlatlarını biçenler ve kime hizmet ediyorlar? Bu anlamsız kavgada bir tuhaflık yok mu? Neden herkes camiayı suçluyor, “sonunuz kötü olur” diyorda, oyunu oynatanı göremiyor? AK Parti ile camia arasında kara kedileri sokan Türkiye’nin geleceğini karartmak, önünü kesmek istiyorda, bunun tek çaresi kazanının olmayacağı bu fitne değil mi? 12 yıllık iktidarını camianın desteğine borçlu olan AK Parti, aklını peynir ekmekle mi yedi de ayağına kurşun sıkıyor? Veya camia, böylesine yüksek bir oy ile iktidara gelmiş güçlü bir iktidara açıktan savaş açmış görüntüsü ile Hizmet hareketinin kredisini tüketmeyi neden göze alıyor? Oysa biliyoruz ki, itibarı sarsılmasın diye camia, nice fertleri toplumun felahı için gözyaşlarına bakmadan bir çırpıda feda edebilir. Tasfiye edilme riskini Hocaefendi göze alıyorsa, sulhu seven biri olarak daha büyük bir tehlike görüyorsa, bu işin içinde mutlaka gayretullaha dokunmaya gidişat vardır. Hizmet hareketini hep öven hemde döven Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, neden “örgüt”, “paralel devlet”, “bana itaat etmiyorlar” diyerek dünyanın 160 ülkesinde İslam davasının yeryüzü mirasçıları olan fedakar, cefakar Türk insanını göz göre göre ateşe atıyor? Hizmet hareketi içinde “derin bir damar”, “örgüt” arayan Erdoğan, asıl operasyonun AK Parti’ye yapıldığını göremeyecek kadar neden basiretten yoksun hale geldi? Erdoğan iyi ise, çevresindeki danışmanlar mı kötü? “Yoksa sen artık devletsin, bedeli camiayı bitirmekten geçer” diyen Özel Hareketler Komutanlığı’nın (ÖKK) dolmuşuna Erdoğan’da mı bindi? MAKcı denilen Özel Harbin birimleri, AK Parti ve cemaatlerin içine sızarak camiaya karşı yürüttükleri akıl almaz savaşta vatanlarına mı çalışıyorlar yoksa CIA, MOSSAD, BND, MI5 gibi yabancı istihbaratların nüfuz ajanlığını mı yapıyorlar? Fitne korosu kimler? Sorular çok, cevapları ise aslında vicdan sahibi olan, kalbini karartmamış herkesin anlayacağı kadar basit: Türkiye’yi bölme operasyonu başladı. Önce Gezi olaylarıyla halkı kutuplaştırıp, ayrıştırıp, kamplara böldüler, nefret ve kin büyütüldü. Liderin yüksek egosu ve padişahlığa özenmesini iyi analiz eden, neye nasıl tepkiler verdiğini hesap ederek fitneler çıkartan kara şebeke, halkımızın aşırı milliyetçilik ve aşırı devletçilik temayülünü de mükemmel kullanıyor. “Yakoben”, “despot” bir 54 istihbarat ve istibdat devletinin “yeni Türkiye” diye satılması tam bir illüzyon olsa gerek. Medya’da onlarca gazeteci ve köşe yazarı işini kaybetti. 28 Şubat sürecinde derin askerlerin bile yapamadığı zulmü, sivil bir iktidarın reisi gayet normalmiş gibi yaptı, medya susturuldu, satın alındı, devşirildi. Hizmet camiası çok ustaca yalnızlaştırıldı, Zaman ve Bugün gazete ve ilişkili televizyonları ile sınırlı marjinal bir medya azınlığına sıkıştırıldı. Devletin kılcal damarları ile oynandı, bileğinin hakkı ile bürokraside yer edinmiş Anadolu evlatları fişlendi, tasfiye edildi ve bu zulmü yaparken “devleti habis unsurlardan koruma” gibi absürt bir bahane uyduruldu. Hizmet hareketi bir tarikat, lideride bir tarikat şeyhi olmadığını yüzlerce defa ifade etmesine rağmen Camia üyeleri, şeyhine itaat eden tarikat mensupları seviyesine indirgendi. Bu gerekçeyi uyduranlar, YAŞ kararları veya irtica bahanesi ile ordumuzdan atılan onbine yakın Anadolu evladını benzer mantıkla kapı önüne koymuştu. AK Parti, aynı zulme ortak olarak son 10 yılda yapmış olduğu devrimi çöpe attı. AK Parti’ye bu kadar yanlış zorla mı yaptırılıyor? Halkın kafasındaki temel soru budur. AK Parti seçmeni, yapılan hırsızlık, hortumculuk, rüşvet, kamu malını çarçur etme, israf, zımmetine para geçirme gibi onlarca suçu görmezden geliyor veya bizimkiler yapıyorsa doğrudur havasında. Camiayı başta İsrail ve ABD olmak üzere Yahudilerin “truva atı” olmakla suçlayanlar, AK Parti’de devlet kaymağını yiyen tabakanın kimlerle iş tutupta 12 sene içinde bu kadar zenginleştiğini sorgulamıyor. Yahudi lobisinin iki devi Rothchild ve Rockyfeller ailesinin 50 milyar dolar yakın parasını ülkeye sokan, büyük inşaat ihalelerini hazine garantisi ile İsrail devletinin ana koruyucu derin gücü bu şirketlerin yan kuruluşlarına altın tepside sunanların, camiayı İsrail ve ABD’ye çalışmakla suçlaması tek kelime ile iki yüzlülük ve arsızlıktır. Yahudi paraları ile kirlenen, kamu hakkına giren, masayı, kasayı, nisayı götürenlerin yaptıkları ahlaksızlığı örtbast etmek için tertemiz kalmayı başarmış camiayı meze yapmaları utanmazlıktanta öte bir densizlik. Çünkü sadece kul hakkına değil cemaat hakkında da girdikleri için ahirette hesap vermeleri için tüm camia mensuplarından helallık dilemeleri gerekir. Kamu hakkı yemek yetim hakkı yemekle eşdeğerde günah olduğuna göre, ayet ve hadislerde bu büyük günahın cezası zaten ateştir. AK Parti’nin İran ile yoğun ilişkilerini bugüne kadar ideolojik, duygusal, doğu bölgemizin kaçak ticareti ilee ayakta kalmasına katkı olarak gördüm. İran’dan getirilen, muta nikahı ile haremlerine aldıkları 5000’e yakın Fars kadınını cinsel tercihleri yada özel hayatları olarak görmekle birlikte ajanlık faaliyetine engel olmadıkları için MİT’i kınamakla yetindim. Meğerse olay sadece duygusal, cinsel ve ideolojik değilmiş! Son dört yılda İran’dan gelen karşılıksız sıcak para 30 milyar dolar, Halk Bankası’nın fatura ibraz edilmeden kanunsuz olarak aldığı transfer ücreti 150 milyon dolar, sadece banka müdürünün evinde yakalanan 4.5 milyon dolar. “Ambargoyu deldik, gaz aldık, birazda rüşvet aldık” denilerek büyük yolsuzluk operasyonunun sulandırılmasını kanıksayan kalem erbabına “yuh olsun” diyorum. Bu ortaya çıkan “yağma Hasan’ın küçük bir böreği.” Peki dev inşaat ihalelerinde alınan rüşvetler, komisyonlar, Hazine garantisini peşkeş, belli firmalara devlet piyangosuna ne diyeceğiz. Bunlarda AK Partili kaymak yiyicilerin devletimizi çok güzel idare ettikleri için hak ettikleri helal kazançlar mı? Hadi bizi kandırdınız, Allah’ı nasıl kandıracaksınız? “Kabadayılık”, “mertlik” havası taslayan liderimizin bir soruya daha cevap vermesi gerekiyor. Aldığım istihbarata göre, MİT, Reza Zehrab ile bakanlar arasındaki ilişkileri daha önce Erdoğan’a bildirdi. Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda adı geçen tüm şüphelilerle ilgili MİT de teknik ve dijital takip yapmış. Bu bilgilerden bir bölümü de Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonunu yürüten mercilerle paylaşılmış. MİT’in operasyona katkısının uluslararası boyutu da ilginç. İran istihbaratı, MİT ile özellikle Reza Zarrab’ın “sınırı aşan” faaliyetleriyle ilgili istihbarat paylaşmış. İşlenen bu bilgiler de soruşturmada kullanılmış. Şimdi sorulması gereken soru şu: MİT, bu bilgiler ışığında Reza Zarrab’ın bakanlarla illişkilerini Başbakan Erdoğan ile paylaştıysa, Erdoğan neden sustu ve bekledi? “Zamanlama sorunu var?” diyorsunuz ya, hangi zaman sizin için uygundur? 55 Sayın Erdoğan, ülkenize 1.5 ton kaçak altın taşıyan bir uçak geliyor, 17 gün sonra Dubai’ye içi boş gönderiliyor. İddia edildiği gibi altınlarla gönderilmiyor. İki gümrük yetkilisini göstermelik olarak açığa almakla yetiniyorsunuz. Bakanınız Zafer Çağlayan’ın emriyle, rüşvetini cebe indirmesiyle yapılan yolsuzlukta İçişleri bakanınız Muammer Güler’in oğlunun da avantası var. Güler, evine gelip giderken evindeki 6 çelik kasayı ve rüşvet balyalarını hiç görmüyorsa, (görmüştür tabi kör mü, o yemez canım!) bu ülkenin güvenliğinden sorumlu kalabilir mi? Soruşturmanın selameti açısından bari istifaları kabul etseydiniz, samimiyetinize bir nebze inanabilirdik. “Bakana, Emniyet Müdürüne haber vermedi” diye soruşturmanın gizliliğini haklı olarak koruyan polisleri görevden aldınız. Ne yapsalardı, “Güler’e haber verip, evindeki çelik kasaları ve balyaları yok et, gelip arama yapacağız, başın yanmasın mı” deselerdi! Tuz baştan kokmuşsa devletin polisi ne yapsın? Savcıların işine karıştınız, yargıya ağır müdahale ettiniz, hangi demokratik devlette böylesine büyük bir skandal işlenir ve bir sivil toplum günah keçisi yapılarak onca günahtan yırtılanabilir. Kurduğunuz “Yeni Türkiye” bu mudur? “AK Parti’ye global operasyon var, canlar yedirmeyelim koruyalım” diyerek kendi kendilerini avutanlara son çağrı: “Uçak kalktı, camia dolmuştan indi.” AKP ile birlikte bu onursuz savaşta birlikte olmak ve hırsızlık karesinde görünmek istemiyor. Son soru: ÖKK ve MAK’ın fitne masasına bu kadar malzemeyi camia mı verdi, yoksa bu günahları işlerken camiaya mı sordunuz? Neden “Efendi” dedim, kim bu diyenlere küçük dipnot: Başbakanın rüşvet alırken, ihale verirken dar dairedeki kod adı “Efendi”. Asıl darbeciden mektup var! “Büyük tiyatro”ya artık bir son vermenin vakti geldi. Düzgün kalem olmanın avantajı, vicdanını ve insanlığını kaybetmemiş olanların size ulaştırdığı hayati bilgilerdir. Satın alınmış kalemlerin yazamayacağını sizin yazabildiğinizi bildikleri için tarihin akışını değiştirebilecek istihbaratlar size ulaşır. AK Parti ve camia arasındaki gerginliğin asıl sebebinin bir “postu kurtarma” mücadelesi olduğunu biliyordum. Ancak kesin kanıta sahip değildim. Gerçekleşen darbenin asıl merkezinde görev yapmış bir subay bugün bir mektup gönderdi ve işin arkasında kimin olduğunu açıkladı. Kripto merkezlere giren ve darbe toplantısına katılan subay, bu mektubu bana göndererek darbeyi tutan elleri gösterdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti Hükümeti, cemaat veya uluslararası ortak bir komplo ile değil, 3. Ordu’da hazırlanan bir darbe planı ile devrilmeye çalışılıyor. Askerlerin hiç konuşmamasından ve sanki son krizle hiç ilgilenmiyormuş gibi yapmasından kuşkulanıyordum. Gerçi Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın ahmak “kumpas” tweet’inin abartılarak Genelkurmay Başsavcılığı’nın Ergenekon ve Balyoz sanıklarını kurtarmak için suç duyurusunda bulunması, görenler için müthiş paslaşmaya delildi. Genelkurmay başkanı Orgeneral Necdet Özel’in Türkiye gazetesine verdiği röportaj ile darbe başladı. 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 “Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk” operasyonları, darbeyi engelleyemedi. Cuntacı yapı, Özel Harb’in uyuyan hücrelerini son iki yıldır uyandırmış ve kendi ifadeleri ile “kurtuluş veya istiklal savaşı” veriyor. Kurmay paşalara düzenli olarak brifing ve görevler verilmiş durumda ve 3. Ordu’da yapılan bir toplantıda, “bu iş bitti, biz tüm planlarımızı ve çalışmalarımızı yaptık , hiç endişeniz olmasın ülkeyi AK Parti ve cemaatın elinden kurtaracağız” denilmiş. Teyakkuza geçirilen tüm sivil birimlerle özel harp inanılmaz ve ustaca bir siyasi infaz yapıyor. Başbakan Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat “Postmodern” darbesinin başına geçmesi gibi “Yeşil 28 Şubat Postu Kurtarma” darbesinin başına geçti. 56 Tam bir paralel devlet olan ve 12 yaşlı emekli paşadan oluşan Milli Birlik Komitesi başkanı, eski Özel Hareketler Komutanı Sabri Yirmibeşoğlu’nun onayladığı cunta ekibi başında tanıdık bir isim var. Darbeyi, kamuoyunda Erzincan komplosu diye bilinen, bu nedenle hakkında Ergenekon’da dava açılan, ancak ifadesi 2 yıl alınamayan Orgeneral Saldıray Berk yönetiyor. Şahsen Bakü’de askeri ataşe iken 1998’de tanıştığım Berk’i cemaatın Türkiye düşmanı olmadığı konusunda ikna ettiğimi düşünüyordum, yanılmışım. Berk, Erzincan’da oynadığı “Alevi oyunu” ve cemaat evlerine silah koyup “terörist örgüt gösterme planı” ile deşifre olmasına rağmen, Genelkurmay’da planlama yapmaya devam etmiş. Fişlemeyi asla bırakmayan, MİT’deki özel harp ekiplerini kullanan şebeke zaten fişleme anayasaya aykırı laflarını bugüne kadar hiç iplemedi, bugün hiç takmıyor. Fişleme için hiç bir devlet kurumu ve yetkilisinden özel izne ihtiyaç duymayan cunta ekibi, medya, siyaset, akademisyen kanadında tüm gücünü kullanıyor. Erzincan – Ergenekon davasının bir numaralı sanığı 2010 yılında Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’in kısa adı EDOK olan Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’na atandığını herkes biliyor. Peki bilinmeyen, daha doğrusu pek hatırlanmayan önemli bir bilgi vardı. Hürriyet, 21 Haziran 2004 tarihli nüshasında rahmetli Yener Süsoy’untarihi söyleşini yayınladı. Söyleşiyi veren kişi emekli korgeneral İzzettin İyigün’ündü. Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki takma adı “çift beyinli” olan emekli Korgeneral İyigün bakın o gün neler anlatmıştı: “ 28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüten, balans ayarını yapan benim. Öncesinden ne Karadayı’nın haberi vardı, ne de Çevik Bir’in. Sadece 3 kişi biliyorduk: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu Aktulga, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve ben. O tarihte EDOK Komutanı’ydım, zırhlı tümen bana bağlıydı.” O zırhlı tümen halen EDOK Komutanlığına bağlıdır. Sadece o tümen değil, Türkiye’deki tüm zırhlı birlikler, kara havacılık komutanlığı, komando birlikleri, askeri okullar vb. tüm unsurlar EDOK Komutanı’na bağlıdır. EDOK Komutanı bir anlamda ikinci kara kuvvetleri komutanı gibidir. Bu koltuğa Orgeneral Saldıray Berk 2010’da oturdu ve ilk işi cemaatı MİT’de terör örgütü listesine aldırıp, 4800 cemaat üyesini takip ettirmek oldu. Zira asıl meselenin Erzincan’daki tarikat soruşturması değildi, artık sağır sultanda biliyordu. Bu sebeple suçlamaların merkezinde “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” bulunuyordu. Berk’in, Hükümetin sivil toplum kuruluşu kabul ettiği tarikatlara dokunması ile AK Parti arasında anlaşma zemini arandı. MİT üzerinden “Sarı Öküz” formulü bulundu. Berk, “sen bana cemaatı ver, diğer cemaatler senin olsun” pazarlığı yaptı ve istediğini aldı. MİT’in kullanıldığı bu planda KCK’da “7 Şubat krizi” bizzat emekli Berk tarafından planlandı ve AKP ile cemaat arasında kırılma tezgahlandı. Berk, başbakana olan hıncını ve cemaat nefretini sivil hayata taşıdı. Neden mi? Berk, 20 Mayıs 2008 günü PKK’lı teröristler tarafından 1993’te 33 kişinin öldürüldüğü Kemaliye’nin Başbağlar Köyü’nde düzenlenen törene katıldı. O dönem Üçüncü Ordu Komutanı olan Berk, helikopterin gelmesini beklerken iddiaya göre vatandaşlara “Başbakanın memleketi sattığını da biliyor musunuz?” dedi. İddianın internet sitelerinde yayınlanması üzerine 20 Temmuz 2010 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Fatih Şahin, Orgeneral Saldıray Berk hakkında ’Kamu görevlisine hakaret’ ettiği gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu. Berk, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiası ile 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. 2011’de emekli edilen Berk, Emekli Orgeneral Saldıray Berk, “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla ilk kez Yargıtay’da hakim karşısına 14 Haziran 2012’de çıktı. Berk soruşturma açılması kararında Ergenekon terör örgütünün Erzincan lideri olmakla suçlandı ve 7.5 ila 15 yıl arasında hapis cezası istendi. Halen dava devam ediyor. Berk’in geride bıraktığı planı devralan, hükümeti düğmeye basıldıktan sonra 6 ay içinde düşürme planı yapan cunta ekibinin ilk hedefi Fethullah Gülen ve cemaatını AK Parti’den tamamen ayrıştırmak. Bu amaçla Hizmet Hareketi’nin güvenirliği, halk nezdindeki kredisi ve olumlu imajı hedef alındı. 57 Gülen’in ahitleşme restinden sonra toplum büyük bir şaşkınlık yaşadı ama sis perdesi tam aralanmadı. Başbakan bu darbe girişiminin farkına varmış olmalı ki, cemaatı cuntacı askerler önüne yem olarak atıyor ve kamuoyu önünde şeytanlaştırıyor. Başbakanın “Haşhaşin iftirası” ile cemaatı satması, her şeyde günah keçisi yapması ve cuntacılara yedirmesi hükümeti kurtarmaya yetmeyebilir. Emniyet’de 3000 kişiye yapılan operasyon resmen cunta ekibin emri. HSYK üzerinden yargı müdahalesini AK Parti ve Erdoğan bir robot gibi yapıyor. Cemaate yapılan operasyonu başından beri bilen Erdoğan, iki yüzlü tavır sergiliyor, pabuç bağlı olduğu için bu sefer dik duramıyor ve 12 yıldır beraber yürüdüğü cemaatı arkadan hançerliyor. Erdoğan, önüne konan darbe krokisine aynen uysa bile haziran ayına kadar istifa etme noktasına gelebilir. 30 Mart 2014 seçiminde yüzde 35 eşiğine gerilemeyi göze alan Erdoğan’ın tek hedefi cumhurbaşkanlığına çıkıp başkanlık yetkisi kullanarak askeri vesayeti durdurmak. Ancak kurmay heyetin buna izin vermeyeceği ve Erdoğan’ın hem cumhurbaşkanı olup hemde AK Parti’yi idare etmesine göz yummayacağı biliniyor. Zaten cuntanın amacı, yaza kadar AK Parti’yi kesin ikiye bölmek ve temmuz ayında AK Parti içinden doğacak ikinci parti ile cumhurbaşkanlığı seçimi atmosferine ülkeyi sokmak. Cemaatın parti kurmaya niyeti olmadığına göre suçlu aramayalım. Özetle Türkiye’ye büyük bir tır tosladı, herkes bugün cemaatı suçluyor, ancak kara bulutlar dağılıp ak ile kara ortaya çıkınca bugün kendini kullandıran, cemaata söven, öz kardeşine ihanet eden isimler çok utanacaklar. Medya’da bu darbe sonrası büyük bir deprem yaşanır ve bugün kalemlerini bilerek veya bilmeyerek cuntaya kiralayan veya satanların toplum huzuruna çıkmaya yüzleri olmayacak. Medya sisteminin aşırı devletleşmesi, sivil toplumun öldürülmesi ve demokrasinin katledilmesi, Türk toplumunda büyük bir travmaya yol açacaktır. Erdoğan, yıllar sonra, eğer tabi halen yaşıyor olursa, bir özeleştiri yaparsa, eminim askeriyede kurmay eğitim sistemini değiştiremediği veya özel harp dairesini küçümsediği için hata ettiğini söyleyecektir. Ordumuzdaki kurmaylık eğitim sistemi, kendi halkını ayrımcılık yapmadan sevecek bireyler yetiştirdiği zaman askeri vesayet düzeni tamamen kendiliğinden ortadan kalkacaktır. MEKTUBUN SAHİBİNDEN TEŞEKKÜR GELDİ. HİÇ DOKUNMADAN YAYINLIYORUM. Yazı cok guzel olmuş, ellerinize sağlık. Başbakanın cemaatı verme kısmı çabuk geçilmiş. Türkiye deki tum cemaatleri toplasanız bir Camia etmez. Okullarıyla , iş adamları dernekleri ile ve olimpiyatlar la camia hem bir rant kapısı hemde Pırıltılı reklam kaynagı olması ile oy mıknatısı. Başbakan Olimpiyat finalinde alkışlandığı kadar hiç coşku ile alkışlanmamıştı.. !! Böyle bir oluşumdan kimse vazgeçmek istemez ama ele geçirmek ister. Camianin bitirilmesi teklifine Başbakanın cevabı, bitirmeyelim ele gecirelim olmuştur. Kemalettin e yapışmasının altında yatan asıl sebep buydu. Zaman icinde camiadan kopmalar meydana gelmeyince bu sefer eşbaşkanlık planı devreye kondu. Hükümet camianin emireri pozisyonuna sokmak istedi kendini. Manevi eşbaşkanlık da bir yol katetmekdi. Daha sonra bu da olmayınca camianin kaynaklarını keserek güçsüz düşürmek, daha sonrada teslim alıp hem devlet başkanı hemde halife ünvanı ile camianın başı olarak mutlak güçle hareket etmek istendi. Neresinden bakarsan bak estetik durmayan bu plan alelacele hazırlanmıştı ve yeterince tahlil yapılmamıştı. Ama zaman azdı, cumhurbaşkanlığı secimine kadar bu iş bitirilmeliydi.Camia bu işe erken uyandı.Plan ele yuze bulaştı. Akabinde camia tabanının ak partiye ve icraatlarına duyduğu sempati tahrik edilerek koparma girişimi yapıldı, kısmen başarılı olsada kopan insanların dala sonradan tutturulan yapraklar olduğu anlaşılınca bu planda boşa cıktı. Artık çareler tükenmişti, benim olmayan kimsenin olmasın mantığı ile Elcilere talimatlar verildi. Gittiğiniz ülkelerde hizmeti çete olarak anlatın. Bunlar haşhaşi dir vs.. 58 Dünya üzerinde en büyük dini hizmeti yapmaya calışan adanmışları eline alamayan HALİFE OLAMAZ…. Hedef açık değil mi ? Yolsuzluklar üzerinden Cemaatı vurma planı, ilk gezi olaylarında prova edıldı. Tabandan olumlu geri dönüşümler alınınca Son şekli verildi. Başbakanın bu kadar kendine güveni bu provadan kaynaklanıyor söyle ki ; Efkan abinin ateşlemesiyle başlayan gezi olayları çığrından çıktı. Çok geniş bir kitleye yayıldı. Insanlar o kadar sahip çıktılar ki bende dahil bir çok arkadaşın birbiri ile arası açıldı. Facebook arkadaşlık sayıları yarıya indi bir kaç günde. Başbakan ve yanındakiler başta önemsemedi, ama zaman geçtikce nasıl bir girdabın içine girdiklerini dehsetle gördüler.. Bu durumdan en çabuk çıkma yolunu seçtiler. Basbakan bizim aylar öncesinden haberimiz vardı dedi, yalandı. Haberi olsa toplulukları kışkırtacak açıklamalar yapılmazdı , çapulcular vs.. Çarçabuk bir plan yapıldı, hayali düşmanlar üretildi faiz lobisi falan gibi. Evet bu olayı destekleyenler vardı ama sadece maddi olarak.Planlanmış bir olay değildi. Otpor benzeri bir ayaklanma isteniyordu. Aktörler pusuda bekliyorlardı. Kendileri sebep oluşturmuyor, oluşan sebepten sosyal ayaklanma başlatmaya calısıyorlar dı. Kürtaj da, TC krizinde denendi tabanda karşılık bulmadı. Bu planı yapanlar dini hassasiyetimizi iyi çalışmamış demek ki. Ama ağaç ta tuttu. Kurtlar vadisi izleye izleye komplo planlarına kafasında bir yer bırakan millet, Başbakanın komplo planını cabuk yedi. Gezi temsilcileri toplandı, gezi ile akalası olmayan bu adamlar 3. kopruyu 3. havalimanını istemezuk dedi. Faiz lobisi, BBC falan derken başbakan olaydan sıyrıldı. Ama başbakan bu olaydan kendi planı ile sıyrılmadı, başbakanı kurtaran marjinal grupların meydanlara inmesi oldu. Sosyal eyleme giden halk, elinde monotoflar bekleyenleri, pkk bayraklarını görünce dondu. Bu eylemı organize edenlerin gözden kacırdığı bir şeydi bu. Başbakan hayali düşman işe yaradı diye düşündü. Oysaki kurtuluş sebebi başka idi. Bu durumu sadece başbakan değil, elbet birgün acıga cıkacak olan hırsızlık soruşturması üzerinden kimleri vuracaklarını hesaplayanlar da izledi. Plana son şekil gezi çıkarımları ile verildi. Artık cemaat paralel devlettir yalanına inanabilecek bir taban vardı. Tebrik etmek lazım adamları, Firavun sabaha kadar uyumamış Musanın rabbine dua etmiş..sonunda da duası kabul olmuş… Ama Rabbim plan yapanların en hayırlısı dır. Camiaya yapışan bazı insanları kovsan gitmez di, onlardan kurtulduk. Rabbim bizi koşturacak, ağırlıklarımızdan kurtarıyor. Bu şefkat tekmesi ile camia da kendi dersini almalı. Şeytan bizim yakamızı hiç bırakmayacak.. Selametle.. İsmi bende mahfuz Meçhul Subay Askerden ikinci mektup: İran oyunun neresinde ve düğmeye kim bastı? Meçhul asker, herkesin kafasında olan iki soruya cevap veren iki mektup daha gönderdi. Gramer ve font sorunu olan mektuplarda düzeltme yapmadım ki, bu asker mektuplarını benim uydurduğumu düşünen komplocu kafalar yazı üslubuna baksın bakalım, benim yazı stilime benziyor mu? İlk soru: En çok merak edilen sanırım İran’ın bu işin, oyunun neresinde olduğu sorusudur? İkinci soru: İkinci global ölçekte global fitneciler Türkiye’ye ne gibi baskılar uyguluyor ve AK Parti neden cemaatı ateşe atıyor? Özetle düğmeye kim basmış olabilir? Öncelikle şunu belirteyim, devletler arenasında mutlak dostluk veya mutlak duşmanlık yoktur. Örnegin ; Rusya,Çin ve Iran ; Suriye politikasında ortak hareket etsede, Rusya ve Iran Hazar kaynaklarının paylaşımı konusunda ihtilaf yaşamaktadırlar. Rusyadan satın alınıp Iranda kurulacak hava savunma sisteminin Rusya tarafından iptali ile Iran bu konuda daha teknolojik olan Cin yapımı sisteme dönmüştür. Iranın ambargolar sebebi ile AB ye satamadığı enerji materyalleri boşluğunu 59 Rusya doldurmaktadır. Rusya ve Iran bu konuda rakip iki ülkedir.Öte taraftan Iran ın kımyasal çalısmaları ıle ilgili Rusya arabuluculuk görevi üstlenmiştir.Çin ve Rusya arasında da benzer çekişmeler vardır , bu meseleyi uzatmak istemiyorum… ABD büyük ortadoğu projesini ve buna bağlı Arap baharını planlarken “islam ” faktörünü göz ardı etti. Petrolü elinde bulunduran islam ülkeleri bir bir savrulurken, oluşan boşlukta Türkiye iktidarına çok cazip gelen bir teklif yapıldı İngilizler tarafından. İslam üzerinden Yeni Osmanlıcılık…. Bölgesel güç haline gelmek isteyen Türkiye, Davutoğlunun tarihe ve osmanlı derin devlet çalışmalarına duyduğu hayranlıgında etkisiyle bu planı çabuk kabul etti. Plana göre zaten 400 sene yönetmış olduğumuz topraklar Halife kontrolu altında bize verilecekti.PKK ile görüşmeler bu çerçevede gerçekleşmiştir. Kulağa hoş gelen bu plan aslında bizi içinde çıkılmaz bir cenderenin içine çekme planıydı. Abdullah Gül bu planı beğenmedi, Davutoğlu bu sebepten Erdoğana yakınlaştı.İslami cemaatleri baskı altına alma ve ele geçirme planının temeli budur. Gelişmeler Rusyanın kurmak istedigi Büyük Avrasya oluşumu için risk teşkil ediyordu. Ukrayna ve Suriye bu oluşum için jeopolitik, ekonomik ve psikolojik öneme sahiptir. Gel görki ikisinde de ateş var, enteresan degil mi ? Iran yeni seçimlerle birlikte son 2 senedir ılımlı bir yol izlemektedir. Yapılan görüşmelere davet edilmesi bu hareketler neticesindedir. Iran ırak petrollerinin yakın gelecekte Iran-Rusya kontrolundeki Suriye üzerinden avrupaya açılması Büyük avrasya oluşumunun gücüne güç katacaktır. Ote taraftan Suriye limanlarını Rusya ya askeri üs olarak kullandırmaktadır.Devler liginde kalmaya calısan Rusya için çok önemlidir bu. Ayrıca Suriyenin silah ithalatının %70 i Rusyadan yapılmaktadır. Kaddafinin düşüşü ile iptal edilen Rus silah anlaşmalarını hatırlayın. Ayrıca Rusya, Esed in düşmesi ile iktirada gelecek taliplilere bakarak bunların radikal islam cevresinden olacagını bilmektedir. Radikal islamcı cevrelerin Suriye uzerinden Kafkasyayı hareketlendirebilecegini ve Ateşi Rusyaya sıçratabilecegini düşünmektedir. Rusya karşılaştığı problemleri Güç ve politika ile cözmeye çalışsada, Iran her zaman belden aşağı vurmayı tercih etmiştir. Siyasi oluşumu yıkmak için en kolay yöntem olan, muta nikahları ıle kaset kayıtları ve yolsuzluk rüşvet para yedirme operasyonları ilerde kullanılmak üzere çok güzel argümanlardır. Öte taraftan yapılan bu plan içinde kendince strateji geliştiren Türkiye hükümetinin gösterilen teveccühten havaya girip Abdulhamitcilik oynamaya calışması olayları içinden çıkılamaz bir hale sokmuştur. Zaten bu konuda sicili bozuk olan hükümet herkese soz vermiş ve yan cizmiştir. Örnegin 2008 de çıkan savaşta Gürcistana silah desteği verirken, ABD gemilerinin boğazdan geçmesine izin vermemiştir. Yeni osmanlıcılık ıcın muhalif grupları desteklerken, El altından Esed e destek vermiştir. Türkiyede patlayan bombalar, Suriye tarafından atılan toplar hep Türkiyenin plandan yan çizmesi sebebi ile iki ülkeyi sıcak savaşa sokma girişimleridir. Yaklatılan tırların hemen akabinde yayınlanan 55 bin resmi duşunun. Gelinen nokta şudur; Hilafet için cemaatlere yapılan baskılar ve operasyonlar azami dikkat ile çaktırmadan yapılıyordu. Fakat dansoz gibi ne yöne kıvırdığı belli olmayan dış politikalar karşısında birileri bu gidişi durdurmak istedi. Eski darbelerden dersini alan ve kendini çook derinlere gizleyen cunta yapısı zaten uzun zamandır çalışıyordu. Şimdi ellerine herkes kendi cıkarına göre arguman veriyor. Tam bir bilek güreşi var. Bir tarafta ABD diğer tarafta ingiltere, öbür tarafta Iran-Rusya ittifakı.. Hükümet bu cendere içinden sıyrılırmaya çalışırken, eski düşmanlarına imtiyazlar veriyor. Hilafeti eline alabilmek içinde Camia yı ateşin içine atıyor. Bir taşla iki kuş, hem postu kurtar, hem yıllardır uğraştığın camiayı bitir. Bu savaşın tarafları hükümeti resmen bermuda şeytan üçgenine sokmuş durumda. Başbakan göbekten bağlanmış, açıklar ailesine kadar uzanıyor. Camia direniyor. Bu durumdan kol bacak saglam çıkmak imkansız görünüyor, ne diyelim ” Dünya lideri olmak istiyorsan Ya çok güçlü olacaksın Yada Lekesiz” Bu yazdıklarımın ispatı, Camianın olay boyunca saldırı degil sadece savunma yapması, sonunda da sessiz kalmasıdır. 60 Hocaefendinin sessizlik kararı mükemmel bir karardır.. İKİNCİSİ GLOBAL FİTNECİ NE PEŞİNDE Peki bunca olanlarin asil nedeni ne, Islam cografyasinda devletlerin hallac pamugu gibi savrulmasinin, elekten gecirilmesinin asil sebebi nedir ? Bildigin gibi devlet karsiligi olmayan para basamaz, bu basta iyi gozuksede cok agir ekonomik sonuclari olur.Tabi Amerika istisna. Dunyada islem goren tum dolarlari toplasan ABD merkez bankasinda karsiligini bulamazsin.Amerika karsiliksiz para basarak tum dunyanin servetini ulkesine akitiyor. Ekonomisi etkilenmesin diye kendi ulkesine nakit girisini kontrol ediyor. Ticaret parasi da evrak-mal takasi oldugundan problem yok.Amerika bastigi bu paralari kendi bankalari araciligiyla veya ticaret yoluyla dunya piyasasina suruyor. Kagitla dunyayi satin almak zengin olmanin en kolay yoludur sanirim. Bu sebepten tum terorist saldirilar amerikan bankalarina yonelik oluyor. Bu sistemi bozmak icin… Bu oyunu goren gucsuz Avrupa devletleri uzun yillar once tek para birimine donmeyi tartisti fakat basaramadi. Bu hayal avrupa birligi ile gerceklesti. Tek para birimi Euro ya gecildi. Eurodan once ornegin mark her ulkede kolaylikla bulunmazken, simdi Euro bulunur oldu. Peki Dolarin popularitesi nasil azaltilabilir di ? Tabiki dunya uzerindeki ticaretin Euro ya donmesi ile. Saddamin amerikan mudahelesi ile devrilmesinin altinda yatan gercek sebep de buydu. Petrol dolarla satilmaliydi. Dunyadaki tum dolarlarin bankaya goturulup Euro ile degistirildigi bir durum hayal edin. Bu Amerikanin sonu demekti. ABD yi bitirmek isteyen dolari bitirmeliydi, bunun yoluda petrole hukmetmekten geciyordu. Mevcut durumda diktatorlerle yonetilen ulkeler Saddam gibi sivri cikislar yapabiliyordu, onlari yonetime getiren baskanlar olmus, zaman icinde gelisen carpik iliskiler her birinin kendi siyasetini uretmesine firsat vermisti. Ayrica Kotalarin kalkmasindan sonra zenginlesmeye baslayan Cin hizla buyuyerek bir tehdit haline geliyordu. Eski dusmani Rusya ve Iran ile Cin in ayni frekansta bulusmasi gec olmadi.Bugunlerde Cin in acikladigi ve ABD hava savunmasini delebilen fuzeler calismalarindan Abd nin ne zaman haberi olmustur sizce…. Ote yandan Turkiye ABD ile muttefik calismalar yaparken, bir yandan da rakibi Avrupa birligine girmek istiyordu, calismalar o yonde hizla ilerliyordu.AB bolgede etkin soz sahibi haline getirecegi Turkiyeye ihtiyac duyuyordu. Fakat ic cekismeler nedeni ile bir turlu anlasamiyor, Turkiyeyi alamiyordu. Bildigin gibi tarhin en cok insan kaybi yasanan savasi olan 2 dunya savasinda hicbir musluman devlet yoktur. Tamamen bir hristiyan savasidir.Olusan cekisme ve dusmanlik havasi hic hafiflememistir. Turkiyeyi ingiltereye yakin goren Fransa bu yakinliktan cekinmis ve her seferinda takoz olmustur. Turkiye ingiltere iliskilerini devlet ziyaretlerinde yapilan sicak karsilamalara bakarak anlayabilirsiniz. Aslen ingilizler bize soguk sempati duymaktadirlar. ABD isine gelmedigi halde Turkiyenin AB ye girmesini acikca onermis ve desteklemistir.Sebebi : musluman topraklarda islami baglar koparildigindan Turkiyeyi o cografyaya hukmedebilecek bir unsur olarak gormemesidir… Tabi ingiliz siyaseti devreye girene kadar….!!!! Davos cikisi,Mavi marmara showu,2012 de dedikodu gibi yayilan Ataturk un halifelik mirasi …. Tek bir emirle Amerika ekonomisini bitirebilecek bir guc dostun bile elinde olamazdi… Son yillarda Sudanin ayrilmasi ve petrol kuyularinin hristiyan guney sudanda birakilmasi, Libya, Misir , Suriye hep bu planlar dogrultusunda yapilan calismalar di…. Iran abd ye karsilik Esat i desteklerken, Turkiye abd yanlisi olarak muhalifleri destekledi. Fakat Davutoglu Abdulhamitcilik oynayarak el altindan el-kaide ve iran a destek verdi. Yonetimin gozu zamaninda oldugu gibi INGILIZ OYUNU ile boyanmisti. Halifelik, iktidar.. dunya liderligi gibi gazlarla sisirilen hukumet zamansiz ve sonu gozukmeyen dis politika oyunlarina giristi. Herkese yuz verip, herkese yan cizme oyununu ancak Ak parti tabani yer… Tabiki bu komik plani ellerine yuzlerine bulastirdilar. Ne tarafa donerlerse donsunler bir dusman var artik. Hukumet mevcut durumda dost gorunmek icin herkesi herkese satmaya razi. Bu cendereden cikmak zor. Isimlerin ustu cizildi bir kere. 61 Yuzlerce acigi olan siyasi bir partinin bu kadar oyunlari basarmasi istatistiksel olarak imkansizdir. Seni istemeyen onlarca dusmanin, yillardir haril haril calisiyor. Simdi soruyorum SIZCE DUGMEYE KIM BASMIS OLABILIR ? Dar dairede yaptiginiz planlarinizla, buyuk devlet olma hayali ile Turkiyeyi icinden cikilmasi zor bir duruma soktunuz.Batakliktan kurtulmak icin yaptiginiz her hareket bizi daha da dibe cekiyor. Hatalarin en buyugu ise, kafanizi suyun ustunde tutmak icin Camia yi ayaklariniz altina almaya calismanizdir. Bu vebal size yeter de artar bile… Cemaat yaptı kolaycılığına düşmeyin! Son iki aydır dünyanın her tarafından uzun yıllardır görmediğim arkadaşlarım, yüzünü bilmediğim okuyucularım, tanıdık, tanımadık insanlar eposta atıyor veya telefon ediyor ve neden böyle oldu diye soruyorlar. Ak Parti ile cemaatın kavga etmesi onlara göre beklenmeyen bir sürpriz. Bana göre normal. Siyasi amacına ulaşmak için her yolu mubah gören, “Bushlaşan”, kendine oy vermeyecek herkesi ötekileştiren çok hırslı bir liderimiz olduğunu söylüyorum. “Peki, cemaat ile derdi nedir?” sorusu peşisıra geliyor. Bunun net bir cevabı var ama kimse dile getirmiyor. Nedir anlaşılamayan, paylaşılamayan konu? Bunca fitne ortalıkla dolaştığı için sanırım artık açık açık yazmamda sakınca yoktur. Cemaat, bence Erdoğan’ın başkanlık sistemi kurmasını da, 6 ay sonra cumhurbaşkanı olmasını da istemiyor. Cumhurbaşkanı olmak ve bu şerefli dünya rütbesi ile vefat etmek isteyen Erdoğan, ülkemizde diktatörlüğün önünü açacak bir rejim kuruyor, kendisinden sonra kimin bu çarpık sisteme lider olacağını pek umursamıyor. Cemaat ise, demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerden taviz vermiyor, Erdoğan’dan sonra “Hitlervari” biri lider olabilir diye endişe ediyor. Bu tedirginliğinde haksız olmadığını Erdoğan son iki aydaki inanılmaz tavrı, üslubu ve konuşmalarıyla fazlasıyla gösterdi. Neden cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini ortaya koydu. Cemaatın dik duruşu ülkemizin geleceğini kurtarabilir. Bir okuyucum bugün şu yorumu gönderdi: “Maalesef şu an Ak Parti önceki yıllarda CHP’nin yaptığı zulmün farklı bir versiyonunu uyguluyor. Kendi etrafındaki şakşakçıları ve kendilerini zenginleştirdikçe zenginleştirdi. İlk başlarda bu kimseye batmıyordu. Ne yani sermaye hep tek eldemi toplanacak birazda dindarlar kazansın diyorduk. Fakat şu anda öyle bir duruma gelindi ki açık açık başbakan “bendenseniz kazanırsınız yok değilseniz sizinle hesabımız var” diyebiliyor. İhaleler hep belli çevrelerin etrafında dönüp duruyor. Onlardan olmayan çarka giremiyor. Başbakan iktidar olabilecek kadar oyu hedefleyip geri kalanları ötekileştiriyor. Yüzde 40 başbakanı seviyorsa yüzde 60 nefret ediyor. Ülke hiç bir zaman şimdiki kadar kutuplaşmamıştı. Peygamberimiz, dört raşid halife ve sahabeler böyle değildi. Hz. Selman Hz. Ömer’e “Ya Ömer üzerindeki elbisenin hesabını vermeden seni dinlemeyiz ve sana itaat etmeyiz” diyor. Yine bir gün Hz.Ömer(r.a.) karşısında Sahabe-i Kiram’dan biri “Ya Ömer seni eğri kılıcımla doğrulturum” diyebilmişti. Bu felsefeyle iktidara gelen birinin kendini bu kadar sorgulanamaz görmesi ve kendini ve etrafındakileri bu kadar zenginleşmesi Hz. Ömer adaletiyle bağdaşmaz.” Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyen Ak parti içinde elit oligarşik bir kitle var ama seslerini çıkarmaları mümkün değil. İsrail, Almanya ve ABD başta olmak üzere dünyanın etkili global güçleri de Erdoğan’ı cumhurbaşkanı görmek istemeyince, bunu da cemaatten görme eğilimi başladı ve Erdoğan’da cemaat korkusu paranoya haline geldi. Oysa reel politik hatalar yaptığı için onu istemeyenleri kendisi çoğalttı. Bu denli paranoyak olmasının asıl nedeni etrafındaki danışman ordusunun bilerek yanlış yönlendirmesinden kaynaklanıyor. Ortadoğu’da Türkiye’nin elinden Büyük Ortadoğu Projesi liderliğini geri alan Amerikan derin devleti İran’ı, Şii Hilalini ve İran devlet başkanı Muhammed Ruhani’yi önplana çıkartıyor ve pazarlıyorlar. Adeta bölgede Türkiye ve İran yer değiştiriyor. Türkiye ve lideri içine kapanırken, İran ve lideri özgüveni yüksek bir edayla İran’ı bölgesel lider yapmaya soyundu. 62 “Amerikan derin devleti ve İsrail neden Erdoğan’a oynamaktan vazgeçti?”, “ülkemizdeki bir sonraki başbakan ve cumhurbaşkanı kim olacak?” sorularını bana en sık soran AK Parti’nin üst düzey yetkilileri. Yanlış okumadınız, AK Parti’yi yönetenler, AK Partili milletvekilleri, il ve ilçe başkanlarına laf anlatmaktan yoruldum. Neden bana sorduklarını inanın ben de çok merak ediyorum. Gidin kendi başbakanınıza, sürekli, direk görüşme imkanınız olan Erdoğan’a sorun ve öğrenin neler olup bittiğini diyorum. Nafile nefes tüketiyorum. Ay geçmiyor, hafta geçmiyor, aynı AKP’li eski dostlarım yine kapımı aşındırıyor ve işin içinden çıkamadığı denklemi bana çözdürmeye çalışıyor. Başbakan’ın şiddetli üslubundan dolayı en yakınında sandığım isimlerin bile Erdoğan’a en basit soruları soramadığını, yanına bile yaklaşamadığını duyunca şaşırıyorum. Yalnızlaştırılan bir başbakanla karşı karşıyayız, en yakın dostlarının bile kapsama alanı dışında kalmış liderin cemaatı dinlemesi mümkün değil elbette! Zaten alıcıları kapattı, dinlemiyor. 13 yıldır Kanada’da yaşayan münzevi bu Sufi dervişe, Ankara’laşan AKP’li dostlarımın sorduğu siyasi sorulara dervişce cevaplar vermeye çalıştım ama ısrarla net cevap istediler. “Senin kulağın deliktir, Erdoğan’ın yerine derin Amerikalılar ve Yahudiler kimi hazırlıyor?” sorusunun yanıtını almadan peşimi bırakmadılar. Ne mi cevap verdim? Doğrusunu söyledim, ben saf bir gazeteci, yazar ve akademisyenim, muhataplarıma yalan söyleyen bir siyasetçi değilim. ABD Başbakanı Obama’nın yönetiminde cemaatle hiç alakası olmayan bir Türk ninemiz çalışıyor. Oğlu Toronto’da master yaptığı için arkadaşım olur, Kanadalı bir Yahudi ile evlendi ve İstanbul’a yerleşti. Cemaatle alakası yok, boş yere komplo teorisi üretmeyin. Verdiği derin bir bilgiyi AKP’li dostlarla hep paylaştım, belki de hata ettim. Ak parti ile cemaatın ayrıştırıldığı “7 Şubat krizi” olayından bir kaç ay önce başbakan bağırsak kanserinden ameliyat olmuş ve 25 cm ince bağırsağı kesilmişti. Herkes başbakana bir suikast yapıldığını biliyor ve üç yıldan fazla ömrü kalmadığını konuşuyordu. Peki, Obama yönetiminden annesi vasıtasıyla haber alabilen derin arkadaşım suikastla ilgili ve Erdoğan’ın yerine düşünülen adaylar konusunda neler demişti? Suikastı uzaktan kumandalı bir mağnetik aletle, yakınında bulunan ve MOSSAD’a çalışan bir İsrail uşağının yaptırdığını söyledi. Kanser yaptırarak sessiz öldürme CIA’nın da yöntemidir. Baba Esad’ı da, Yaser Arafat’ı da böyle öldürmüşlerdi. “Bunu biliyoruz, geçelim bu konuyu, bize Erdoğan’dan sonra kimi koyacaklar onu biliyorsan” söyle diye kafamın etini yedi AKP’liler. “Erdoğan kanser olsa bile, cumhurbaşkanı olmayı, beş yıllık süresini tamamlamadan ölmeyi göze aldı, yani vazgeçmiyor” dedim. “Bunu da biliyoruz, bilmediğimiz bir şey söyle” dedi muhataplarım. Ağzımdan baklayı çıkardım ve galiba güce tapan bu AKP’lilere şu ifşaatımla büyük kötülük ettim: “MİT Müsteşarı Hakan Fidan veya Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan bütün oyunların içinde olmalı ki, Obama yönetimi bu müthiş ikiliye oynuyor. Obama ofisindeki Türk nineden gelen bilgi bu kadar, siz artık bunun altını doldurursunuz.” Üst düzey AKP’li dostum pişkin pişkin güldü ve şunları söyledi: “Hakan Fidan’ı İsrail’in sevmediğine zaten AK Parti’de inanan bir tane saftorik bulamazsın, İrancı olduğu iddialarına ise kakır kakır gülüyoruz. Caferi olduğu için İran ile en sıkı fıkı olan Beşir Atalay’ın TİKA başına getirerek yükselttiği bir bürokrat olduğu doğru ama seçimi yaptıran asıl derin ellere bakmak gerekir. Fidan iddia edildiği gibi Caferi filan değil, İsrail’e ve Amerikalılara düşman hiç değil. CIA başkanı seviyesinde yetkilere kavuşan Fidan’a bu gücü veren derin Amerikalılar. Ancak Fidan’da hitabet kabiliyeti yok, başbakan gibi geniş kitleleri arkasından sürükleyemez. Başbakan’ın en fazla dinlediği adamın Yalçın Akdoğan olduğu doğru ama bu onu gelecek başbakanımız yapmaz. Akdoğan’dan lideri yöneten ikinci adam olur, hepimiz kimin birinci adam olacağını bulmaya çalışıyoruz. Anlaşılan sende bilmiyorsun.” Son iki yıldır AKP’li dostlarımızı, ayyuka çıkan yolsuzluk, rüşvet ve Mut’a nikahı, İran’ın bal tuzağı ile tezgaha getirilen siyasetçi ve bürokratlar konusunda uyarmadan telefonu kapatmıyorum. Hepsi rahatsız bu durumdan ve ustalık döneminin tam bir rant paylaşma ve yeme dönemi haline geldiğini itiraf ediyorlar. AKP’li dostum sitem ediyor: “Büyük inşaat ihaleleri, imar skandalları, Hazine garantili milyarlarca dolarlık dış krediler, Karun gibi yaşama hevesi bizi bitirecek, bunu hepimiz biliyoruz. 63 Avantasını vermeden babamın oğluna bile bu sistemde iş yaptıramıyorum. Sonumuz iyi değil, ne zaman patlayacak bilemiyoruz. AK Parti bu girdabın altında kaldığında cemaat ne yapacak, merak ediyoruz.” Neden böyle oldu diyenler umarım anlamışlardır. 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonları ile cerahat patladı, ancak son iki aydır artık bu eski AKP’li dostlarım beni aramıyorlar ve akıl sormuyorlar. Dört elle, son bir umutla, iktidarı ve büyük rantlarını, çıkarlarını korumak için yapıştıkları, kendilerininde inanmadığı bir komplo teorisi ve mükemmel bir günah keçisi var: “Cemaat yaptı.” “Tek Başına” Bir Ordu ve Ebû Dücâne Kılıcının hakkı! Görülen bir rüya üzerine Ebû Dücâne ve Kılıcının hakkını hatırlatmak vacip oldu. Asrın müçtehidi elinde eğitim asası var, tiyatroyu locadan seyrederken sahneye iner ve firavun önünde eğilmek zorunda kalır. Ebû Dücâne kılıcının sahibi nice kelleler alır, Uhud savaşı biter ve kılıcı teslim eder, okuyalım: Resûlullah efendimizin fedâisidir. Hicretten önce İslâm’a giren Ensâr’ın kahramanlarından meşhur sahâbî. Asıl adı Sammak olup, Hazrec’in Saideoğulları kabilesine mensuptur. Hz. Peygamber hicretin birinci yılında Muhâcirler ile Ensâr arasında ‘kardeşlik’ tesis ettiğinde, Ebû Dücâne de Muhâcirlerden Utbe b. Gazvan ile kardeşlik oluşturmuştur. Ebû Dücâne, Ensâr’ın ve İslâm askerlerinin en cesur savaşçılarındandır. Üzerinde, bir gömleği ve başında kırmızı sarığından başka bir şeyi yoktu. Fakirdi ama ölümden korkmayan takvalı bir kuldu. Uhud harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler… Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki: - Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister? Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Hazret-i Ebû Dücâne, yüksek sesle sordu: - Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir? Kılıcın hakkı - O’nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır. Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır. Hz. Peygamber kılıcı Müslümanlara teklif ettiğinde ilk önce Hz. Ömer tâlip oldu; ancak Hz. Peygamber ona vermedi. İkincisinde Zübeyr istedi, fakat ona da vermedi. Üçüncüsünde ise Ebu Dücâne istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kılıcı ona verdi. O da bu kılıcın hakkını yerine getirdi. Hazret-i Ebû Dücâne, Medîneli mücâhidlerin en bahadırlarından biriydi. Şunları söyledi: - Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah.Peygamber efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyt oyulmuştu: “Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz. “Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu. Onun bu haraketi Allah ve Rasûlullah’a canını vermeğe hazır bir fedai manası taşırdı. Bir bahadırlık nişanı olan bu sarık dolayısıyla ona ”zü’l-Meşhere” unvanı verilmiştir. Ebû Dücâne (r.a.), cesur bir sahabiydi. Allah ve Resûlü yolunda her an canını vermeye hazırdı. Bedir Savaşı’nda olduğu gibi Uhud Savaşı’nda da bunun alameti olarak başına kırmızı bir sarık sardı. Bunu gören Ensar, “Ebû Dücâne yine ölüm sarığını sardı!” dediler.Aslında Eshâb-ı kîrâm, ya’nî Peygamber efendimizin sevgili arkadaşları; mütevâzi, alçak gönüllü, kibirsiz insanlardı. Halbuki şimdi Ebû Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Kendi aralarında konuşuyorlardı: - Böyle yürümek, Müslümana yakışır mı? - Gurur ve kibir, bize göre değil ki. 64 Fakat Resûl-i Ekrem efendimiz, onları susturdular ve buyurdular: - Bu bir yürüyüştür ki, harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir… Savaşın kızıştığı ve Rasûlullah’ın öldürüldüğü söylentileri çıkarılarak müslüman ordusunun moralinin bozulduğu sırada Rasûlullah’ın çevresini, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman, Sa’d, Zübeyr, Talha, Ebû Ubeyde ve Ebû Dücâne kuşatmışlardı. Ebû Dücâne, Rasûlullah (s.a.s.)’in üzerine kapanarak düşman oklarına ve taşlarına karşı kendisini siper etmiş, yaralanmıştır. Müşriklerden Asım ve Ma’bed’i öldüren odur (Vakidi, Meğazî, s.63). Uhud Harbi’nin birinci safhasında Hz. Ebû Dücâne ve diğer sahabilenn gayretleri neticesinde ilk anda büyük bir zafer kazanılmıştı. Bunun için mücahitler, müşriklerin bırakmış olduğu ganimetleri toplamaya başladılar. Bu arada yerlerini bırakmamaları hususunda Peygamberimizin kesin talimatı olmasına rağmen okçular da yerlerini terk ederek ganimet peşine düştüler. İşte, ne oldu ise o anda oldu. Savaşın başından beri okçuları kollayan ve fırsat bekleyen müşrik atlıları, mücahitlere arkadan saldırıya geçtiler. Bunun üzerine birçok mücahit şehit düştü, bir kısmı da paniğe kapılarak sağa sola dağıldılar.Bu arada Peygamberimizin “ölüm haberi” şayiası yayıldı. Mücahitlerin moralleri iyice bozuldu, pek çoğu harbi bırakıp tenha bir yere oturdu. Oysa müşrikler, Resûlullah’ı değil, ordunun sancağını taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) şehit etmişlerdi. Onu Peygamberimiz zannederek, “Muhammed’i öldürdük!” diye bağırmaya başlamışlardı. Peygamberimiz ise o sırada düşmana ok ve taş atıyor, yerinde sebat ederek hiçbir tarafa ayrılmıyordu. Bu arada 7’si Muhacirlerden, 7’si de Ensar’dan olmak üzere 14 fedai, Resûlullah’ı kordon altına almış, müşrik saldırılarından koruyorlardı. Bu gözüpek imanlı sineler, kendi canlarını feda etme pahasına Peygamberimizi yalnız bırakmamak üzere söz birliği etmişlerdi. İşte, Ebû Dücâne de bunlardan birisiydi. Resûlullah’ın duasına mazhar olan bu sahabilerden hiçbirisi şehit olmadı. Savaşın sonuna kadar vücutlarını Peygamberimize siper ettiler.Ebû Dücâne ise, Resûlullah’ın üzerine eğiliyor, atılan oklardan onu koruyordu. Oklar sırtına çarpıp hiç yaralamadan arka tarafına düşüyordu. Bu arada azılı müşriklerden Abdullah bin Humeyd, Peygamberimizin sağ olduğunu ve sahabilerin onu koruduğunu gördü. Vakit kaybetmeden atını o yöne sürdü. Ne pahasına olursa olsun, Resûlullah’ın canına kıyma emelini besliyor, şöyle sesleniyordu:“Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösterin. Vallahi ya onu öldürürüm yahut ben ölürüm!” diye çığırtkanlık yapıyordu. Tepeden tırnağa zırha bürünmüştü. Müslümanlardan hiç kimsenin karşısına çıkamayacağını tahmin ediyordu. Sinsi sinsi ilerliyordu. Birden karşısında Ebû Dücâne’yi görünce afalladı. Ebû Dücâne, bu gözü dönmüşü görür görmez, “Gel yanıma! Ben, Resûlullah’ın uğruna kendi vücudumu siper eden birisiyim.” dedi ve akabinde kılıcını İbni Humeyd’in atının bacaklarına çaldı. At çökünce de, “Al, bu da ben Hareşe’nin oğlundan!” diyerek bir vuruşta müşriği cansız yere serdi. Ebû Dücâne’nin kendisini korumak hususundaki bu gayretini gören Peygamberimiz, ona şöyle duada bulundu:“Allah’ım, Hareşe’nin oğlundan ben nasıl razı isem Sen de razı ol!”Ebû Dücâne, manevi mükâfatını âdeta peşin olarak alıyordu… Hazret-i Ebû Dücâne, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için, canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan dinsizleri, müşrikleri kılıçladı, kılıçladı. Kimini öldürdü, kimini yaraladı. Zâten yürüyüşünden, heybetinden korkan hâinler; çil yavrusu gibi dağılıyorlardı.Sevgili peygamberimiz onun hakkında ”Ebû Dücâne’nin sesi bir bölük askerdir.” sitayişinde bulunmuştur. O kurtulursa Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da: - Ey Kureyş cemaatı! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım, diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu.Ebû Dücâne hazretleri bu azılı kâfirin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek gerekli cezâsını vermişti.Ebû Dücâne hazretleri bununla meşgul iken, müşriklerden Ma’bed bin Vehb, Ebû Dücâne’ye müthiş bir kılıç darbesi indirmişti. Ebû Dücâne hazretleri çok seri bir şekilde yere çökerek bu öldürücü darbeden kurtulmuş, hemen sonra acele kalkıp hücum ederek, Ma’bed’i yaralamış, bir çukura düşürmüştü.Sonra da çukura atlayıp başını kesip kâfirlere doğru fırlattı. Bu hâl, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerini daha da bozmaya sebep olmuştu.Uhud savaşının iyice kızıştığı sırada muhâcirinden Zübeyr bin Avvâm, 65 kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün idi. Kendi kendine dedi ki: “- Ben Resûlullahtan kılıcı istedim. Onu bana vermedi, Ebû Dücâne’ye verdi. Halbuki ben halası Safiyye’nin oğluyum. Üstelik de Kureyşliyim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım, Ebû Dücâne benden fazla ne yapacak?” Ebû Dücâne’yi takibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri beytler okuyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli Ebû Zûl-Kerş her tarafı zırhlarla kaplı, sadece gözleri görünüyordu. Ebû Dücâne hazretleri ile karşı karşıya geldi. Kâfir bağırıyordu: - Ben Ebû Zûl-Kerş’im! Bu isim kendisine uzun boyuna rağmen büyük göbeğinden dolayı verilmişti. İkiye biçti Önce Ebû Dücâne hazretlerine hücum etti. Ebû Dücâne, onun darbesinden kalkanıyla korundu. Ebû Zûl-Kerş’in kılıcı Ebû Dücâne hazretlerinin kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne hazretlerine gelmişti. Bir kılınç darbesiyle omuzundan, tâ uyluklarına kadar ikiye biçti. Canını Cehenneme yolladı. Bu konuda Ka’b b. Mâlik şunları anlatmıştır: Ben Uhud’a katılan Müslümanlar arasında bulunuyordum. O gün Kureyş müşriklerinin; ölen Müslümanların cesetlerini parçaladıklarını gördüm. Ben müşrik saflarına yakın bir yerde bulunuyordum. O sırada onlardan, silahlarını kuşanmış bir kişi çıkarak, “Kesimlik koyunların bir arada toplanışları gibi siz de bir araya toplanın!”diye bağırmaya başladı. O anda gördüm ki Müslümanlardan bir kişi de silahlarını kuşanmış onu bekliyor. Ben de gidip onun arkasında durdum. Sonra bu ikisini gözlerimle tartmaya başladım. Kureyşli müşrik, silah bakımından daha zengin olup, kıyafeti de Müslümana göre çok daha düzgündü. Müslüman’ınsa yüzünde bir örtü vardı ve kim olduğu belli olmuyordu. Oradan ayrılmayarak onları bekledim. Sonunda çarpışmaya başladılar. Müslüman olan, müşriğe öyle bir vuruş vurdu ki adam boynundan kasıklarına kadar boydan boya ikiye bölündü. Geriye dönen Müslüman yüzünü açarak bana, “Ey Ka’b onu nasıl öldürdüğümü gördün mü? Ben Ebu Dücâne’yim!”dedi. Bundan sonra Ebû Dücâne, önüne çıkan her kâfiri devirerek dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına geldi. Ebû Dücâne buyuruyor ki: - Uzaktan bir kadın gördüm ki, müşriklere son derece kızıyor, bağırıyor ve harbe teşvik ediyordu. Üzerine yürüdüm. Etrafından imdat istedi, bağırmaya başladı. Onun bir kadın olduğunu görünce Resûlullahın kılıcının şerefini gözettim ve kılıcı kadına vurmadım. Tir tir titreyen Kureyşli kadın bile, bu civânmertlik karşısında şaşırıp kaldı! Bu kadın Ebû Süfyân’ın hanımı Hind idi. Daha sonra Mekke’nin fethinde Müslüman oldu. Ebû Dücâne’nin her yere yetiştiğini, kılıcını kaldırdığı halde Ebû Süfyan’ın karısı Hind’i öldürmekten vazgeçtiğini gören Zübeyr bin Avvâm hazretleri, kendi kendine buyurdu ki: - Kılıcın kime verileceğini Allahın Resûlü benden daha iyi bilir. Vallahi ben onun çarpışmasından daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim. Sonra Ebû Dücâne’nin yanına vararak dedi ki: - Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılıcını kaldırıp sonra vurmaktan vazgeçtiğini de gördüm. Ebû Dücâne cevap verdi: - Resûlullahın kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım. 66 Ebu Dücâne bir yandan da şu şiiri okuyordu: “Ben, dağın eteğinde bulunan hurmalıktaki dostunun, kendisinden savaşta hiç bir zaman safların gerisinde kalmamak, Allah ve Resûlü’nün kılıcıyla müşriklere devamlı vurmak üzere söz aldığı kimseyim”. Bu şekilde Ebu Dücâne önüne çıkanı öldürüyordu. Müşriklerin arasında biri vardı ki savaş alanını dolaşır ve nerede bir yaralı Müslüman görse hemen onu öldürürdü. Ben Allah’tan bu ikisini karşı karşıya getirmesini istiyordum. Çok geçmeden bu arzum gerçekleşti ve Ebu Dücâne o kişiyle karşı karşıya geldi. İlk saldırıyı bu kişi yaptı ve Ebu Dücâne’ye bir kılıç savurdu. Ebu Dücâne bunu kalkanıyla savuşturup hiç vakit kaybetmeden bir vuruşta onu öldürdü. Daha sonra onu Hind binti Utbe’nin başucunda gördüm. Vurmak üzere kılıcını onun başı üzerine kaldırdığı halde vurmaktan vazgeçerek geri döndü. Onun bu hareketini gördüğümde kendi kendime, “Şüphesiz Allah ve Resûlü benden çok daha iyi bilir. Bu yüzden de kılıç ona verilmiştir”dedim. Daha sonra Ebû Dücâne hazretleri, Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ali ve diğer Eshâb-ı kirâm ile beraber yeniden düşman saflarına umumî taarruz için ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehid düştü, fakat müşrikler de kaçmaya başlamışlardı. Peygamberimiz duâ etmiş idi Uhud savaşında Müslümanlar bir ara dağılınca, Peygamber efendimizin yanında yedisi muhâcirlerden, yedisi de ensârdan olmak üzere ondört sahâbi kalmıştı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû Dücâne idi. Ebû Dücâne, aynı zamanda ölmek ve ayrılmamak üzere üçü muhacirlerden beşi ensârdan olan sekiz sahâbiden biri olarak Resûlullaha biat etmişti. Bu sekiz sahâbiden hiçbiri Uhud’da şehid olmadı, çünkü bunlara Peygamberimiz duâ etmiş idi. Uhud savaşında, müşriklerin azılılarından Abdullah bin Hüneyd, Peygamberimizi görünce atını mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup, başında da miğfer vardı. - Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösteriniz. Ya ben O’nu öldürürüm yâhut onun yanında ölürüm, diye haykırıyordu. Ebû Dücâne hazretleri hemen onun karşısına çıkarak dedi ki: - Gel yanıma! Ben vücudumla Resûlullahın vücudunu koruyan bir kişiyim. Abdullah bin Hüneyd’in atının bacaklarına bir kılıç çaldı. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırıp: - Al bunu da Hareşe’nin oğlundan, deyip bir vuruşta onu Cehenneme gönderdi. Sen de râzı ol Peygamber efendimiz bu olanları görüyordu ve buyurdu ki: - Allahım, Ebû Dücâne’den ben nasıl râzı isem, Sen de râzı ol. Ebû Dücâne hazretleri Uhud’da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah efendimiz Uhud gazâsından dönünce, Ebû Dücâne hazretlerine vermiş olduğu kılıçlarını almıştı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını silmek üzere mübârek kerîmeleri Hazret-i Fâtıma’ya uzattı. Bu esnâda, Hazret-i Ali de kendi kılıcını uzatarak dedi ki: - Şunu da al, bu gazâda çok iyi işime yaradı. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: - Sen muharebede sadâkat gösterdin, başarılı oldun; Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de başarılı olmuşlardır. Böylece Ebû Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyân buyurmuşlardır. 67 Hz. Peygamber, Uhud gazâsından sonra müslümanlara ihanet eden ve Resûlullaha verdikleri sözde durmayan ve Resulullahı öldürmeye teşebbüs eden Beni Nâdir yahudilerinin üzerine yürüdü. Yahudiler yenildiler. Yahudilere hiçbir mal götürmemek şartıyla eman verildi. Resûlullah Beni Nâdir yahudilerinin terkettiği malların hepsine el koydu. Bu ganimet mallarının hepsini muhâcirlere dağıtmak için istişâre etti. Böylece muhâcirler, ensârın evlerinde oturmakdan kurtulacaklardı.Ensârdan Sad bin Ubâde ile Sad bin Muaz: Ya Resûlallah! Sen Benî Nâdirin mallarını muhâcirlere dağıt. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devâm etsinler buyurdular. Resûlullah ensârdan Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne hazretlerine fakir oldukları için bu ganimetlerden onlara da pay verdi. Cin mektubu Ebû Dücâne hazretleri anlatır: Bir gece yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şey yükseldiğini farkettim. Elimle yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmaya başladı. Hemen Resûlullaha gidip, anlattım. Buyurdu ki: - Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin!. Kalem ve kâğıt istedi. Hazret-i Ali’ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup, uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki: - Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla, beni yaktın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz. Sâhibimin izni olmadıkça Ona dedim ki: - Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam. Cin ağlamasından, feryâdından dolayı, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını, mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: - O mektubu kaldır. Yoksa, mektubun acısını, kıyâmete kadar çekerler! Bir kimse, bu mektubu, yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup zarar veren cin de gider. Merak edenler için burada bahsi geçen Mektup yani Name-i Peygamber’i : . ŞEHİT OLUŞU Ebû Dücâne hazretleri hicretin 13. yılında yalancı peygamber Müseylemet-ül Kezzâb ile yapılan 68 Yemâme savaşında şehîd olmuştur. Nadiroğulları seferinden sonra ele geçirilen ganimetlerden Ebû Dücâne de payını almıştır (İbn Sa’d Tabakat, II, 353). Siyer yazarları Rasûlullah’ın gazvelerinde onun seçkin bir yeri bulunduğundan söz etmişlerdir. Bütün savaşlarda korkusuzca öne alıp çarpışmasıyla İslâm ordusuna büyük bir cesaret örneği olmuş, askerleri savaşa teşvik ederek moral kazanmalarını sağlamıştır. İrtidat edenlere karşı girişilen Yemame savaşında da yalancı peygamber Müseylime’nin mağlup edilmesinde onun bu kahramanlığının büyük etkisi olmuş (Üsdü’l-Gâbe, II, 353), nihâyet Ebû Dücâne Ridde savaşlarında şehid düşmüştür. Cesaret ve kahramanlığı kadar üstün fazileti ile de tanınan Ebû Dücâne Hazretleri boş şeylerle meşgul olmaz, hiç kimse hakkında kötü bir şey düşünmezdi. Bir gün hastalandı. Ağır hasta olmasına rağmen, üstünde sanki hastalık eseri yoktu. Yüzü nurlu ve pırıl pırıldı. Ziyaretine gelenlerden birisi, “Yüzünün böyle olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Dücâne şu cevabı verdi: “Güvenebileceğim ve beni kurtarabilecek iki amelim var: Birisi malayaniyle meşgul olmayışım, diğeri de hiçbir Müslüman hakkında kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmayışım ve düşünmeyişimdir.” TAKVALIYDI Gönlü hakikat incileriyle bezenmiş yüce sahabe takvada en ileri derecedeydi. Bütün namazlarını Peygamberin arkasında kılıyordu. Ebu Dücane seher vakti gelir gelmez evinden çıkıyor, Mescidi Nebevinin yolunu tutuyor, sabah namazını devamlı olarak Kainatın Efendisiyle kılıyordu. Fakat namazı kılar kılmaz dua ve tesbihleri beklemeden kalkıp gidiyordu. Bu husus Nebiyyi Muhteremin dikkatini çekmiş olacak ki bir gür sordular: - Ey Ebu Dücane! Neden acele çıkıp gidiyorsun? Ebu Dücanenin gönül dudakları dile geldi ve: - Ey Allah’ın Sevgili Rasulü, dedi. Sana feda olayım. Sebebi şudur: Komşumun bahçesindeki hurmaların dalları bizim evin önüne kadar uzanıyor. Gecikecek olursam bizim çocuklar uyanacak ve rüzgarın tesiriyle avlumuza dökülen olgun hurmaları bilmeyerek yiyecek, midelerine haram lokma girmiş olacak. Buna meydan vermemek için dökülen hurmaları topluyor, komşumun evinin önüne bırakıyorum. Varlığın sebebi olan Peygamber gökleri aydınlatacak şekilde tebessüm buyurdular ve memnuniyetlerini izhar ettiler. Ebû Dücâne Rasûlullah’ın yakın ashâbından birisi olmasına rağmen kendisinden hiç hadis rivâyet edilmemiştir. Bunun en önemli sebebi, onun Rasûlullah’tan hemen sonra şehid olmasıdır. Bu sahâbînin (r.a.) Hz. Peygamber’e itâati ve imanının sağlamlığı onu en yüksek mertebelerden birine, şehidliğe götürmüştür. Bu sebeple o İslâm’î hareketin büyük mücâhidleri arasında bir sembol olmuştur. Tarihçiler onun şu mısrasını nakletmişlerdir: ‘Ben, sevgili peygamber ile ahde girmiş bir kimseyim, Hurma korulukları yakınında tepenin eteğinde olduğumuz zaman.’ (İbn Hişâm, es-Sîre s.563: Taberî, s.1425-1426). Ebû Dücâne hazretleri Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkan irtidât, dinden dönme fitnelerinin ortadan kaldırılmasında da çok büyük hizmet görmüştür. Dinden dönenlerin başında bulunan Müseylemet-ül Kezzâb, peygamber, olduğunu ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. 69 Hz. Halid bin Velid komutasındaki islâm ordusu bu fitnecinin üzerine sevk edilmişti. Harp esnasında Hz. Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Mürtedler, Hz. Halid bin Velidin çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı. Bu sırada islâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseylemet-ül Kezzâbın ordusunu bozdu. Hz. Vahşi, Müseylemet-ül Kezzâbı katletti. Müseylemet-ül Kezzâbın ordusunu teşkil eden Beni Hanife kabilesi yenilince etrafını duvarlarla çevirip tahkim ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı. Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak giren Ebû Dücâne idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen gayretine zerre kadar eksiklik getirmeyerek, o muhkem bahçenin kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp, islâm askerine bahçenin kapısını açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti ve şehâdet şerbetini içinceye kadar savaştı ve burada hicretin onbirinci yılında şehid oldu. Hazret-i Dücanenin şehid düştüğü Yemame savaşında, Müseylemet-ül Kezzâbın kırkbin kişilik ordusundan yirmi bini katledilmiş, fakat müslümanlardan da iki binden ziyade şehid verilmişti. Bunun üçyüzaltmışı muhâcirden, bir o kadarı da ensârdan ve kalanı da tabiînden idi. Şehid olanların içerisinde yetmişten ziyade hafız vardı. Hadisler Bidâye, IV/15 (İmam Ahmed, Enes’ten); İbn Sa’d, III/101 (O da Enes’ten) Heysemî VI/109 (Bezzar, Zübeyr bin Avvam’dan) Hâkim, III/230 (Hâkim “Bu isnad sahih olmasına rağmen Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir”der) Bidâye, IV/16 (İbn Hişam’dan) Bidâye, IV/17 (Musa bin Ukbe’den) Üstad, ‘Risaleleri sadeleştirin’ dedi Uzun süredir devam eden bir fitneye son vermek için tekrar 3 delili yazıyorum, en sonda söylemem gerekeni en başta ifade edeyim: Risaleyi Nur’un sadeleştirilmesi ve günümüz Türkçesine uygunlaştırılması zaruri hale gelmişti ve Üstad Said Nursi’nin talimatıdır. Evvela saklanan bir gerçeği itiraf edelim: Risaleler Üstad zamanında da bir kaç kere sadeleştirilmişti ve bizzat kendisi tashihini son 10 yılında yapmıştı. Risaleler, ne Kur’andır, nede Hadis kitabı. Kuran’ın mealen tercümesi, hadisin bil mana mealen aktarımı oluyorda neden Risalelerin sadeleştirilmesi olmasın, Risaleler iki ana kaynaktan üstün değil ki.. Bediüzzaman, Kastamonu lahikasında gençlerin Risalelerden mahrum kalmaması için bazı kelimeleri kendisinin sadeleştirdiğini açıkca ifade eder. Sadece Tenvir Neşriyat’ın, Zehra Yayıncılığın ve Mutlu Yayıncılığın neşrettiği Kastamonu Lahikası’nda yer alan bu ifadeler orijinal haliyle şöyledir: “Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat (kolaylık) olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.” 1925 yılına kadar üstadın yazdığı tam 48 eser var, Risaleyi Nurların içine bazılarına almış. Mesela İşaratül İcaz, Mesnevi Nuriye, Sünuhat, Lemeat, Muhakamet, Kızıl İcaz ve Münazarat. Üstad eski Said döneminde hatalar yaptıda tevbe etti, vazgeçti ve yeni said oldu diye bir efsane var. Yok böyle bir şey. Eski eserleri ve 1925′den sonra yazdığı Risaleleri karşılaştırırsanız fikriyat ve düşünce olarak üstadın çizgisini aynen koruduğunu görürsünüz. Üstad mert, cesur ve dürüst, öleceğini bilse takiyye asla yapmıyor. Eski ve Yeni Said arasında hizmet taktiği ve strateji farkları var. Eski Said, hiç kimseden korkmadan doğruları herkese söylüyor, siyaset sahnesinin en önünde, herkese İslam’ı çekinmeden her 70 yolla haykırıyor. Yeni Said ise siyaseti terk ediyor, en önde değil, her doğruyu her yerde söylemiyor. Üstad çok fıtri ve gerçekçi. 1940′da dilin kısırlaştırıldığını ve neslin 1925 öncesi ve sonrası yazdığı eserleri anlamadığını görünce hemen kısmi sadeleştirme yapıyor. Şaşırdınız değil mi? Ahmet Nun’un aşağıdaki linkteki makalesini mutlaka okuyun http://yeryuzumirascilari.com/yym/2012/risalelerin-sadelestirilmesi-uzerine/ Cumhuriyet döneminde iki nesil değişmiş ve yeni nesiller dili ve alfabeyi anlamaz hale gelmişti. Latin alfabesine geçilmesi nasıl olmuştu? 1956′dan sonra Şanlıurfalı Seyyid Salih Özcan ilk defa matbaada bastırdı. Üstadın son on yılı sürekli tashihle geçti. Tahiri Mutlu ağabey, köyündeki tüm arsalarını satmış, parasıyla da üstadın haberi olmadan Risaleleri ilk defa Latin alfabesinde bastırmış, mavi (kırmızı değil) kaplattırmış ve Isparta’da üstada sunmuştu. Herkes şaşkındı, üstadın Tahiri Mutlu’ya çok kızmasını bekliyordu. Oysa üstad risaleleri Latin alfabesinde basılmış görünce gözyaşlarını tutamamıştı. Tahiri Mutlu’yu tebrik etmek için onun makamının ne olduğunu meleklerin bile taktir edemediğini, kimsenin de erişemeyeceğin dile getirmişti. İyi ki Risaleleri Üstad zamanında Tahiri Mutlu ve Salih Özcan ağabeyler öncelik kullanarak Latin alfabesinde bastırdı. Yoksa bu mesele bugüne kalsaydı, bazı talabeleri halen Osmanlıca harfleriyle yazar ve bu müthiş eseri dar bir daireye hapsederdi! Üstad, gerçi üç talabesine Latin alfabesiyle Risaleleri okumayı yasaklamıştı: Bunlardan biride Tahiri Mutlu idi. Bir kere eserlerin sadeleştirilmesine gayret edenlerde ihlâs, samimiyet ve iyi niyet var. İkincisi sağlam bilgi. Isparta’nın Nur talabelerinden Hasan Efendi’de üstadın Osmanlıca olarak el yazısıyla yazdırdığı bir mektubu bizatihi gözleriyle gören Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilk talabelerinden Abdullah Aymaz Hoca’nın gözleri faltaşı gibi açılır. 1939 tarihli Osmanlıca belgenin aslı ile Kastamonu Lahikası’nda yer alan metin aynı değildir. Çıkartılan kısımda Üstad, harflerin ve Türkçenin son 20 yıldır değiştirilmesinden beri yetişen yeni neslin eserleri anlayamadığından dolayı, telif edilen dili değiştirdiğini ve çağa uygunlaştırdığını ifade etmektedir. Abdullah Aymaz Hoca, 1991 yılında bu metni orijinal nüshası ile Zaman gazetesinde yayınlayınca kızılca kıyamet kopar. Gazeteye başta üstadın yaşayan talabeleri ve Nur cemaatlerinden olmak üzere Zaman’ı ihanetle suçlayan onlarca mektup yağar. İşte aslı: BU BELGE YETERLİ Mİ? 1 2 3 Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü manevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regaibi tebrik ediyoruz. Sizin beraatiniz ve manen galebeniz zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor. Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı, 71 Otuzuncu Lem’anın İsm-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hatimesine kadar, Ayetü’lKübra’nın, “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren her bir misafir…” diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, tâ On Sekizinci Mertebe olan kâinatınhudus hakikatı, tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilât olmak için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur. Ben, bu sene çok zaif ve ihtiyar ve âciz bir halde bulunduğumdan, genç kardeşlerimden manevî muavenetlerini bu mübarek şuhur-u selâsede rica ediyorum. Her birisine birer birer selâm ve dâreynde selâmetlerine dua ediyoruz. Bu havalideki talebeler namına da selâm ve dua ediyoruz. 4 Kardeşiniz Said Nursî KAYNAK: http://www.nuralemi.com/sayfalar.php?id=34&sayfaNo=117&mode=nb 1- Allah’ın adıyla. 2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44) 3- Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. 4- Baki olan yalnızca Allah’tır. Aymaz Hoca, 1992’de ABD’ye gider ve 1995’de Zaman gazetesinin başına tekrar geri döner. 1995’de ziyaretine gelen ABD’de eğitim gören farklı Risaleyi Nur cemaatlerinden bir talabe grubu haklarını helal etmesini dilerler. Bu gençler, Aymaz Hoca’yı 1991’de sert bir dille kınayanlardan sadece bir kaçıdır. Şu itirafta bulunurlar: 3 senedir ABD’de okuyoruz, orada bulunan Türklerin Risaleyi şu andaki haliyle anlaması mümkün değil. Keşke uyduruk Türkçe ile bile olsa sadeleştirilse de imanlarının kurtarılması için bu reçeteyi onlara sunabilsek. Aymaz abi şu acı gerçeği vurguladı: Bizim ABD’de büyüyen kendi çocuklarımız bile eski dilde Risaleyi anlamıyor, hemen sıkılıyor ve kitabı kapatıyor. 72 Foto 2012′den ama: Abdullah Aymaz Hoca, sadeleştirme konusunda bu yılda Kanada’nın London kentinde düzenlenen kış kampında net tavır ortaya koydu. Neden ve hata mı yapıldı sorularını iki defa aynı biçimde cevapladı. Aymaz Hoca, gelen sert tepkiler üzerine ara verdiği sadeleştirme sürecinin gereklerini ve temellerini Risalelerde arayınca daha önce kimsenin fark etmediği bir gerçeği ortaya çıkarır. Şerhli yazma konusunda görüş birliği oluşuncada Risaleleri açıklamalı yazmaya başlar. Aymaz Hoca, ilginç bir tesbitte bulunur: Üstad, 19. Mektubu on günde yanında hiçbir kitap bulunmadığı halde yazmış ve 300 adet peygamberimizin mucizesini izah etmiştir. ‘Hadis bil Mana’ prensibini esas almıştır. Yani hadisin kelime kelimesine lafzını tam aktaramasada, mezmumu, yani genel manasını başka kelimelerle motomot ancak asıl, öz olan manaya sadık kalarak verdiği için hadisi aktarmasında bir sakınca yoktur. Üstad, Bitlis’deki medrese hayatında 40 adet İslam’ın temel eserini harfiyen ezberlemiş, Van’da geçen 15 yıllık hayatında ise fen ilimlerine ait 50 temel eseri hıfzına almıştır. Bu ezberler ileri ki yaşlarda çok işine yarayacaktır, zira sürgünde olduğu yıllarda, Kosturmaca’da ki esir hayatında ve 28 yıllık hapis hayatında Kur’an dışında yanında kitap bulundurmasına izin verilmeyecektir. Üstad, hissi kablel vuku ile başına gelecekleri görmüş ve temel ilim eserlerini ezberlemekle kalmamış, hepsini 90 günde bir tekrar etmiştir. 1990’da Mucizeyi Ahmediye Risalesinde geçen hadislerin kaynak kitapları konusunda araştırma yapan Gülen Hocaefendi’nin Hususi Talabe İlim Grubu, 35 temel hadis kitabındaki hadis referanslarında hiçbir yanlışlık bulamamıştır. Sadece Hadis Bil Mana sırrınca ifade edilen kelimede küçük farklılıkları mevcuttur. Hadis bil ittifak ile manaları tam veren üstattaki deha zeka mükemmeldir. Hadis Bil Mana oluyor, Kur’an’ın farklı dillere tercümesi oluyor da Risaleyi Nur’da Bil Mana veya Bil Mana İttifak niye olmasın? Açın bakın elinizdeki Kur’an’ın meal tercümelerine, her tercümede farklı Türkçe kelimelerle mananın verildiğini göreceksiniz. Kur’an’ın değişen dile göre sadeleştirilmesine ses çıkarmayacak, hiç tepki vermeyeceksiniz, sonra da kalkıp Risaleyi Nur değiştirilemez diye tabu koyacaksınız. Bu tabularla üstadın engin vizyonu örtüşmez. 73 Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde sanat sanat için mi yoksa sanat halk için mi yapılır tartışması vardı. Bu kısır tartışmada kimse Allah rızası için sanat yapılır diyemedi. Risaleyi Nurların dili pek güzel Osmanlıca sanat var diye sadeleştirilmesine karşı çıkmak bağnaz aydınların sanat sanat içindir yaklaşımına benziyor. Sanat Allah rızası için yapılır, Risaleyi Nur, Kur’an tefsiri olarak Allah rızası için okunur, sanatı takdir için okunmaz, müzelik sanat abidesi diye saklanamaz. Yeni nesil eserleri anlamıyor ve okumuyorsa eserler müzelik olmaya doğru gidiyor demektir. Mana bil ittifak ile risaleleri sadeleştirmek için üstadın talabelerinin komisyon oluşturmasını beklerdim, oysa 50 yıldır artık vacip değil farz ihtiyaç olan bu açılıma karşı çıkmaları akıntıya kürek çekmektir. Abdullah Aymaz Hoca’nın yaptığı Sinek Risalesi dersinden ilham alınarak yazdığım bu şiirden sonra sinek öldürmek bize haram oldu Üstad’ın risaleleri “sünuhat-ı kalbiye” yani kalbe gelen manalar, doğuşlar ile yazdığı konusunda tüm Risaleyi Nur Şakirdleri hemfikirdir. Eserlerin “Kur’anın malı” olduğu, verildiği konusunda da herhangi bir ihtilaf yok. Said Nursi’nin talebelerinden Rahmetli Mustafa Türkmenoğlu, sadeleştirme ile ilgili taleplerin gerçek manayı karşılayamayacağını Risale-i Nur’dan ve Said Nursi’nin sözlerinden örnek vererek savunuyordu. İbrahim Kaygusuz’un yazdığı “Davaya Adanan Bir Ömür Mustafa Türkmenoğlu” kitabında yer alan bilgiye göre Türkmenoğlu ağabeyin sözleri şöyleydi: “Risale-i Nur’da yirmi beş bine yakın kelime var. Türkçe ile Risale-i Nur’ları tercüme edip yeniden yazmaya çalışırsanız, dağarcığınızda iki bin tane kelime bulabilirsiniz. Bu iki bin kelime ile yirmi beş bin kelime nasıl karşılanacak? Karşıt görüşte olanlar Üstadın şu mektubuna esaslanıyorlar: 74 “Azîz, sıddîk kardeşlerim, Hem bunu katiyen îlân ediyorum ki; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de; hakîkat-i ihlâs ve terk-i enâniyet ve dâimâ kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakîkat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, “Allah râzı olsun” deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnuz oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’ alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile-kabul edip minnettar oluyoruz. ” (Tarihçe-i Hayat, 417) Fethullah Gülen Hocaefendi, risalelerin sadeleştirilmesi meselesine evvelden beri soğuk bakmıyordu. Hatta merhum Necip Fazıl bu işe talip olduğunda keşke üstadın talebeleri buna izin verseydi diye de ifade etmişti. Çünkü Necip Fazıl’ın kendi revnakdar üslubuyla risalelerin sadeleştirilmesine ciddi katkı sağlayabilirdi. Nurlar onlarca dile çevrildi. İngilizceye İspanyolcaya, Rusçaya kadar 50’ye yakın dile çevrildi. Bir İngiliz dahi Risaleleri bir Türk’den daha iyi anlıyor. Onlar tahrifat olmuyor ama Türkçesini günümüz Türkçesi ile ifade etmek mi tahrifat oluyordu? Nurlar kimsenin tekelinde değildi, olmamalıydı. Üstadın talebelerinin elbette ciddi bir hatırı vardır, ancak bu konuda ihtiyaç ne ise ona binaen davranılmalıydı. Orijinalini okumak isteyenler için zaten sorun yoktu. Risaleyi nurların hem asılları hem de sadeleştirilmiş halleri olsa, isteyen onu isteyen öbürünü okusa bunun ne kötülüğü olabilirdi? Nasıl olsa şu haliyle Risaleyi nurları Türkiye halkının yüzde 80′i anlamıyor, anlayamıyordu. Müceddid-i Elf-i Sani Yani 2. bin yılın müceddidi olan İmam Rabbani KS hazretlerinin tüm eserleri her ülkede kendi dilleriyle basılmış ve herkesin anlayacağı dilde yayınlanıyor. Bunda ne kötülük var. Gülen Hocaefendi, vaktiyle Necip Fazıl”ın Kırklareli”nde kendisine şöyle söylediğini belirtiyordu: “Bediüzzaman, Sultanahmet”in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri var. Fakat köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman”ı, bu büyük mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de o dubalarda yaşayan insanların diline göre onu sadeleştirsem.” Akabinde sadeleştirme yolundaki samimi gayretler, “Bu kitaplar böyle isteyene uluorta verilmez. O kim oluyor sadeleştirecek?” mülahazasıyla akamete uğratılıyor. Gülen, şahsi gayretleriyle bazı sadeleştirme denemelerinde bulunmakla beraber, kendi ifadesiyle “iki defa zılgıt” yiyor ve mesele 1965’de kapanıyordu. Sadeleştirmeye “evet” diyorum. Ayrıca bu tahrifat değildir. Bunu yapacak olanlarında kimseden izin alması gerekmemektedir. Gülen’in yeni açılımlarını destekliyorum. Ufuk yayınları tarafından çıkartılan Lemalar’ın sadeleştirilmiş halini satın aldım, bu manifestoya tüm yüreğimle katılıyorum. Ayrıca tarikatçı arkadaşlarında konuya alaycı- balıklama dalmalarına da karşıyım: Size ne? Sizi ilgilendiren bir durum mu var? Bunu nur cemaatleri tartışır ve halleder.”Sadeleşmesini bizde istiyoruz veya istemiyoruz” gibi bir şeylerde diyebilirler. Onun dışında onların müdahaleleri yanık kokuyor. Bir farkla eğer Nur şakirdi olurlarsa, üstadın ifadesi ile ; ” Esâsen Risâle-i Nur ise, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.” (Hizmet Rehberi, 271) Tarikatçı olmak bu daireye girmeye engel değildir. Ayrıca üstadın tarikatçı kardeşlere şu övgüsünü de ifade etmek istiyorum: “Şimdiye kadar ben yalnız İmân hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu 75 olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir. Sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. ” diyor üstad. yani risaleyi nur dairesi on iki büyük tarikatın hulâsası dır. ” (Emirdağ Lahikası, 217) Sadeleştirme işi anlaşılır bir durum olması gerekirken, bazı Nur cemaatleri arasında krize dönüştü. Ağabeyleri anlıyorum ama haklı bulmuyorum. Argümanlar şöyleydi: “Tercüme etmek başka, sadeleştirme tamamen başka bir şeydir”. Misal olarak “Rububiyet” veya “Ulûhiyet” kavramlarını nasıl tek kelime ile ifade edebileceksiniz, sadeleştirebileceksiniz? Risale-i Nur’un üslubu “Has Üslup”dur. Has üslubun sadeleştirilmesi son derece yüzeysel ve yavan kalır. Misal olarak Risale-i Nur’da kullanılan her bir cümle Risale-i Nur’un her tarafında aynı manayı ihtiva etmiyor, cümle nerede kullanılmışsa o yere göre ayrı bir mana ihtiva ediyor. “Bu Kur’anda da böyledir. Mesela, Musa Aleyhisselamın kıssası birçok yerde geçer. Bu kıssa her sureye göre ayrı mana kazanır. Tefsir yapılırken muhtelif yerlerdeki manaya göre ayrı tefsir edilmesi gerekir. Yoksa büyük bir yanlışlık ortaya çıkar. Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi ile ilgili daha önce kamuoyuna açıklama yapan Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri konuyla ilgili Fethullah Gülen’e de Mart 2012’de bir mektup gönderdi. Mektupta sadeleştirilme çalışmalarının durdurulması istendi. Talebeler içinde Abdulkadir Badıllı bu mektuba imzasını koymadı. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vâris, nâşir ve talebesi olan altı kişinin imzasıyla yapılan açıklama ve Fethullah Gülen’e hitaben yazılan mektup şöyleydi: Risale-i Nur’ların ‘sadeleştirme’ adı altında tahrif edilerek neşredilmeye başlaması üzerine, Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş olan talebe ve vârisleri olarak, bu mevzudaki görüşlerimizi kamuoyuna açıklamıştık. Alenî olarak ve neşir yoluyla yürütülen bu faaliyete karşı bir taraftan Üstadımızın böyle bir tasarrufa asla müsaadesinin bulunmadığını umumî olarak açıklarken, bir taraftan da, bu teşebbüsü yürüten cemaatin Hocaefendi olarak tanıyıp hürmet ettiği muhterem M. Fethullah Gülen’e de ulaşmak ve görüşlerimizi yazılı olarak kendisine bildirmek istedik. Bu maksatla bir mektup kaleme aldık ve bir kardeşimizi elçi olarak tayin edip kendisiyle görüşmek ve mektubu takdim etmek üzere vazifelendirdik. Fakat bize ulaştırılan cevap, ‘Mektubu İstanbul’daki filân kişiye bırakın’ şeklinde oldu. Bu durumda, biz de, bahis mevzuu mektubu, efkâr-ı umumiyeye tevdi ederek bu suretle kendilerine ulaştırmayı kararlaştırmış bulunuyoruz. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebe, hizmetkâr ve vârisleri olarak M. Fethullah Gülen’e hitaben kaleme aldığımız mektup aynen şöyledir: Muhterem Fethullah Hoca Efendi, Evvelâ; selam ile sıhhat ve afiyetinizi Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz. Saniyen; Ufuk Yayınları namı altında Bediüzzaman Hazretlerinin Lem’alar Risalesi kelimeleri değiştirilerek güya sadeleştirme nâmı altında tahrib edilerek basılmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin vâris, talebe ve naşirlerinden 6 kişinin imzası ile Lem’aların bu şekilde asliyeti bozularak neşredilmesinin karşısındayız. Kat’iyyen tasvib etmiyoruz. Risale-i Nurları tahriftir ve tahriptir diye beyanat verdiğimiz halde, bu beyanatımızı görüp okudukları halde, mezkûr yayınevi bu ikazımıza hiçbir değer vermeden neşriyatlarına devam etmekte ve reklamlarını her tarafta ilan etmektedirler. Onların bu tavrı Bediüzzaman Hazretlerinin vâris ve talebelerini ciddi bir surette rahatsız etmiştir. Kendi kitapları olmadığı, vâris ve naşirlerinden izin alınmadığı, ve şer’an da caiz 76 olmadığı halde sırf kanunî boşluktan istifade ederek bu neşriyata madde ve nam için İslâmî hak ve hukuku çiğneyerek pervasızca devam etmeleri hayret ve ibretle takip edilmektedir. Muhterem Hoca Efendi, Lem’aları tahrip ederek basan bu Ufuk Yayınlarının sizin camiaya dahil olduklarını duymaktayız. Sizin bu tahribattan haberdar olup olmadığınızı bilmiyoruz. Eğer haberdar değilseniz lütfen size haber veriyoruz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vâris, naşir ve talebeleri bu neşriyattan ciddi surette rahatsızdırlar. Derhal bunları durdurmanızı ve o şekil neşriyata son vermelerini rica ediyoruz. Bu hususta bizim bu mektubumuza da cevap vermenizi hemen rica ediyoruz. Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur, Salih Özcan, M. Said Özdemir Önemli bir hatırlatma daha yapalım: Üstadımız kendi sağlığında yazılmış olan risalelerin bir kısmının o zaman basılmasını istememişti. Fakat aynı risalelerin daha sonra meşveretle basılabileceğini söylüyordu. Üstad, talabelerine Tarihçe-i Hayat”ı ve bazı lahikaları gönderdiği zaman, onlara bazı işaretler koyardı, “Şurdan şuraya basılmasın” diye. Ama zamanı gelir basılırdı. “Vehhabi” bahsi, “Münafıklar” bahsi ve benzeri gibi birkaç tanesi var. Gayet tabii ki vakti geldiğinde basılması normaldir. Üstad kendi zamanında bazı yerler ve zeyillerinin yazılmamasını istedi. Mesela bunlardan birisi “Sinek Bahsi”dir. Hakikaten de doğruydu. “Basılmasın!” dedi. Hikmeti vardı. Ama, “Hiç basılmasın” demedi. Vakti zamanı geldiğinde basıldı. Aklımız da doğruluyor ki, çok faydalı bir şey oldu. Özetle Risaleyi Nur, Kur’an gibi harfi değiştirilemeyecek kutsal bir kitap değil. Risaleye sevgi ve hassasiyetlerinden dolayı aşırı koruma hissiyle sadeleştirilmesine karşı olmak, orijinallerin kasten bozulduğunu iddia etmek sakıncalıdır. Neticede Abdullah Aymaz Hoca’nın dediği gibi, ‘asıl Risale şakirdi eserleri Osmanlıca’sından üstadın dili ile okur ve anlamaya çalışır, sadeleştirilen Risaleler kendisini Nur şakirdi sayanlar için değildir.’ Eğer Nur şakirdi iseniz ama Risaleleri uzun yıllardır okumuyor, anlayamadığınızdan dolayı evinizin kütüphanesinde süs olarak tutuyorsanız, sakın ola ki eleştiri yapmayın, münafık olma riski taşırsınız. Risaleler, kıyamete kadar taklidi imanı tahkiki imana çevirme işlevi görecektir. Risaleyi Nur kıskançtır, perdesini samimi, ihlaslı okuyanlara indirir, ha eski dilde ha yeni Türkçe ile… Okumuyorsanız, neyi tartışıyorsunuz? Üstad bile kendi devrinde Risaleyi bir defa sadeleştirmiş 1950′lerin Türkçesine uygunlaştırmıştı, 60 yıldır değişen Türkçemize yakışır bir sadeleştirme bugün aklın, mantığın, kalbin gereğidir. Cemaat’e Paralel Cemaat kuruluyor! Yaklaşık iki sene önce şimdilerde “AKP borazancılığı”nı yapan eski dost bir gazeteci arkadaşımla yemek yiyor ve tartışıyoruz. Anlaşamıyoruz. Benim tesbitim oldukca net: “AK Parti kendi dini cemaatını kuruyor ve 160 ülkede hizmet veren koskoca camianın cemaatını devletin parasıyla devlete paralel kurduğu kimliksiz cemaatin siyasi emrine utanmadan, sıkılmadan boyun eğmeye çağırıyor. Devlet güdümünde sivil toplum örgütü veya dini cemaat olmaz. Yurt dışında bu işin kokusu zaten çıkar, kimse AKP destekli bir Türk diasporasını takmaz. Türk lobiciliğini bağımsız ve özgür yapan Gülen cemaatı yutmaz bunu. Yolsuzlukla hırsızlıkla, rüşvetle, komisyonla, zorla bağışla kurulan dini cemaatın bir defa ihlası olmaz.” Gazeteci arkadaşım bugün AK Parti’nin kendi içinde tasfiye ettiği bir kaç bürokrat ve siyasetçi ismi verdi ve “bu mübarek arkadaşlarla hizmet neden ortak çalışmasın, sorun nedir?” diye sordu. Güldüm, “o saydıklarının koltuğu sallanıyor, yakında kendilerini dışarı atacaklar, yeni kurulan AKP temiz adamları af etmez, barındırmaz” dedim. Arkadaşıma, AK Parti’nin kirlendiğini ve ne kadar sağlam adam varsa ıskartaya çıkartacağını dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Nafile çaba. İnanmadı bana. Bugün yaşananları gördükçe artık inanmıştır herhalde diye hüsnü zan ettim. Haberlerine, 77 Facebook ve twitter’da yazdıklarına baktım, şok oldum. Ne inanması, kalemini kiralamış veya satılmış gibi… Cemaat’ın içine sızarak cemaatın başarılı çalışma sistemini kopyalayan ve aynısını para ile devletin sınırsız gücüyle yapabileceğini sanan AKP nerede hata yapıyor? Kopya berbat. Gazeteci dostuma izah edemedim, belki çılgınlar gibi bugün devlet gücüne tapanlara küçük bir kaç hatırlatma yapabilirim. TÜRGEV, Ensar, İnsan ve Yunus Emre vakıflarında aklanan kara paraları, devlet ihalelerinde alınan komisyon adında alınan rüşvetlerin nasıl aktarıldığını veya zoraki bağış yapmadan bir çöpe bile sahip olamayacağınızı içeriden bir AKP’li dostum anlatmıştı. Gözlerim faltaşı gibi açıldı, çünkü İslami hayır ve hizmetlerde kullanıldığı için bunların caiz ve helal olduğunu savunuyordu. İki sene sonra aynı arkadaşın AKP’ye sövdüğünü duyunca merak ettim, ne olmuştu da yollar ayrılmıştı. Ağlamaklıydı, “benim üzerimden çok para akladılar, beni kirlettiler, sonra da bir paçavra gibi sokağa attılar” derken gözümün içine bakamıyordu. Meğerse herkes bu işten nasiplenip zenginleşirken, bunun yanlış olduğunu söyleyen hakperest dostumu “fitneci” diye kapı önüne koymuşlar. “Parayı, makamı bölüşemedi bizimkiler” dedi. “At, avrat, silah ortak olmaz” dedim, Cemil Meriç’in sözünü hatırlattım: “Çıkar olan yerde vicdan susar.” 17 Aralık krizi sonrası, gözaltına alınan 3 bakan çocuğu ve Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan hakkındaki iddialarla birlikte TÜRGEV gündeme geldi.TÜRGEV’e Türkiye’nin birçok yerinde usulsüz olarak arazi tahsis edildiğini, arazilerin Başbakan’ın çocuklarına peşkeş çekildiğini yazınca, Başbakan Erdoğan buna daha önce şöyle tepki göstermişti TÜRGEV için, “Gençliğe Hizmet Vakfı adıyla kurulmuş bir vakıf. Benim çocuklarım da var. Fatih Belediyesi bir yer kiralıyor. ÇYDD’ye devlet, belediyeler bir sürü yer verdi. Orada aklınız neredeydi. İstek Vakfı’na verilirken neredeydi. Türk Eğitim Vakfı’na verilirken neredeydi. Yasalarda buna engel bir şey yok. Verilebilir” Şanlıurfa’da iki dönemdir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı yürüten ve 30 Mart tarihinde yapılacak yerel seçimlerde aday olmayacağını ilan eden Ahmet Eşref Fakıbaba, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarının yönetiminde olduğu TÜRGEV Vakfı’na belediyenin arazisini yurt yapılması için tahsis etti.4 Kasım 2013 tarihinde toplanan Belediye Meclisi’nin birinci birleşiminde, mülkiyeti belediyeye ait olan Dağeteği mevkiindeki değeri yaklaşık 3 milyon TL olan 7 bin 921 metrekarelik araziyi yurt yapımı için verilmesinin neresi anormal mi? Meclis’te muhalefet partisi üyelerin itirazlarına rağmen, arazinin TÜRGEV’e tahsis edilmesi karar altına alındı. Devlet baskısıyla veya sevgisiyle (!) bağış normal midir? 5000 polis, 96 hakim, yüzlerce savcının sürgün yemesine sebep olan nedir? Soruşturmada, TÜRGEV’e toplam kaynak belirtilmeden 3 milyon TL aktarıldığını savcılar tesbit edince kıyamet koptu. Listede TÜRGEV’e parayı teslim eden kuryenin ismine bile yer veriliyor. Kurye paraları Temmuz 2013’te iki seferde vakfa teslim ediyor. Bilal Erdoğan’ın yönetim kurulu üyesi olduğu vakfın genel kurul üyeleri arasında soruşturma kapsamında gözaltına alınan AKP’li Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir yer alıyordu. Fatih Belediyesi’nin sit alanındaki arazilerin bakanlığın gücünü kullanarak illegal olarak imar ve inşaata açılması iddiası bile AKP’nin elde ettiği milyarlarca dolarlık haksız kazanç kapısını gösteriyordu. TÜRGEV’in Fatih ilçesinde sit alanında yükselen öğrenci yurdunu tamamen belediye bütçesiyle yapması iddiasında kuşkular ortaya çıktı. Bir defa belediyenin Kasım 2013’de hiçbir ücret talep etmeden vakfa yurdu “25 yıllığına ücretsiz” tahsis etmesi, normal mi? Yurdun belediyeye olan maliyeti güya yaklaşık 5 milyon TL ama bunu bağışlayanın İran altını vurgunu sanığı Reza Zarraf olması, normal mi? 1996 yılında kurulan İstanbul Eğitim ve Gençliğe Hizmet Vakfı, 2012′de adını Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı olarak değiştirdi. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde kurulan İSEGEV mahkeme kararıyla 2012 yılında isim değişikliğine gitti ve TÜRGEV adını aldı. Ve bu vakfın AKP’li belediyelerin desteğiyle açtığı yurt sayısı 12’ye aştı. Bakanlar Kurulu 78 kararıyla vergi muafiyeti kazanan TÜRGEV’in Ümraniye’deki yurdu Şule Yüksel Şenler Kız Öğrenci Yurdu’nun açılışını Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan yaptı. Yurdun adını ise Şule Yüksel Şenler olarak Başbakan önerdi. Yurdun açılışına aynı zamanda TÜRGEV üyesi, Erdoğan’ın kızı Esra Albayrak da katıldı. Tıpkı Fatih’teki gibi AKP’li Ümraniye Belediye Başkanı Hasan Can da bu vakfın üyesiydi. Başbakan Erdoğan’ın oğlu, kızı, damadının ağabeyi, oğlunun kayınvalidesi, eniştesi ve kızının eltisinin de üyeleri arasında bulunduğu bir vakıf, İstanbul’da İbn-i Haldun adıyla üniversite kuruyor. Üniversite, Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) tarafından kurulacak. Vakıfta, AKP milletvekilleri ve Belediye başkanları da bulunuyor. Üniversite iş adamlarından alınan zoraki bağışlarla kuruluyor iddiası gözleri TÜRGEV ve vakfın kurucularından Fatih Belediye başkanlığına hiç utanmadan yine aday olan Mustafa Demir üzerine çevirdi. Üniversiteyi kuracak olan ve halen 12 ayrı kız yurdu işleten TÜRGEV’in yönetim kurulunda, Başkan yardımcısı olarak Bilal Erdoğan yer alıyor. Kursunlar, helal olsun ama sorun şurada bu vakfa devletin gücü ile zoraki bağışlar yaptırılması doğru mu, caiz mi, helal mi, haksız rekabet değil mi? Hadi buda tamam, cemaatın neden önü kesiliyor? AKP’nin iktidarı ilelebet elinde tutacağına dair bir kesin görüşü yok, ancak İslami bir cemaat yapılanması oluşturarak devlete paralel cemaat kurma gayretinde kendini paralıyor. Çıkarcı olan, özveri, adanmış ruh, vefa, tevazu ve fedakarlık kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmeyen, ortak manevi bir şuur ve cemaat bilinci, hele kimliği hiç geliştirememiş bu kitle devlet gücüyle ve zoruyla cemaat kurabilir mi? Sorun, bu dini gruba önderlik edecek İslam alimi kıtlığı, daha doğrusu fetva veren kişilerin arkasında bir cemaatlerinin olmaması zafiyeti. Fetva alınan hocalar, ne Hayrettin Karaman nede Mustafa İslamoğlu’nun kitleleri sürükleyecek bir etkisi dindar kesimler üzerinde yok. İkiside elli yıldır konuşuyor, yazıyor, vaaz ediyor, lakin etrafında arkasından gidecek yüz kişi bile toplayamadılar. Buna ben “Necip Fazıl veya Osman Yüksel Sendromu” diyorum. İki mübarekte güzel konuşurdu ama arkalarından kimse gitmedi. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi kıskanıyorlar, cemaatını ele geçirmeyi Kemalettin Özdemir ile denediler, fiyasko ile sonuçlandı. “Derin damar cemaat” ve yurt dışında hizmet eden alperenler ayrımı çıkartıp cemaatı ikiye bölmeyi denediler, tutmadı. Cemaate paralel cemaati içinde kuramadılar, bazı biz dışında devlet gücüyle çakma kuralım diyorlar, sürdürülebilir olmadığı belli. Bilal Erdoğan’ı Cerrahi tarikatının yeni şeyhi yapıp devlete paralel cemaate dini lider yaparlarsa yakışır doğrusu! Babası Halife cumhurbaşkanı olana elbette aşağı bir makamı layık göremeyiz! Tevbe tevbe. Bir kere ortada AK parti-Camia savaşı yok. Derin devlet, AKP’ye devletin tüm imkanlarını ayaklarına sererek paralel cemaat kurdurmaya çalışıyor, bu arada cemaatın içinde cemaat kurma girişimi ise başarısızlıkla sonuçlandı. Baktılar olmuyor, tüm cemaat toptan Haşhaşin ilan edildi, çuvalladılar. Camianın yayınlarına bakınız, bir tanesi bile Hükümeti yıkmaya yönelik değil, iftira yok, yalan yok. Tamamen kendini savunma var, iftira ve yalanı deşifre var. Ortada savaş yok, AK Partinin arkasındaki fitneci oligarşik çetenin Camia’ya saldırısı söz konusu. Camia, nefsi müdafa yapmak zorunda kaldı, çünkü AKP arkasına saklanan tüm global ve yerli şeytanları görebiliyor, AKP içindeki müslüman kardeşleri adına da üzülüyor. İşin tuhaf tarafı, global fitne komitesine hizmet eden fesat oligarşi, cemaati uluslararası komplonun parçası olarak göstererek maske takıyor, takiye yapıyor. Medyayı ele geçiren, MİT’i emrinde çalıştırdığını zanneden AKP aklını peynir ekmekle yemiş gibi davranıyor. Halk, “Haşhaşin” iftirasına kadar Başbakan Erdoğan, yanlışından döner diye umutla bekliyor ve söylediklerimize inanmıyordu. Hangi siyasetçi Hak dostuna ve alperenlerine dünyanın en büyük şeytanlarının bile atamadığı iftirayı atarak siyasi mevta olmadan ayakta kalabilir? Birlik olarak, destek olarak büyümek varken, ayrıştırarak yok ederek büyündüğü nerde görülmüş! Umarım 79 Başbakan, çok geç olmadan bu yanlışlarından, iktidarın verdigi güç sarhoşluğundan döner ve biraz eleştriye açık olur. Aksi halde, 1. Dünya savaşı sonuçları gibi büyük hayallerle çıktığımız bu yolculuktan büyük bir hüsran ile döneceğiz. 1908 ile 1918 arasında Osmanlı’da paralel cemaat kurmaya çalışan paralel devlet gibi çalışan 30 bin gönüllü ve devlet adamını bünyesine toplayan Teşkilatı Mahsusa vardı, güya amacı Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarmaktı. “İslamcılık ve Turancılık” ülküsü vardı. İnsanlar neden geçmiş hatalarından ve tarihten ders çıkarmıyor diye sık sık sorguluyorum. Bir zamanlar Turan hayali ile bizi 1. dünya savaşına sokanlar vatan sever insanlardı kendilerince. Ama onları o cendereye itenlerin planları başkaydı. Yıllar sonra II. Abdülhamid tahtdan inince birkaç ittihatçı ziyaretine gitmişti. II. Abdülhamit Han haritayı açtı önlerine, işaretleyin İngiliz sömürgelerini dedi, işaretlediler. Yazın asker sayılarını dedi yazdılar. Bu adamlar iyi eğitim almış bilgili insanlar demek ki. Peki dedi Han, işaretleyin Alman sömürgelerini ve asker sayılarını. Sıfır. Hiç İngilizlere karşı Almanların yanında savaşa girilir mi diye sordu, şu kadarcık basit hesabı da yapamadınız mı? Eskiden Turan hayali idi, şimdi “Yeni Osmanlıcılık” hayali oldu. Hemde İslam üzerinden.. Halife ne demek, görevleri nelerdir. İslam coğrafyasını yönetmek, kollamak, düzenlemek ve gelişmesi yönünde önünü açmak değil midir? İslamın dünya üzerinde gelişmesini hedefleyen bir kurumun yada bu kurumu canlandırmaya çalışanların, dünya üzerinde en kapsamlı İslami çalışmayı yapmaya gayret eden Camia’yı bitirmeye çalışması akıllara zarar bir tezat değil mi ? Devlet büyüklerinin kafası çalışmıyor mu? demeyiniz! “Hikmeti Hükümet cahilliği” yüzünden koca Osmanlı yıkıldı. Yukarıda yakın tarihten verdiğim örnekte cevabı yazıyor. “Yeni Osmanlıcılık” üzerinden kurulacak bölgesel güç halindeki büyük Türkiye ile İslam Devletinin yeniden devler arenasına döndürülmeye çalışılması amacı ile cemaatlere ve dolayısı ile İslama darbe yapılması ne demektir? Devletin bekası için kardeş katli gibi fetvalar bu gidişatı açıklamıyor mu? Mümin olduğunu iddia eden hükümet üyelerine silah dayasan yaptıramayacağın bu katliamı, İslam adına İslam’a karşı yaptırıyorlar! Pes doğrusu! Yanlış hesap Allah’tan döner Darbe şartlarını olgunlaştıran fitne güruhu gittikçe büyüdükce toplumda endişeler artıyor. 12 Eylül öncesi yaşanan akıl tutulması, kutuplaşma, birbirini dinlememe ve en kötüsü “en vatansever benim” dayatması sırıtıyor. Star yazarı Fehmi Koru, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “cemaat düşmanlığını” önümüzdeki üç seçimde oy oranını artırmak için “seçim jargonu” olarak seçtiğini ileri sürdü. Ankara Belediye Başkanlığı’na yeniden aday yapılana kadar konuşmayan Melih Gökçek, seçimden onbeş gün önce Ak Parti ve karşıt taraflara suikastlar yapılacak iddiası ile ortaya çıktı. Kurt kuzuyu yemek için puslu havayı sever, Gökçek ve Erdoğan’ın yanlış av peşinde olduğu açık. Allah dostları ve takipçileri siyasi parti değildir, hiç bir zamanda olmayacaktır. Seçim ortamında atılan iftira, söylenen yalan ve sergilenen onursuzluklar vicdanları yaralıyor ve ruhlarda travmalara yol açıyor. Rahmetli şehidimiz Muhsin Başkan’ın dediği gibi üç günlük dünya için ve geçici dünya saltanatı için bunca fırıldak çevirmeye değer mi? Erdoğan, neden muhalifleri, rakipleri CHP ve MHP üzerine oynamıyorda, cemaat başında boza pişiriyor? Cemaat’ın oyu yüzde 1 ise, korkusu nedendir? Yoksa cemaatın özgül ağırlığı oyunun yüzde 30 olduğu konusunda elinde ciddi bir anket çalışması mı var? Yüzde 30’lara varan kararsız oyları kendi safına çekmek isteyen Ak Parti, mevcut muhalefet partilere vurmaktan daha fazla getiri sağlayacak kitle olarak cemaati gördü ve onun üzerine oynuyor. Mertliğe yakışmayan bu çok tehlikeli tavrın ana nedeni cemaatın Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına onay vermemesi ve cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ikinci defa cumhurbaşkanı olması için tavrını net ortaya koymasından kaynaklanıyor. 80 Gül’ün 30 Mart’tan sonra kuracağı partiyi erkene alan Kayserili hemşerileri ve 11 eski ülkücü bugün kurmak için biraraya geliyor. Erdoğan’ın erken genel seçim kararı alacağı tiyosu kulaklarına kar suyu kaçırmış olmalı! Sonuçta Gül, Cumhurbaşkanı da, Başbakan da olsa, her halükarda “oligarşik danışman kadrosu” kaybedecektir. Buna formül arıyorlar. Başbakanı yanıltan fesat oligarşinin koçbaşı olduğu ortaya çıkan İçişleri Bakanı Efgan Ala, 6 Ekim 2013’de Konya’da Rixon Hotel’de üç MİT görevlisi ile neler görüştü? Ala’nın bir robot olduğunu anlamak için çok zeki olmaya ihtiyaç yok. 8 ay önce MİT’den gelen Reza Zarraf uyarısını hasıraltı eden o dönemdeki Başbakan Müsteşarı Ala, neden yolsuzluğu örtme ve yargıya müdahale ile hukuku yok etme hamlesini planladı? Paralel devlet iddiası ile yolsuzluğun örtbast edilemeyeceği ortada iken, bu inanılmaz şeytanlığı öneren danışmanları kimlerdi? Ak Parti’yi eriten bu yanlış kararlara Erdoğan daha ne kadar dayanabilir? Son yaptırdığı kamuoyu yoklamalarında cemaata açtığı savaş sonucu yüzde 10 oranında AKP’nin eridiğini anlayan Erdoğan, geri adım atmazsa tek başına iktidar olamayacağı gibi asla cumhurbaşkanı da seçilemeyecektir. Ankara, İzmir ve Antalya belediyelerini kaybedeceği ortaya çıktı. Eğer İstanbul’u da kaybederse, AKP’nin hızla çöküşe doğru koşacağını kavradı. Kendi yolsuzlukları konusunda yargıya hesap vermediği halde CHP İstanbul Adayı Mustafa Sarıgül’ü eski bir yolsuzluk dosyası ile vurması ahlaksızdı. Gökçek’i yakından tanırım, kaybedecek ata oynamayı sevmez, hangi kuşun eti yenir, hangisi yenmez bilir. Ankara’da 1999 seçimleri öncesi Gökçek aleyhinde Zaman gazetesinde ciddi bir haber yapmıştım. Ertesi gün pazardı, işe sabah geldiğimde baktım ki Melih Gökçek odamda beni bekliyor. “Bu gazetede benim aleyhimde haber yazılamaz , sen kimsin?” dedi. Gökçek kartel medyasına kızıp sarı basın kartı sahipleri gazetecilerin haklarını yasadışı biçimde iptal etmişti, keyfi bir intikamdı. Yaptığı yanlışı izah ettim, düzeltene kadar haber yazmaya devam edeceğimi söyledim, sağlam durdum. Basın müşaviri eski dostum İbrahim Aşık idi, kurduğu Kanal A televizyonu başındakiler arkadaşlarımdı, en ilginci ise Samanyolu Koleji’nde okuyan iki oğlunu terbiye eden belletmen ve rehber öğretmen bacanağımdı. Gökçek, iki saat dil döktü, inatçı olduğumu anladı ve sırlarını açıp şöyle samimi olmaya çalıştı: “Bak Farukcum, galiba sen Hz. Ömer yolundan gidiyorsun. Herkese bir düşman, bir Moskova lazımdır. Ben bir düşman seçerim, düşmanlarımı birbiri ile kavga ettiririm ve aradan sıyrılarak yine başkan seçilirim. Anlaşalım.” Ankara’nın kurdu olan Gökçek, elbette özel harbin aydınlıkçı MİT elemanları ile Silivri’den çıkmaya çalışan Ergenekoncuların yaptığı müthiş kaçış ve intikam planının farkında. 3. Ordu’da 2010 yılında hazırlanan 2011’de EDOK şubesinde Orgeneral Saldıray Berk ekibince son hali verilen ve özel harbin tüm uyuyan hücrelerinin uyandırılmasıyla düğmeye basılan darbe planını biliyor. Fethullah Gülen’in şahsına ve cemaatın itibarına yönelik karakter suikastı ve kredisini tüketme girişimlerinin kaynağını görüyor. Cemaatın kendini savunmaktan başka bir şey yapmadığını anlıyor ama Ankara’nın güç merkezine yaslanarak iktidarda kalmak tatlı geliyor. Gökçek, artık faili meçhul cinayetler işleme aşamasına geçildiğini topluma deklare ederek puslu havayı daha fazla bulandırdı veya aslında “cambaza bakma, asıl darbeciye bakın” demek istedi. Kimin tarafından hazırlandığı ve yürütüldüğü pek net olmayan “Erdoğansız bir AKP planı” var. Bu süreçte Sabah, Takvim, Star, Yeni Akit ve Yeni Şafak gazeteleri gazeteciliği bıraktı, tetikçiliğe soyundu, yazarları ve muhabirleri akılalmaz, inanılmaz komplo teorileri yazmakla gazetecilik mesleğine karalar çaldılar. Bu kadar fazla psikolojik savaş haberiyle MİT’in darbesinde yıprandıklarını görmüyorlar mı? Yalan dolanlarla, hedef gösterme ve çarpıtmalarla “vatanseverlik” yaptığını sanan kalemlerin olması bile İslami kesim adına bize günah olarak yeter! Daha dün ABD’nin Demokrat Parti’ye bağlı yüzyıllık Brooklyn Enstitüsü’nü “cemaatci” yapan Takvim gazetesi, Kurtlar Vadisi Pusu dizisi seviyesinde Hizmet Hareketi, baronlar ve masonlarla Yahudi lobisini aynı kareye soktu,Tapınakçıları bile güldürecek bir senaryoyu manşet yaptı. Halkımızın zeka seviyesi ile alay eden bu tür yaklaşımların maalesef toplumda karşılığı var. Ak Parti’nin sunduğu çıkarları korumak için her türlü komplo teorisine inanan kimliksiz bir müslüman güruh türedi. Fetvalarla vicdanını bastıran, 81 yanlışa diklenemeyen, üç kuruşluk dünya nimetlerini ukbaya satan talihsiz insanlar aramızda dolaşıyor. Bu karanlık hava dağıldığında özür ve eman dileyeceklerdir. Kaderleri budur, elbette cemaatce af edileceklerdir! Ne olacak bu işin sonu diyenlere tarihten çarpıcı bir örnek sunuyorum: 1822’de Mevlana Halid Bağdadi, hakkında soruşturma açtıran, dergahlarını kapattıran, mülklerine el koyan, takipçilerini sürgün eden Osmanlı padişahı 2. Mahmud, önce bu fitnelere yol açan danışmanı, Mevlevi veziri Said Halet Efendi’yi Konya’ya1823’de sürgüne gönderdi. Devlet adamları ve saray personeli, sâbık müşavirin yokluğunda yaptığı işler hakkında padişaha ihbarlarda bulundular. Yıllarca birçok mahfilde, diz dize sohbet edip kader dostu kabul ettiği kişi hakkında, anlatılanlar Padişahı hayrete düşürmüştü. Yaptırdığı soruşturmalar sonucunda iyice hiddetlenen Padişah, Halet Efendi’yi sürgün ettiği Konya’da idam ettirdi. Mevlana Halid ise, 1927’de Şam’da vebadan vefat etti. Tüm mücedditler gibi gurbette mazlum öldü ama davası öldükten sonra daha hızlı yayıldı. Fethullah Gülen Hocaefendi ve takipçileri bugün İmamı Azam, Rabbani, Mısri, İbni Arabi, Bağdadi ve Said Nursi ile aynı ortak kaderi paylaşıyor, zulme uğruyorlar. Geçmişte Rabbani, Bağdadi, Mısri, Nursi gibi Alah dostları siyaset değil tebliğ yapmasına rağmen, ileride devletin başına iş açabileceği, hükümeti, padişahı devirebileceği evhamıyla yok edilmeye çalışıldı. Tebliğ erlerine şüphe ile yaklaşan devletin danışmanları ve fitne ocakları, bu tür toplumun tabanından yükselen halk hareketlerini ezdiler, ama yok edemediler. Allah’ın inayeti ile hakkın şahsı manevisini temsil eden doğruluk ve emanet, elbette sabır, şükür, tefekkür ve sağlam ihlas ile temiz niyetle hep galip geldi. Hak her zaman zulüm karşısında üstün gelir. İlahi adalet budur. Rabbani, Bağdadi ve Gülen’nin ortak kaderi! Tarih boyu Allah dostlarına zulmedilmiş, gadre uğradıkca toplum vicdanında daha derin ve kalıcı izler bırakmışlardır. İlk müslüman sosyolog, hatta sosyoloji’nin babası kabul edilen İbni Haldun’a göre, günümüzde olan herşey geçmişte de olmuştur, tarih ibret alınmadığı için tekerrür eder, durur. Hak dostu kahramanlar ve yaşananlar koşullar değişir ama yapılan haksızlıklar ve izlenen kader güzergahı hep aynı benzerlikleri taşır. Allah’ın sadık kulları, gökteki yıldızlar kadar parlak çalışmalar yapsalarda, sağladıkları faydayla devlet ve halk nezdinde itibar kazanmış olmalarına rağmen, kimi kesimlerin kıskançlığına, kin ve hased etmesine engel olamadılar. Olumlu hareket etmelerine karşın, her tarafta hızla kök salan tebliğ erlerine şüphe ile yaklaşan devletin danışmanları ve fitne ocakları, bu tür toplumun tabanından yükselen halk hareketlerinin ileride devletin başına iş açabileceği, hükümeti, padişahı devirebileceği evhamıyla yok etmeye çalıştılar. Gülen ve takipçileri bugün Rabbani ve Bağdadi ile aynı ortak kaderi paylaşıyor, zulme uğruyor. Ülkemizde bugün yaşananları geçmişte büyük din alimlerine yapılan zulümler ile karşılaştırırsak nereye doğru gidiyoruz daha iyi anlayabiliriz. 1575′te Hindistan’ın en büyük camisini yaptırarak kendini halife ilan eden Ekber Şah, din- i ilahi adında yeni bir din kurar. Ekber Şah’ı hayali Hindistan’da yaşayan dinleri birleştirmekti. İslam, kadim Hindu dini ve Sihizm tek bir din haline dönüşebilir ve bu dinin halifesi ve koruyucusu da pekala hükümdarın kendisi olabilirdi. Tıpkı Gülen gibi Nakşibendi tarikatının önemli mutasavvıflarından İmam Rabbani’de Ekber Şah’ın uygulamalarına karşı çıktı ve ülkeyi diktatörlüğe götüren uygulamalarını sert bir dille eleştirdi. Kendini Halife gören, hatta kelimeyi şehadete kendi ismini katacak kadar yüksek egoya sahip olan Ekber Şah, tüm firavunlar gibi kaybetti. Kalpler sultanı Rabbani ise, uzun bir mücadele ve çile döneminden sonra kazandı. Bugün Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sağlam ve dik duruşu buna benzer bir milattır. Devrimizin Ekber Şahı, Rabbani’ye benzer zulmü reva görmüştür. Ekber Şah, ülke topraklarını adım adım genişleterek, Hindistan’ı tek bir merkezi idare altında toplamayı başaran ilk hükümdardır. O, iyi bir savaşçı olduğu kadar iyi bir ıslahatçıydı. Vergi konulması ve tahsili, idari teşkilat ve ordu sistemi gibi konularda çok önemli yenilikler getirmiştir. 82 Ekber Şah’ı etkileyenlerin başında Şii ulemadan Şeyh Mübarek b. Hıdır en-Nagori ile iki oğlu Feyzi ve Ebü’l-Fazl el-Allâmî gelmekte idi. Ebü’l-Fazl, Ekber Şah’ın bazı akıl ve mantık dışı çocukça hareketlerine Allah’a yakınlık ve ibadet vasfını veriyor, kaside ve methiyelerinde onu dünyaya ilahi bir vazifenin ifasına gelmiş bir hükümdar gibi gösterip övüyordu. Uydurma “Din-i İlahi”, Ekber Şah’ın şahsında merkezileşen bir kült olarak gelişmişti ve dine katılacak kişiler dahi hükümdarın kendisi tarafından seçiliyordu. Saltanat, güç-kuvvet, iktidar, beldeler… emri altındaydı. Ona kim karşı durabilir, İslam’a kim yardımcı olabilir ve Allah’ın dinini kim savunabilirdi? Zayıf cüsseli, mal-mülk, makam ve mevki sahibi olmayan fakat Allah’a kavi bir imanla inanmış, mala mülke bakmayan, dünyaya değer vermeyen, onun fani lezzetlerine iltifat etmeyen bir derviş kalktı dikildi. İmam-ı Rabbânî diyorlardı adına. Fârûkî idi, yani Hz. Ömer soyundan… Allah’ın yardımıyla büyük dedesi Hz. Ömer gibi hakkı batıldan ayıracaktı… O, doğrudan Ekber Şah’ı ıslaha kalkışmadı, daha yaygın bir rûhî ve fikrî inkılâba girişti. Mektuplar yazdı, uyardı, irşad etti, doğruyu gösterdi. Bu silahsız ve kimsesiz kişi hakim irade tarafından yürütülen ilhad hareketine bir başına karşı çıktı. İktidarın himayesindeki bütün çirkin ve gayr-i meşrû işlere muhalefet etti. İslâm’ı savundu. Geniş imkânlarına rağmen idare, onu mağlup etmekten ve susturmaktan âciz kaldı. Sonuçta İmam Rabbânî kötülük akımının yönünü değiştirmeyi başardı. İslam dünyasında İmam Rabbani olarak bilinen Ahmed Sirhindi ya da Serhendi, Hindistan’ın Serhend şehrinde 1563 senesinde doğmuş, 1624’te çileli bir ömür yaşayarak vefat etmiştir. İmam Gazali’den sonra ikinci müçtehit yani zamanın yenileyicisi kabul edilen Ahmet Sirhindi, şeriattan kıl kadar sapılmamasını emreden bir tasavvuf din anlayışını savunmuştur. Ekber Şah ve oğlu Cihangir Şah’ın yaptıklarına koskoca Hindistan ülkesinde sesinin yettiği kadar tek karşı çıkan oydu. Ekber Şah’ın karşısında eğilmeden, korkmadan eleştirmiş Ekber şah’ın uydurduğu Hinduizmden beslenen yeni ortak dinin İslamdan sapma olduğunu haykırmasına rağmen bir isyan hareketine de girişmemişti. Ekber Şah ve oğlu Cihangir Şah tarafından defalarca hapsedilmiş ve sürgüne gönderilmesine rağmen kalbindeki öfkeyi bir katliama dönüştürmemişti. Yıllar sonra hatasını anlayan Cihangir Şah, müçtehidin sürgün edildiği köye giderek affını istemiş ve 2000 altın vermeyi teklif etmişti. Amacının mal mülk olmadığını, kalbinde mehamet ve sevgi ateşinin yandığını söyleyen Ahmet Sirhindi, altınları fakir halka dağıtmasını tavsiye etmişti. Ekber, 1605 Ekim ayı başında şiddetli bir dizanteriye yakalandı, ardından da dili tutuldu. Komaya girmeden önce işaretlerle oğlu Selim’i (Cihangir) veliaht tayin etti. Ekber Şah’ın oğlu Cihangir, saygı secdesi yapmadı diye Kevalyar Hapishanesi’ne attırdığı İmam Rabbânî’nin fikirlerini nihayetinde kabul etmek zorunda kaldı ve Şah-ı Cihan adıyla yerine geçecek olan oğlu Hürrem’i de onun müridleri ve talebeleri arasına soktu. Artık devletin İslâm’a karşı kini, saygıya dönüşmeye başlamıştı. Ekber Şah’ın Din-i İlahi’si, adamları ve çevresi tarafından uydurulan bütün bidat ve sapıklıklarıyla beraber son buldu. 19. asrın müceddidi kabul edilen, Bağdat’ta ikamet eden Mevlânâ Hâlid Hazretleri, 2. Mahmud döneminin zor şartlarında vazîfe yaptı, Nakşibendi tarikatına Halidilik kolunu katan müstesna büyük bir alim ve mürşiddir. Dört bir yandan insanlar Bağdat’a gelip, Nakşibendi tarikatının yeni bir yorumu sayılan bu ekolün piri Mevlana Halid’e intisap ediyor, talebeleri de Asya’dan Kafkasya’ya, Anadolu’ya ve Afrika’ya irşad vazifesiyle hicret ediyordu. 1818’de Mevlana Hâlid talebelerini İstanbul’a gönderdi, Halifesi Muhammed Salih’e başkentte açacakları dergâh için devlet ve adamlarından maaş ve bağış talep etmemelerini, onların peşinde bulunmamayı, dünya ehli ve idarecilerin yaptıkları gibi dünya malı toplamaya dalmamalarını yani irşada zarar verecek her türlü faaliyetten ve görüntüden uzak durmalarını nasihat etti. Dönem Sultan II. Mahmud zamanıydı. Cezayir’den, Kafkasya’ya, Romanya’dan Hind Okyanusuna uzanan Osmanlı, iç ve dış problemlerle boğuşuyordu. Bir yanda Sırp ve Yunan isyanı bulunduğu 83 bölgeyi ateş içerisinde tutuyor, beri taraftan ülke Rusya, İngiltere ve Fransa’nın sürekli tehdit ve tacizlerine maruz kalıyordu. Yirmi yıldır Mekke, Medine Vahhabilerin işgali altında olup Hâc bile yapılamıyordu. Osmanlı’nın her zor durumundan istifade etmiş olan İran, Doğu Anadolu’nun bir kısmını ele geçirmişti. Devlet-i Âli’nin bu kadarla iktifa ettiğimiz dış endeksli problemlerinin yanında içeride de büyük problemleri vardı. Balkanlar’da ve Anadolu’da büyük toprak sahibi âyanların, derebeyleri gibi kendi başlarına hareket etmeleri devlet otoritesini sarsmıştı. Bunlar halktan zorla ağır vergiler topladığından toplumun huzursuzluğu had safhadaydı. Bütün bu dertlerin yanında her türlü yeniliği aleyhlerinde görüp devletin gelişmesine mani olan, eli silahlı yeniçeriler başkentte çeteler oluşturmuş, esnaf ve halka korku saçıyorlardı. Yunanlılar 1821 yılında dış faktörlerin de katkısıyla Mora’da bir isyana kalkışmıştı. Bu duruma bir hayli öfkelen Sultan, isyanda payı olduğu düşüncesiyle sorgulanıp suçlu bulunan Rumların Fener Baş Patriği’ni kilisenin kapısında astırdı, isyanın liderleri bulundukları şehirlerde idam edildiler. Hassas konjoktüre aldırmayan Sultanın bu sert tavrı, isyana uzak duranları dahi olumsuz etkiledi. Nüfusun %25’i Rum olan başkentte dahil olmak üzere Osmanlı ülkesinin birçok yerinden önemli sayıda Rum isyana fiilen katıldı. Birçok zengin ve elit tabakadan Rumlar da çeşitli yollarla isyana önemli katkıda bulundular. Güçlü ilişkileri sayesinde abartarak aktardıkları haberler Avrupa medyasında geniş yer buldu. Bütün bunlar Avrupa kamuoyunun infialine sebep oldu, birçok Avrupalı gönüllü olarak yunanlıların safında savaşmaya Mora’ya geldi. Ve nihayetinde dünyanın en güçlü üç devleti İngiltere, Fransa ve Rusya tarihlerinde ilk defa birlikte hareket ederek Osmanlı’ya saldırıp donanmasını yok ettiler ve bu olayın sebep olduğu Rusya savaşı’nın hezimetiyle Edirne’nin dahi işgal edilmesi Yunanistan’a bağımsızlık yolunu açtı. Osmanlı Devleti’nin yaşadığı bu zor durumdan istifade eden Fransa, Barbaros Hayrettin’in Osmanlı’ya hediyesi olan Cezayir’i pervasızca işgal etti. Son derece otoriter bir hükümdar olan Sultan Mahmud’un verdiği kararı, etrafında değiştirebilecek bir kudret yoktu. Ancak verdiği kararlarda etkisi olan yakın çevresinden bir dönem en önemli müşaviri konumundaki Said Halet Efendi vardı. Padişah gibi Mevlevi olan Said Halet Efendi, meşrebinin avantajı ve zekasıyla kendini sultana kabul ettirmişti. O, 1815-1823 yılları arasında devletin önemli kararlarında padişahın en yakınındaki isimlerden biriydi. Sultanla baş başa sohbet eden, dertleşen yakın dostuydu. Halidilik İstanbul’da yayılmıştı, ancak aynı tarikatten oldukları Nakşibendiliğin Müceddidiye mensupları tarafından dahi sıkca eleştiriliyorlardı. Birçok sufi kesim ve topluluk, Halidileri sözlü ve yazılı hedef alıyordu. Özellikle Baş Müşavir Halet Efendi boş durmayıp Halidiler konusunda padişaha sürekli telkinler verip, onlara karşı temkinli olmasını tavsiye ediyordu. Her tarafta hızla kök salan bu hareketin ileride devletin başına iş açabileceğini söyleyerek sultana birçok ihbar mektubu sundu. Danışman, “Şeyh Hâlid ve halifelerinin amacının “fesad”tan ibaret olduğu bilinse de pek çok kişi bunların görünüşlerine aldandıklarından fesad tohumlarını ortaya çıkarmak için fırsat aramaktadırlar. Hatta araştırmaya göre ileride mehdilik davasına teşebbüs edebilecekleri anlaşılmıştır…” diyordu. Günümüzdeki danıiman krizine ne kadar çok benziyor. Nihayet 1822 yılında II. Mahmud Han, Bağdat Valiliği’nden Mevlana Halidi hakkında soruşturma yapılmasını emretti. Bunun üzerine tarikatın merkezi olan dergâhta sıkı bir kontrol ve tahkikat yapıldı. Devletin bu tavrına üzülen Halidi Bağdadi Hz.leri, has talebeleriyle Bağdat’ı terk edip Şam’a yerleşti.Bağdat Valisi Davut Paşa ise incelemeler sonrası İstanbul’a şöyle bir rapor gönderdi: “Mevlâna Halid’in gayesi Sünnet-i Seniyeyi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve hizmetlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya kat’iyyen temayülü yoktur. Mevlâna siyasetten itina ile kaçınmaktadır. Hattâ, Mevlâna Halid’in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüd ederim.” Gülen’in 9 yıl yargılanıp beraat ettiği davaya benziyor. Mevlana Halidi Hz.lerinin uzlaşmacı kimliğine rağmen özellikle Halet Efendi’nin sebep olduğu menfi yaklaşım, Hazrete bağlı olanların gözünden kaçmıyor ama bu durumu sinelerine atıyorlardı. Halidiler, bitmeyen akıl almaz ithamlardan ve sürekli devlet takibatından bunalmışlardı, sonunda hocalarından Halet Efendi’ye beddua etmesini isterler. O ise bunu yapmayacağını söyler ve “biz onu pirine havale 84 ettik” der. Ve 1823 yılında Padişahın mahrem dostu, aynı meşrebin yolcusu, sadrazam ve vezirlerin dahi kendisinden çekindiği Halet Efendi gözden düştü. Tarihçiler buna sebep olarak müşavirinin tavsiyesiyle yapılan uygulamaların aksi sonuçlarını padişahın artık görüp kabul etmek zorunda kalmasıdır der. Halet Efendi önce Mevlana Celaleddin’in beldesi Konya’ya sürülür. Böylece onun gazabından çekinen devlet adamları ve saray personeli, sâbık müşavirin yokluğunda yaptığı işler hakkında padişaha ihbarlarda bulundular. Yıllarca birçok mahfilde, diz dize sohbet edip kader dostu kabul ettiği kişi hakkında, anlatılanlar Padişahı hayrete düşürmüştü. Yaptırdığı soruşturmalar sonucunda iyice hiddetlenen Padişah, Halet Efendi’yi sürgün ettiği Konya’da idam ettirdi. Mevlana Halid, 1927’de Şam’da vebadan vefat etti. Tüm mücedditler gibi gurbette mazlum öldü. Bu arada Mevlana Halid’e, ölmeden evvel İstanbul temsilcisinin kendi adına bağımsız hareket ettiği haberleri ulaşınca İstanbul halifesi Abdülvehhâb es-Sûsi’yi tarikatten uzaklaştırdı, İstanbul’daki cemaatin geneli de Hazretin bu tasarrufuna itaat etti. Her ne kadar es-Sûsi’nin bağımsız hareketi başarısızlıkla sonuçlansa da bu olay sadece tarikat içinde kalmadı ve Osmanlı yönetiminin dikkatini çeken bir tartışmaya dönüştü. Vazifeden alınması üzerine es-Sûsi ve bir arkadaşı, Halid-i Bağdadi’ye ve İstanbul’da faaliyet gösteren talebelerine yönelik devlete kimi belgelerle birlikte suçlamalarda bulundular. Hatta “ilhad ve fitneye” kadar varan ithamlarla, dinin hükümlerine karşı gelmelerinin yanında Sultan’a karşı hareket edeceklerine dair saraya mektuplar göndermişlerdi. Onları bu konuda yönlendiren Padişaha yakın kimileri, cemaati en iyi bilen birinin ihbarına itibar edilmesi gerektiği konusunda II. Mahmud’u ikna etmiştir. Kemalettin Özdemir üzerinden buhün Gülen ve cemaatı üzerinde yürütülen infaz operasyonuna benziyor. Hâlidîler, 1828’de bir Ramazan günü Sultan’ın emriyle İstanbul’da sahip oldukları tüm müessese ve dergahlara devlet tarafından el konup Sivas’a sürüldüler. Bu sürgün tarikatın tarihindeki en kapsamlı ve toplu sürgündür. Bu operasyon sadece başkentteki Halidiler için değil Osmanlının birçok şehrindeki temsilcileri ve müesseseler için de geçerliydi. Şam Valisine gönderilen emirle Halidilerin mekanlarına el konarak hepsini, Bağdat ve Süleymaniye’ye gönderilmesi istendi. Bu kadarla da kalınmayarak Bağdat valisine onları Bağdat ve Süleymaniye’de tutması ve içlerinden birinin halife olarak İstanbul veya başka bir yere gönderilmesine engel olması emredi. Bunun anlamı Hâlidîlerin sürgününün yeterli görülmeyerek tam anlamıyla tecrit edildikleridir. Görünüşe göre böylesine geniş kapsamlı bir sürgün ve tecridin sebebi onlar hakkındaki korkulardı. Çünkü birçok belgede Hâlidîler hakkındaki endişeler çok açık bir biçimde dile getirilir. Mevlana Halidi’nin başlattığı bu yeni hareket her ne kadar devlet tarafından kısıtlayıcı politikalara maruz kalsa da sonrasında da dinamizmi ile günden güne büyüdü.Hatta müesseselerini kapatıp kendilerini sürgün ettiren Mahmud Han’dan sonra yerine geçen oğlu Sultan Abdülmecid, Halidilere son derece hürmet gösterip onları maddi manevi destekledi. Halidilerin ıslahatın bazı şekilci kalan yönlerini eleştirmeleri, dönemin kimi sufi kesimlerin garazı ve II. Mahmud’un kişiliğidir. Bu dönemde müntesipleri hızla artan bir tarikatın eleştirisi, yönetim tarafından kabul edilebilir bir şey değildir. Nakşibendi Tarikatı’nın Halidi kolu, günümüz İslam dünyasının neredeyse her köşesinde kabul görmüş durumda. Mesela Türkiye’de farklı isimler altında bildiğimiz sosyal, siyasi ve ekonomik alanda çok etkili olan, birçok cemaat ve tarikat ehli Halidi meşreplidir. Mevlana Halidi Bağdadi, İslam Dünyası’nda pörsümeye yüz tutmuş olan Sünni akideyi, neşrettiği, talebeleri ve faziletiyle canlandırdı. Günümüzde yüz milyonlarca kişiye ulaşmış olan bağlıları, kalplerini ve gönüllerini onun sözleri ve eserleriyle besleyip hayatlarını şekillendiriyor. Bu yazıda Eyyup Ensar Uğur ve Doç. Dr. H. Ahmed Özdemir’in makalelerinden yararlanılmıştır. Tarih ibret alınmadığı sürece tekrara mahkumdur. 85 Gülen’e Niyâzî-i Mısrî zulmü! 17. yüzyılda Halvetiye tarikatının Niyâziyye veya Mısriyye kolunun kurucusu Niyâzî-i Mısrî ile eskiden beri yobazlık yapan softa “Medrese Kadızâdeleri” arasında bir fıkıh ve tasavvuf savaşı yaşanır. Kadızâdelerin fitnesi devleti ele geçirmiş ve Hak ereni üstadı ahir ömründe yaşına başına bakmadan Sultan fermanıyla 15 yıl Limni adasına sürdürmüştür. Bugün Gülen’e yapılan zulüm, bana Mısri’yi hatırlattı. Büyük bir sûfî ve tasavvuf edebiyatı ustası şairdir, Nesimî ve Fuzulî’yi aşmış, 2. Yunus Emre olarak adını edebiyatımıza yazdırmıştır. Gülen’e ve cemaatına yapılanlarla 19. yüzyıl mücedditi Mevlana Halidi Bağdadi’ye Vezir Said Haleti ile II. Mahmud’un yaptığı devlet zulmü arasında olan benzerlikleri yazmıştım. 17. yüzyılda Mısri’nin başına gelenlerle bugün Gülen’e layık görülenler arasında inanılmaz paralellikler bulunuyor. “Yobaz Kadılar”dan çektiği kadar kimseden çekmeyen Mısri, padişah ve halk tarafından çok sevilmesine rağmen aynen devleti kutsayan Said Nursi ve Fethullah Gülen Hocaefendiler gibi zulme, gadre uğrar. Çünkü Mısri, her yüzyılda bir geldiği bilinen devrin kutbu azamı, mücedditidir, asrın mürşidi, ruh yapıcısı, dine sokulan fitneleri temizleyip özüne kavuşturandır. Devletin din adamları bunu kaldıramazlar. Mısri, Bursa’da iken “kutbiyyet makamı”na ulaşır. Kadızâdeler kıskanırlar ve fitne kazanının ateşini yakarlar, Sultan IV Mehmed’ten 1666’da, “Sofiyenin devaranı ve dedegânın semâ’ları yasaktır!” fermanını verdikleri fetvayla alırlar. Bugün Hayrettin Karaman’ın verdiği fetvaya benzer biçimde, devlete yaslanıp, siyasetin emrine girmeyen İslam alimi Sufi Niyazi ve Halveti cemaatinin yok edilmesi, devlete nüfuz ve etki etme kabiliyetinden dolayı caiz hale getirilir. Halvetiliğin yaygın hale gelmesi bu zulmün neticesidir. Halk halkalarında zikirler durdurulur, neyler susar, semalar semağlar ortadan kaldırılır ve tekkeler kapatılır. 1674’de Ayasofya Câmisi’nde bir Cuma günü Niyazi Mısrî Hazretleri irticâlen ve coşkulu bir vaazla İlâhî Aşkın yaşayışa geçişi olan Aşk ü cezbe zikrini anlatınca halk hıçkırıklara boğulur. Sultan mahfelinden olanları izleyen Sultan IV Mehmed tekkeleri kapatma yasağını derhal kaldırır. 1675’de Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, Mısri’yi tuzağa düşürür, Edirne’ye dâvet eder ve ne yazık ki Niyazi’nin açık eleştirilerini kullanan kadızâde fitnecileri Rodos adasına kalebend olarak sürülmesini sağlarlar. Kendisini adaya götüren Azbî çavuş, sâdık bir müridi olacak ve ölünceye kadar hizmet görecektir. Rodos sürgününden sevenlerinin duasıyla kurtulup Bursa’ya döner. Ancak azılı düşmanı Vanî Efendi denilen kimse ve yandaşları, akıl almaz iftira ve tuzaklarla 15 yıl kalacağı Limni Adası sürgününü tezgâhlayıp gerçekleştirirler. 1691’de Sultan II Ahmed sürgünü kaldırır ve Bursa’ya döner. Ancak fitneci kadızâdeler durmak usanmak bilmez, Mısri’nin 78 yaşında bir Piri Fani olmasına bakmazlar. Ölümünden bir yıl kadar önce affedilmesini umursamazlar ve Bursa Kadısı‘nın şikayeti üzerine Mısri tekrar Limni’ye gönderilir. Böylece 1693’de yılında tekrar Limni Adası sürgünü başlar ve burada aynı yıl vefat eder. Celvetiyye Tarikatı Selâmiyye kolunu kuran Selami Ali Efendiden tutun da Vanlı Vanî efendiye kadar taş yağmuruna tutulan bu eşi bulunmaz Gönül Dostu Kâmil Âşık, son seferinde Limni Adasına götüren gemi Anadolu kıyılarından açılınca göz yaşları içinde şu beyti okur: “Osmanlı sülâlesinin inkirazı için dördüncü semâya bir kazık çaktım! Bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz!” Asıl adı Mehmet olup, 12 Rebiülevvel 1027 / 8 Şubat 1618′de Malatya‘nın şimdiki adı Soğanlı köyü olan İşpozi kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, yöresinin önde gelenlerinden Nakşbendiyye tarikatı mensubu Soğancızâde Ali Çelebi’dir. Niyâzî ve Mısrî ise mahlaslarıdır. Mısrî mahlası tahsilini Mısır’da yaptığından dolayıdır. Çeşitli medreselerde eğitim görmüş ve farklı yerlerde tasavvuf bilgisini geliştirmiştir. 1655 yılında Halveti şeyhi Ümmi Sinan’dan hilafet alarak irşada mezun kılınmış, memleketin pek çok yerinde vaazlar vererek halkı irşad etmeye çalışmıştır. Şöhreti her yana yayılan Niyazî Mısrî, ordunun maneviyâtını yükseltmek için Sultan IV. Mehmet tarafından Lehistan seferine götürülür. Hakkında ileri sürülen iftiralardan sonra Limni adasına sürülür ve burada onbeş yıl çileli bir 86 hayat yaşar. Türkçe ve Arapça manzum ve mensuron ciltten fazla eseri bulunmaktadır. Aruz ölçüsü ile yazdığı şiirlerinde genellikle Nesimî ve Fuzulî’nin, heceyle yazdığı şiirlerinde ise Yunus Emre’nin etkisinde kaldığı görülür. Divanı’nın yanı sıra, “Risaletü’t-Tevhid, Şerh-i Esma-i Hüsnâ, Sûre-i Yusuf Tefsiri, Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre, Risale-i Eşrât-ı Saat, Tahir-nâme, Fatihâ Tefsiri, Sûre-i Nûr Tefsiri” eserlerinden bazılarıdır. Bugün fitnecileri, Gülen’e “ABD ve İsrail ajanı”, “vatan haini” gibi iftiralar atarak, kültürler ve dinlerarası diyaloğ girişimlerini çarpıtarak fitneci kadızâdeler oldular. Ülkemizin 160 ülkede alnın akı olan ve İslam’ın bayraktarlığını yapan tertemiz insanlara şer atanlar cami duvarına işiyorlar ve Hak erenlerinden ahitleşme bedduası alıyorlar! İftiracı iftirasını ispatlıyamıyor. O devrin kadızâdeleri Mısri’yi gözden düşürmek için ‘ilmi cifri’ kullanmasını bahane ederler. Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen bir ilimdir. Ebced : Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir. (Ebced) (Hevvez) (Hutti) (Kelemen) (Sa’fes) (Kareşet) (Sehaz) (Dazig) Bu sekiz kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine kadar, birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim: 3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn: 70, Fe: 80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900, Gayn: 1000. Şimdiki Arabcada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir. Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıkları biliniyor. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Yayınlarında Doç. Dr. Ferhat Koca’nın 2002’de yayımlanan makalesinden uzun bir alıntı yaparak, konuya açıklık getirelim: “Osmanlılar dönemi fıkıh – tasavvuf ilişkileri arasında mücadele uzun dönemli tarih perspektifinden bakıldığı zaman, iş hep ilhad ve tekfir denen dışlamalara kadar varmıştır. Bu iki disiplin arasındaki çeşitli gerginliklerin teorik temellerini vahdet-i vücut, hulûl, ilham, vesîle ve vâsıta, istimdâd, râbıta, Mehdî ve Mehdîlik, Hızır, hatmü’n-nübüvve, zikir, raks, semâ, deverân; kahve ve tütün vb. çeşitli keyif verici maddelerin kullanılması ve bazı giysilerin giyilmesi gibi konulardaki ihtilaf ve tartışmaların oluşturduğu görülür. Sorumluluk sahibi bu kişiler arasında; fıkıhçılardan Molla Fenârî, Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemâl ve Ebüssuûd Efendi gibi şeyhülislâmlar; mutasavvıflar arasında ise her biri aynı zamanda zâhirî ilimlerde de büyük bir derinlik ve nüfuza sahip olan Dâvûd-i Kayserî, Bedreddin İbn Kadı Simavna, Abdurrahman b. Ahmed el-Câmî, Nûreddinzâde Muhyiddin Muhammed b. Mustafa, Aziz Mahmud el-Hüdâyî ve Bursalı İsmail Hakkı ve Niyazi Mısri gibi meşhur mutasavvıflar bulunmaktadır. Bu iki zümre arasındaki ilişkilerde sürekli olarak tek bir renk hâkim olmayıp karşılıklı geçiş ve uzlaşmalar yanında, bazı gerginliklere her zaman rastlanabilir. Bazı Şeyhülislâmlarımız sağlam sufidir. Osmanlı devletinin kuruluş döneminde, Orhan Gazi tarafından, 1336 yılında inşaatı biten İznik’teki ilk Osmanlı medresesinin müderrisliğine atanan, medresede hadis ve fıkıh gibi dinî ilimler yanında, felsefe ve mantık gibi aklî ilimler de okutan ve Osmanlı devletinin dinî siyasetinin oluşmasında önemli etkileri bulunan Dâvûd-i Kayserî, aynı zamanda İbnü’l-Fârız (ö. 632/1234), Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ve Abdürrezzâk Kâşânî (ö 730/1329) gibi sûfîlerin geliştirip sistemleştirdikleri vahdet-i vücut nazariyesini benimsemiş ve yazdığı eserlerin hemen hemen tamamını tasavvuf ve felsefeye tahsis etmiştir. Yine, ilk Osmanlı şeyhülislâmlarından Molla Fenârî (ö. 834/1431) tasavvufa karşı olumlu bakmış ve bu konuda Risâle fi’t-tasavvuf, Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî, Misbâhu’l-üns beyne’l-ma’kûl ve’l-meşhûd fî Şerh-i Miftâhi’l-gayb el-Cem’ ve’l-vücûd ve Sûfiyye’nin Libas ve Etvar ve Meslekine Dair İtirazlara Reddiye gibi çeşitli eserler yazmıştır. Geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olan Şeyhülislâm Hoca 87 Sa’deddin Efendi (ö. 1008/1599) Risâletü’l-Kuşeyrî ile Abdülkâdir-i Geylânî’nin menkıbelerine ait bir kitabı Türkçe’ye tercüme etmiştir. Öte yandan, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmîn Mustafa Efendi (ö. 1013/1604), Melâmî – Hamzavî şeyhlerinden İdrîs-i Muhtefî’nin (ö. 1024/1615)müritlerinden biri olduğu gibi, Şeyhülislâm Bahâî Mehmed Efendi (ö. 1064/1654) Nakşibendiyye veya Mevlevî tarikatına intisap etmiştir. Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi (ö. 1103/1692) tarikata mensup bir aile ortamında yetişmiş, babası Mehmed Efendi önce Nakşibendî şeyhi olmuş, daha sonra da Halvetiyye şeyhi Ömer Efendi’ye intisap ederek onun zâviyesinde uzun yıllar halife olarak bulunmuş, Şeyhülislâm Ali Efendi de tarikata ilgisi sebebiyle “Mecmau’l-Bahreyn” (İki Denizin Birleştiği Yer) lakabıyla anılmıştır. Şeyhülislâm Sadreddinzâde Sâdık Mehmed Efendi ise (ö. 1121/1709) Cihangir Şeyhî Efendi’den inâbet almış ve tasavvufla ilgili olarak Risâle fi’t-tasliye ve’t-tarzıye, Risâle fî beyâni fazîleti zikri’l-hafî ale’l-cehrî adlı eserlerini yazmıştır. Diğer taraftan, şeyhülislâmlardan Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703) Halvetîlik yanında, Nakşibendiyye tarikatına da intisap, Vassaf Efendizâde Mehmed Es’ad Efendi (ö. 1192/1778) sûfî meşrep bir şeyhülislâm iken, Feyzullah Efendizâde Mustafa Efendi (ö. 1158/1745), Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi (ö. 1262/1846), Refik Efend (ö. 1288/1871) ve Musa Kâzım Efendi (ö. 1920) ise Nakşibendî tarikatına bağlanmışlardır. Bunlardan Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ı ile Mehmed Cemâleddin Nûri Efendi’nin yazdığı vahdet-i vücûdun tahkîkine dair bir risalesini Türkçe’ye tercüme etmiştir. XVII. Yüzyıl tasavvuf – fıkıh ilişkileri bakımından önemli olaylardan bir kısmı da asıl adı Mehmed Niyazî olan Niyazî-i Mısrî etrafında cereyan etmiştir. Devletin, başından beri başarıyla sürdürdüğü fıkıh – tasavvuf ve fukahâ – meşâyih arasındaki denge politikasının, çeşitli dönemlerde bozulmuş olmasının da bu olayların artmasında etkili olduğu söylenebilir. Mesela, güçlü bir padişah olan IV. Murad (ö. 1049/1640) bir yandan toplumsal hayatın düzenlenmesi hususunda Kadızâdelilerin katı görüşlerinden ilham alırken, diğer yandan da Sivâsîlere karşı saygı ve hürmette kusur etmemiştir. Ancak, bu denge politikasının devam ettirilemediği veya dengenin taraflardan biri lehine bozulduğu dönemlerde, fukahâ ile meşâyih arasındaki kamplaşmalar ve gerginlikler artmıştır. (Bugün Ak Parti, bu sağlam dengeyi bozmuştur. FA) XVII. asırda, IV. Murad devrinin (1623-1640) başlarından IV. Mehmed’in saltanatının (1648-1687) sekizinci yılına kadar yaklaşık otuz küsur yıl süren ve “dinde tasfiyecilik (puritanizm)” adı verilebilecek bir hareket başlatan Kadızâde Mehmed Efendi adlı vaiz etrafında gelişen olaylar, bu dönemin fukahâ – meşâyih ilişkilerini en çok gerginleştiren etkenlerden biri olmuştur. Birgivî Mehmed Efendi’nin sûfîler aleyhindeki görüşlerini benimseyen Kadızâde Mehmed Efendi, bilhassa Halvetî şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî (ö. 1049//1639)174 ile tarihe “fakılar ile sofular mücadelesi” olarak geçen sert tartışmalara girişmiş ve bu mücadele, adı geçen iki şahsın ölümünden sonra da Kadızâde taraftarı Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1066/1655’den sonra) ile bazı tarikat şeyhleri arasında giderek şiddetini artıran bir biçimde devam etmiştir. İki liderin ölümünden sonra ise, bilhassa Kadızâdelilerin bayraktarlığını yapan Arap asıllı Ayasofya vâizi ve “sultânü’l-vâizîn”, “padişah şeyhi” gibi sıfatlarla ünlenen Üstüvânî Mehmed Efendi ile Fatih vâizi Şeyh Veli, Yeniçerilerin Orta Camii vâizi Hüseyin Efendi, Hurşid Çavuşoğlu, Türk Ahmed, Uşşâkî oğlu Macuncu Hamza ve Köse Mehmed gibi bazı vâizler büyük bir kampanya başlatarak, devrin şeyhülislâmı Zekeriyazâde Yahya Efendi (ö. 1053/1644) başta olmak üzere vezirleri suçlamaya, şeyh ve dervişlerin dinsiz olduklarını yaymaya başlamışlardır. Bu arada, 24 Eylül 1656’da, Fatih Camii’nde müezzinler makamla nat-ı şerif okurken bir grup Kadızâdeli onlara saldırmış, camide kavga çıkmış, kendilerine engel olmak isteyenlere karşı silahla mukâbeleye karar vererek, Fatih Camii’nde toplanmak üzere taraftarlarına haber göndermişler ve ertesi gün kalabalık gruplar halinde camiye gelmeye başlayan Kadızâdeliler sokaklarda rastladıkları Mevlevî, Halvetî, Celvetî ve Şemsî şeyh ve müritlerine, “Tahta tepenler, düdük çalanlar” şeklinde çeşitli tahkir edici sözler söyleyerek, onları tecdid-i imana davete ve direnenleri de “kafir” olarak ilan etmeye başlamışlardır. 88 Olayı haber alan yeni sadrazam Köprülü Mehmed Paşa (ö. 1072/1661) onlara nasihatte bulunmuş ise de söz dinletememiş, bunun üzerine ulemâyı toplayarak konuyu görüşmüş ve âlimler Kadızâdelilerin iddialarının geçersiz (bâtıl) olduğunu ve “İkâz-ı fitneye bâis olanların cezaları tertib olunmak lazım idüğü”ne dair fetva vermişlerdir. Köprülü, durumu sultan IV. Mehmed’e arz ederek olay çıkaranların katilleri hususunda ferman almış, ancak yeni olaylara yol açmamak için Kadızâdelileri öldürmeyip, Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1066/1655’den sonra) ile Türk Ahmed ve Divâne Mustafa’yı Kıbrıs’a sürmüş ve böylece Kadızâdeliler hareketi fiilen sona erdirilmiştir.” Özetle, tarih tekerrür ediyor, Vehhabi ve Şii İslam’ı ile savaşan Gülen dışlanıyor! Türklere zebani lazım değil! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kazara Ottava Büyükelçiliğimiz ve Toronto Konsolosluğumuza, “Türk okullarını kötüleyin, paralel devlet örgütünü ve lideri Fethullah Gülen’i Kanadalı yetkililere anlatın” diye kriptolu veya resmen açık bir mektup gönderirse, diplomatlarımıza yardımcı olmak için bazı tiyolar yazayım, sevaptır! Kanadalılar İngiliz ve Fransız devletçiliğinden, Orta Çağ’ın “cadı avları”ndan geliyor, epey şüphecidir, öyle kolay kolay ikna olmazlar! Akla, mantığa yaklaştırmak için Kanada tarihinden örnekler vererek Ankara’da yaşanan “paranoyak tavrı” izah edebilirsiniz! Mesela, “sizde de paralel devlet var, Katoliklere daha Kanada kurulmadan önce ayrıcalıklar vermeniz hukuka ve anayasaya aykırı” diyebilirsiniz! “Neden Katolik okullarına destek veriyor, devlette kadrolaşmasına fırsat tanıyorsunuz, devletinizin altını oyuyorlar tesbiti”, mükemmel ve zekice olur; Gülen’in “paralel devlet” yapılanmasına ‘çuk’ oturuyor! Hem 1998’de Papa Jean Paul ile Gülen Vatikan’da görüşüp el sıkıştığına göre, pekala Katolikler ve Gülenciler elele verip “Kanada devletini ele geçiriyor” olabilir! Bu dinlerarası, kültürlerarası diyaloğ mu nedir neyse artık, adamlar sizin elit bürokrasinizle sık sık görüşüyor, “paralel güç kuruyorlar” filan dersiniz! Ciddi ispiyonlama seanslarına ve ziyaretlerinize biraz espiri katmalısınız ki, muhataplarınız sizin saçmalıklarınıza gülebilsin, “bir üçüncü dünya ülkesinden ancak bu beklenirdi” diye içinden hiç olmasa kakır kakır sırıtsınlar, yüzünüze ise yapmacık biçimde gülücükler dağıtsınlar! Meşhur bir siyasi fıkra vardır, yerinizde olsam bunu anlatırdım: Bush bir gün ölmüş ve (doğal olarak) Cehenneme gitmiş. Cehennemde her milletin ayrı kuyusu olduğunu ve o kuyuların başında bekleşen zebanileri görmüş. Yanındaki baş zebaniye soru soran gözlerle bakınca, baş zebani hemen açıklamış: Efendim bu gördüğünüz Almanların cehennem kuyusu. Cehennemlik tüm Almanlar bu kuyudaki kaynar suda yanarlar. Eğer kafasını sudan çıkarmaya kalkan olursa, kuyunun başında bekleyen zebanilerimiz onları kargılarıyla cehennem dibine bastırırlar. Fransızların, Japonların, Çinlilerin kuyuları böyle devam edip gidiyor. Bush, Amerikalıların kuyusuna doğru ilerlerken, başında zebani bulunmayan tek bir kuyu olduğunu görmüş ve hayretle sormuş: Bu kuyu kimin kuyusu, bakın ne güzel başında zebani bile yok. Ne medeni bir millet; demek ki bunlar hiç kaçmaya falan yeltenmiyorlar? Usul usul cezalarını çekiyorlar? Baş zebani şöyle bir sırıtmış ve cevap vermiş: Hayır efendim sandığınız gibi değil. O Türklerin cehennem kuyusudur. Onlar aslında hep kaçmaya çalışırlar ama oradan asla kimse kaçamaz. Çünkü ne zaman aralarından birisi kafasını sudan dışarı çıkarmaya kalksa, diğerleri hemen onun bacaklarına yapışır ve onu en dibe çekerler. Biz de o yüzden buraya nöbetçi bile koymaya gerek görmeyiz. Çünkü Türkler içlerinden bir kimsenin yükselmesine asla izin vermezler! 89 Uçuk bir fıkra ama ne kadar da “bizi” anlatıyor değil mi? Hayırlı yapılan her işi engelleme kültürü elbette sadece Türklere özgü bir husus değil. Hayırlı işlerin şeytanı bol olur! Sufi kültüründe ve İslami gelenekte, ‘her şeyde hayır vardır, Allah, şerleri hayreyler, görelim neyler, neylerse güzel eyler sabrı ve metaneti’ vardır. Hikmeti anlamak için zaman en iyi ilaçtır. Ak Parti partizanları, “cemaat başbakanı sattı” diye veryansın ediyor, oysa yeni Türkiye’yi yolsuzlukların dibine kadar batmış siyasi ve bürokratların kuramayacağını ıskalıyorlar. Bu nedenle Gülen’in “beddualaşma” diye lanse edilen “ahitleşme resti” ve haksızlığa karşı zulmeden varsa sağlam durma mertliği, ülkemizin demokrasisinde bir milat ve kilometre taşı olacaktır. Sosyoloğlara ve tarihçilere biraz zaman verin, lütfen! Konumuza dönelim. Diplomatlarımızın, Hizmet Hareketi “devletin akıncı beyi” değil, “derin devletin ajanı” hiç değil tam tersine “paralel devlet” demesi, 17 Aralık ve 25 Aralık “Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonlar”ı öncesi olsaydı, cemaat aleyhine olurdu. Bugün ise lehine olur ve önünü açar. İktidarı yarı yarıya paylaştığı imajı uyandıran ve ağzı ile kuş tutsa bu sakat duruşu değiştiremeyecek cemaatı diplomatlarımızın kötülemeleri faydalı olur. Türk diplomatının hizmeti tavsiye etmesi ve övmesi daha kötü olurdu! Şimdi tüm dünya cemaatın bir sivil toplum örgütü olduğunu, halkın oyunun yarısını alarak gelmiş güçlü bir iktidarı bile yanlış yaptığı zaman uyarabildiğini ve bedel ödediğini görüyor. Hizmet Hareketi tüm dünyaya rüşdünü ispat ediyor, bağımsız ve özgür olduğunu haykırıyor. Yapılan bunca tezvirat, iftira ve aşağılamanın getirisi daha büyüktür! Kimse devletin emir eri sözde sivil toplum örgütü ile çalışmaz, ciddiye almaz. Üç sene önce Kanada Başbakanı Stephan Harper’in Kanada’daki diyasporaları kontrol ve idare etmekten sorumlu kıldığı üst düzey bir danışmanı ile görüşüyoruz. İlk sorusu şu oldu: “Fethullah Gülen Türk devletinin gizli ajanı mı, Hizmet hareketi devletin lobicilik gücü mü?” Doğrusu böyle bir soru beklemiyordum, ne cevap vereceğimi şaşırdım. Karşı soruyla zaman kazanmaya çalıştım ve “siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. Cevap tarihiydi: “Google’da araştırma yaptım, karşıma bu soruma neden olan olumlu ve olumsuz pek çok site, köşe yazısı ve akademik makale çıktı. Saatlerce okudum, edindiğim izlenim, Gülen ve takipçilerinin kesinlikle devlet ajanı olmadığı ve sivil toplum gücü oldukları oldu. Bu görüşümü size teyit ettirmek için sordum, yoksa öküz altında buzağı aramıyorum.” İnsaf ve vicdan işte böyle bir şey! Cemil Meriç’in sözüdür: “Çıkar olan yerde vicdan susar…” Cemaatı infaz ve kredisini bozma ve yıpratma operasyonu ülkemizde aslında bir darbe olduğunu gösteriyor. Başbakanın arkasına saklanan Ergenekoncular intikam alıyorlar! Bu ifrit ve kesif ortamda, diplomatlarımızın Hizmeti kötülemesi pek çok ülkede açılması engellenen kırk civarında okulun açılmasına sebep olabilir. Bazı ülkelerde Hizmet Hareketi çok devletçi gözüktüğü ve Ak parti hükümeti ile beraber hareket ettiği için tırpan yemiştir. Kanada’da 2003 yılında Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün başbakan iken gönderdiği kriptolu bir Dışişleri mektubu eski Ottava büyükelçimiz Aydemir Erman benimle paylaşmıştı. Gül, Hizmet’e kefil oluyor ve büyükelçimize “ortak çalışın” diyordu. Çok şaşırmıştım. Büyükelçi Erman, mektubun gereğini istemeye istemeye yapmış, sözde “Kemalist ve laiklik” bir federasyonun devlet destekli bütçesini ise kesmişti.Oysa ben hep tokat yemeye alışmış bir neslin evladıydım ve ‘linç edilme’ beni kamçılıyordu. Cemaate saldırı, Hizmetin büyümesi ve hicret, AKP’nin ise çöküşüdür… Faruk Arslan, Canadatürk, 01.02.2014 90 Parabol parti devletinin çöküşü! Paralel ve gizli devletleri 2. Dünya savaşından sonra NATO ülkelerine yerleştiren Amerikan derin devleti, Gestapo ve SS ajanlarını kullanmıştır. Başındaki isim Gehlen, 300 SS ajanı ile CIA emrine girdi ve 1979’a kadar hizmet etti. Paralel devlet tarifini 2. Dünya Savaşı yılları sonrasından dünyada ilk defa tanımlayan kişi, Amerikalı tarihçi Robert Paxton’dır, onun tanımına göre ‘devlet içinde devlet’, aslında yıllardan beri bildiğimiz despot derin devletten başkası değildir. Derin devletleri, emperyalizm sınırları dışına çıkmasın diye NATO’nun kurduğunu, yönlendirdiğini, gerektiğinde kadroları değiştirdiğini sağır sultanlar bile duydu. 1996’daki Susurluk kazasına kadar paralel veya derin devlet konusunda Türk kamuoyu kararsızdı. ”Derin devlet”in kökenine dair en az iki teori vardı: Kimilerine göre “derin devlet”in kökleri Soğuk Savaş döneminde NATO’ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır. Bu örgütün Türkiye’deki adı “Kontrgerilla”dır. Ondan ilk kez 1974 yılında merhum Başbakan Bülent Ecevit söz etmiştir. Başkalarına göre ise “derin devlet” köklerini, Osmanlı devletinin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan “Teşkilat-ı Mahsusa”dan almaktadır. 2007’den beri paralel devlet, Türkiye’de geçmişte kullanılan ‘derin devlet’, ‘Gladiyo’, ‘Ergenekon’ kavramlarının bugünkü hali olarak tanımlanabilir. Gladio’nun Türk devletindeki hali ise, ‘Ergenekon’, şimdi ise adı ‘Göktürk’ yapılanmasıdır. Ancak Ergenekon yapısı AK Parti’nin iktidara gelmesi ile de iktidar bloğunda bölünmeyi beraberinde getirdi. Özellikle 2007′deki seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Ergenekon yapısı olarak tanımlanan paralel devlet, temel stratejisini değiştirmedi; ancak Paralel devletin erkini elinde bulunduran güçler değişti. Kemalist statükocu elitin yerini Türkçü İslami muhafazakar statükocu elit aldı. Bu paralel yapılanmanın yeni sahipleri ise geriletilmiş Kemalist statükodan arta kalan ve yeni devlet yapısı ile uzlaşan askeri ve sivil bürokratik kesimlerle AK Parti’nin muhafazakar İslami elitiydi. AK parti, bir parti devleti oluşturmaya yöneldi, buna en yakın örnek Hitler’in yapılanması veya Atatürk’ün tek parti dönemi CHP’si idi. Cemaat siyasetin ve oligarşinin emrine girmediği için bu yeni yapıyla uzlaşmadı ve tasfiye edilmek için düğmeye basıldı. 7 Şubat krizi, derin olişarşinin truva atıdır ve cemaat ile AKP’yi ayrıştırarak AKP’ye tamamen kendi emrine almaları için dizayn edilmiştir. 2010 yılında MİT’in cemaatı terör örgütü listesine alması, 4800 takipçisini fişlemesi, dinlemesi ve izlemesine onay veren AKP eliti, Ankaralaşmıştır. 2010 referandumu ve 2011 seçiminde ayrışma öncesi son goller cemaat tarafından atılsada, 2011 yazından itibaren derin oligarşi cemaat memurlarını devletten temizlerken, öte yanda zenginleşen ve kirlenen AKP’nin paragöz elitlerini tepe tepe kullandı. Parti devletinde liderin egoist olması tercih edilir. Hitler’i Almanya’da iktidara getiren dış gücün Büyükdede Bush ile Yahudi zenginleri olduğu hep gizlenir. Hitler aslında zayıf Yahudileri yok ederek ve korkutarak tüm Yahudileri yeni kurulacak İsrail’e postalamaya çalışan bir emir eriydi. Ancak kantarın topuzu bir defa firavunun eline geçmeye görsün, fitneyi durdurmak kolay değildir. Parti devleti tanımına en uygun paralel devleti Hitler, faşist Nazi Almanya’sında Gestapo diye bilinen bir siyasi polis teşkilatı ile kurdu. Seçimlerle iktidara geldi ve tek başına güç elde ettiği anda güç zehirlenmesi yaşadı. Bugün istihbaratı tek elde toplayan ve muhaberat devleti kuran Erdoğan gibi Hitler’de Gestapo ile devlete paralel bir ‘gizli devlet polisi’ oluşturdu. Devlete değil Hitler’in partisine hizmet eden Gestapo’nun en mühim görevi siyasi casuslar ile muhalifleri bertaraf etmek olmuştu. Ayrıca bir diğer paralel devlet yapılanması olan SS’ler gibi fakir Yahudiler, Çingeneler ve homoseksüellere yönelik soykırımda olağanüstü yetkilerle görev almışlardı. Kin, nefret ve öfke dili kullanıyor, toplumu ötekileştiriyorlardı, Almanlar büyülenmiş gibiydi, Hitler güçlü bir hatipdi. 91 Gestapo ve SS, devlet içinde resmi yapılar olmasına rağmen raporlamalarını devletten çok Nazi Partisi’ne vermiştir ki paralel devlet tanımlamasını en çok hak ettiği unsur budur. MİT, bugün AK Parti ile devleti birbirine karıştırdı, başbakanın yanlışlarını örtbast etme derdine düştü. Zaten paralel devlet kavramının en ince mevzusu budur. Paralel devlet denilen şey, aslında derin devlet kadar gizli bir şey değildir. Devleti esir almış bir siyasi parti organizasyonu için hizmet eden bir unsurdur. Almanya örneğimizde bu unsur Nazi Partisi’dir. Türkiye’de AKP paralel devlet partisidir. Gestapo gibi SS’ler de ordudan ve klasik polisten çok daha fazla yetkilere sahiptiler. SS’ler ‘özel olarak yetkilendirilmiş’ birimlerdi. Ne var ki SS’ler de devlet içinde devlet olmamışlar ve devleti ele geçirmiş olan siyasi organizasyonun ideolojisi gereği devletin içinde devlet gibi hareket edebilmişlerdir. Onlara bu özgürlüğü sağlayan ise devleti ve kurumlarını ele geçirmiş olan Nazi Partisi’ydi. AKP, devlet kurumlarını tek tek ele geçirerek yandaşlarına dağıttı, toplumda yanlışa direnecek hiç bir güç kalmadı, çünkü Gestopa ve SS başlarını ezdi, zalimce muhalifler yok edildiler. İtalyan faşistlerinin ‘kara gömleklileri’ de bir diğer çarpıcı örnektir. Onların da görevi muhalifleri susturmak, sindirmek, yok etmek ve ortadan kaldırmaktı. Paralel parti devlet örneklerinin karakteristiği evrensel, ulusal hukuk standartlarına uymak zorunda olmamalarıydı. Yargısız infaz yapabilirlerdi. Kurdukları devlet destekli medya kara propoganda yapar, hedef gösterir, SS tetikçileri hemen öldürürdü. Derin devletlerden farklı olarak bu infazlarını aynı faşizmin ele geçirdiği medya vasıtasıyla halka “hukuk standartları” içinde sunabilme kabiliyetleriydi. İnfaz ettiklerini, çoktan ele geçirilmiş faşist medya kanalları ile kolaylıkla vatan haini ilan ederlerdi. Soğuk savaş sonrası türeyen derin devletler, infazları çaktırmadan işlerken, hatta suçu başka unsurlar üzerine atarken paralel parti devletleri herkesin gözü önünde her türlü cinayeti işlemekte özgürdüler. Bu cinayetler bazen bildik cinayetler, bazen hukuk cinayetleri olabiliyordu. Yüzsüzdüler. Devleti korudukları için Gestopa ve SS subayları hep vatansever olduklarını iddia edeceklerdi. İstihbarat devletinde parti tek hakimdir, bazen sivil teşkilatlar, STK’lar ve hatta dini bazı cemaatler de bu güce tapar, korkar ve işbirlikçi sınıfa girebilir. “Öl de ölelim, gir de girelim” diye yırtınan herhangi bir siyasi partinin gençlik kolu da paralel devlet olabilir ki yine bunun en meşhur örneği Nazi gençliğidir. Hitler’in yaptığı seçim meydanları ve salonlarda Nazi gençliği vardır, Hitler’in halk ile irtibatı kopartılmıştır. Tıpkı AKP ve Erdoğan örneği gibi. Erdoğan’ın konuşma yapacağı yere 3000 AKP gençliği alkışlasın diye götürülüyor ve liderin gözü boyanıyor. Krala çıplak olduğunu kimse söylüyemiyor. Dört beş danışmanla her şeyden haberdar olduğunu sanan lider yalnızlaşıyor ve kaybediyor. Öte yandan, boğazına kadar siyaset ve ticarete batmış, buna rağmen “biz hayır yapıyoruz” diyen çıkarcılar, nemalananlar, öküz lider Hitler ölene kadar diktatöre güya ölümüne bağlıdırlar, basiretleri, ferasetleri yoktur. Aslında para bol olduğu için ‘emret komutanım’ edasında olan bu tiplerin onurları, şerefleri, hele hele şahsiyet ve kimlikleri hiç yoktur. İki dakikada taraf değiştirebilirler, renk değiştirmede bukalemonları, vahşilikte sırtlarını geçerler, dişleri olsa yamyam olur kardeşlerini yerler. İnsaf ve vicdanları hiç yoktur. 2. Dünya savaşında 50 milyon insan öldü, sebebi Hitler’in nefret ve kin diliydi. Bizimki gibi tek parti devletlerinde ise, istihbarat teşkilatları dışında paralel devlet olmaz. Özel Harp ne derse o olur. Cemaat gibi toplum yararına çalışan, eline silah almamış sivil toplum örgütlerinden paralel devlet çıkarmak iğne deliğinden deve geçirmekle eşdeğerdedir. Para, makam, güç, yargı, polis, istihbarat, ordu elinde olan güç tek adamsa paralel devleti kolayca kurabilir. Kısacası, bizzat hükümetin başı olan şahsın isteği ve emri doğrultusunda devletten yetkili birtakım işler çeviren yapılanmalara‘paralel devlet’ denir. Paralel devletler hükümet aleyhine işler çevirmezler. Siyasi emrinden kimse çıkamaz. Cemaat, siyasetin emrine girmeyerek aslında herkese paralel devlet olmadığını ispatladı. Cemaata derin devlet hiç denilmez ama AKP’ye olsa olsa “parabol devlet” denilebilir. 92 Türkiye’de siyasal olarak iktidar olan bir yapının ‘derin devlet’in onayını almadan ya da onunla uzlaşmadan iktidara gelmesi, bunca kirlenmişlikten sonra helede iktidarda kalabilmesi çok zordur. Dolayısıyla AK Parti’nin derin devlet ya da paralel devlet ile bağı söz konusudur. Şimdi bu bağla ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Derin devlet veya paralel devlet denilen bu oluşumlardan ülke olarak temizlenmek gereklidir. Devletin derini yada paraleli olmaz, olmamalıdır. Demokrasi, özgürlük ve insan hakları olan, kolluk kuvvetleri dürüst işleyen, işletilen, tarafsız ve adil bir yargı ve hukuk devleti üzerinde durulması, olması gerekendir. Cemaat, Hitlerizm’e giden ülkedeki yanlışlara dur diyebilen cesur yürektir. Parabol parti devletine artık bir son verelim! Sandıkta alınan halkın iradesi yetkisi suistimal edilmiş ve AKP Hitlervari hareket eden liderine teslim olmuştur. Onca yolsuzluktan sonra istifa ettirilen, başbakan da istifa etsin, o yaptı diyen eski bakan Erdoğan Bayraktar’ın özrü buna en açık delildir, zira parti devletinde lider hata yapmaz ve eleştirilemez. Bu partiden bu ülkeye artık hiç bir hayrın gelmesi beklenemez. İşte bu nedenle AK Parti önümüzdeki seçimlerde diz çökecektir ve halk emanet oyunu geri alacaktır. Hz. Ömer adaleti nerede kaldı? Milli Görüş camiası ile tanışmam 1970’li yıllara dayanır. Hemşerimiz Çorumlu yazar Sadık Albayrak baba dostuydu, babamda merhum Erbakan’ın ordudaki tek tük adamlarından biriydi. Dolayısıyla çocukluğum Seyyid Kutub, El Mevdudi okuyarak geçti, Hilal dergisinin 1960’larda çıkan 12 yılık 12 ciltlik fasiküllerini defalarca hatmetmiştim. Malatya’da merhum Muhammed Said Çekmeğil’in talabesi olarak hidayete eren babam merhum Turgut Özal’a kadar sıkı “Erbakancı”ydı. Siyasal İslam tarafından zehirlendiğimi henüz bilmiyordum. Beni “Erbakancı” çizgiden şakirdlik yoluna getiren tarihi olay 1979 Kabe baskını idi. 1984 yılına kadar bu olayı babamdan farklı duymuştum, Amerikalılar yaptı sanıyordum. İlk Işık evine 1984 başında Ankara’da Aşağı Ayrancı’da gittiğimde askeri bir lisede okuyordum ve sadece 15 yaşındaydım. İlk defa Risale dinledim ve teybe konan kasette ilk defa Fethullah Gülen Hocaefendi’yi duyuyordum. Ağlayarak konuşuyor, hıçkırıklarla 1979 Kabe baskınını 400 İranlının nasıl yaptığını anlatıyordu. Çok şaşırdım. Halbuki CIA oyunu değil miydi bu baskın? Müslümanların gazetesi, televizyonu yoktu, bir kaç İslami dergi vardı, onlarda bir Afganistan cihadı, bir Filistin cihadı tutturmuş mücahid ve yardım topluyorlardı. Gülen’in 1979’da İzmir İslam Enstitüsü’nde Milli Görüş’ün 500 adam toplayarak Amerikan kolejini Kabe baskını suçlamasıyla taşa tutmasını eleştirmesi ve kendi talabelerini sokağa çıkmaktan men etmesi dikkatimi çekti. Neticede İranlı baskını yapmıştı, polis Milli Görüş şovunu dağıtmıştı. Ortada bir oyun vardı ve müslümanlar koyun olmamalıydı, basiretli olmalı ve zulüm etmemeliydi. Milli Görüş ve Erbakancı yaklaşım askeri lisede müslümanları ikiye bölmüştü. Namazını gizli kılan, orucunu gizli tutan bizler İslami yaşantıya hoş bakmayan askeri okul yönetiminin hışmını üzerine çekmemeye çalışıyordu. Milli Görüşcü Ali ve Mikail ise açıkca devlete “tağut”, “şeytan”, “put devleti” diyor, bu sistemi yıkıp İslam şeriat devleti getireceklerini ulu orta haykırıyordu. Afganistan savaşına mücahid yazdıklarını hayretle öğrendim, gençlik kolları lideri Recep Tayyip Erdoğan’a düzenli bilgi veriyorlardı. 2. Sınıftım ve bir alt sınıftaki İsa, Musa ve Adem’i bir üst sınıfımda yer alan Ali ve Mikail’in kafaladığını öğrenince kan beynime sıçradı. Normalde bir üst sınıftaki abiye askeri lisede dayılanmak direk dayak yemek demektir. Aldırmadım. Ali ve Mikail’i öyle bir fırçaladım ki, tüm okul kavgamızı duydu. Hz. Ömer adaletiniz bu mu demiştim: “Gidin başka saf bulun, şakirdlerden el çekin.” İkili bana, “sizin hocanız koyun yetiştiriyor, biz İslami cihada kahraman yazıyoruz” demişti. Utanmadan eklemişlerdi: “Okul yönetimi sizin gibi sümsük koyun müslümanları okuldan atmaz, bizim gibi mücahitlerle savaşır ve mağdur eder!” ‘Hz. Ömer’in adaletini size tekrar hatırlatacağım’ dedim. 93 Afganistan’da dönen dolapları henüz bilmiyorduk, El Kaida’yı CIA’nın kurdurduğunu, İslam ülkelerinden 30 bin mücahit genç topladığını ve bu görevin ülkemizde Erbakancılara verildiğini yıllar sonra öğrenecektim. İç güdümle, aklımı, vicdanımı kullanarak İsa, Musa ve Adem’i ellerinden kurtardım ama hep birlikte 1987’de okuldan atıldık. Şeriat devleti peşindeki mücahitler Ali ve Mikail ise mezun oldular. Dört yılda etraflarında beş kişi toplayamamışlardı, biz ise 23 kişi atıldık, geride bunun iki katı şakird bırakarak. 1996 yılıydı, Antalya’da askerlik muayenesi için gittiğim askeri birlikte Mikail’i tevafuken gördüm. Namazını gizli kıldığını, her an ordudan atılabileceğini söyledi ve askeri lisede iken bize yaptıkları zulümden dolayı özür diledi, helallık aldı. Atıldıklarını duydum, hemde YAŞ kararını hocaları Erbakan imzalamıştı. Etme bulma dünyası, kader adalet ediyor. 12 Eylül 2010 referandumunda cemaatın azmi sayesinde reforma evet denmesiyle bu arkadaşlar özlük haklarına kavuştular, biz ise yine mağdur kaldık. AKP için sadece kendi adamlarının hakları vardı, Hz. Ömer adaleti ölmüştü! Mikail’e, biliyor musun veya hiç merak ediyor musun dedim, 1985’de sizin ellerinizden kurtardığım İsa, Musa ve Adem bugün neredeler ve şimdi ne yapıyorlar? İlgisizce başını salladı. Bırakır mıyım, anlattım: “Ben Azerbaycandayım, İsa Kazakistan’da öğretmen, Musa Balkanlar’da, Adem Bangladeş’te İslam davası için koşturuyor. Bize tepkisiz, Filistin ve Afganistan’a duyarsız, koyun müslümanlar dediniz , kuzu idik kurtların önüne attınız, yem ettiniz. Siz dört duvar arasında salon müslümanlığı, boş nutuklar, mitingler ve şovlarla güya cihad yaparken, bizim mağdur edilen bu garip arkadaşlarımız karın tokluğuna dünyanın dört bir yanında mazlumların, mağdurların yardımına, imdatına şov yapmadan yetişiyor.” Mikail başını önüne eğdi: “Haklısın Faruk. Allah bizi af etsin, siz haklı çıktınız, dualarımız sizinle” dedi. Aradan yıllar geçti ve bugün benzer bir oyun cemaata yine kendini mücahit zanneden “paragöz parti devleti” haline gelmiş “Milli Görüş artıkları” tarafından oynanıyor. Daha beş yıl önce AKP’yi “ABD Derin devleti ve Yahudi lobisi kurdu” diye kitap yazan Star yazarı Nasuhi Güngör TRT Haber Müdürü oldu. İran’ı 1980’lerde su yoluna çeviren, Milli Görüş’ün İrancı kanadının mücahit gençliğini Tahran’da yetiştirmekle görevli, Selam Gazetesi eski Yayın Yönetmeni Kemal Öztürk Anadolu Ajansı Genel Müdürü makamını işgal ediyor. Muta nikahını ülkemizde yaygınlaştıranların dik alası artık ülke iç güvenliğinden sorumlu “hafakan bakan” oldu. İran’ın 47 Üniversitesi diplomasına ülkemizde denklik verdiren, Van’da Tebriz Üniversitesi açtıran, 2000 İranlı hemşire ve hasta bakıcı işçi, 5000’de İranlı yabancı öğrenciyi ülkemize burslu getiren Beşir Atalay, Kürt sorununda “açılım diye saçılım, bölünme” politikasını yürütüyor. Amerikan Demokrat Derin Devleti’nin Erdoğan sonrası için seçtiği ve desteklediği iki isim MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, “Suriye’nin Afganistanlaştırılmasından” ve ülkemizin doğusunun “Kürt kartıyla Filistinleştirilmesinden” sorumlu “CIA’nın müstamleke valisi” gibiler! Yaptıklarının hesabını elbette birgün vereceklerdir. İlahi adalete güvenelim. Hz. Ömer adaleti, zalimin tepesine kılıç gibi inecektir. Afganlıların mücahit değil uyuşturucu müptelası, yetiştiricisi ve taciri, İranlıların dinle imanla alakası olmayan, Sünni İslam’ı yok etmeye yeminli kinci, müslümanlık düşmanı Pers nefretini temsil ettiğini anlamak için Kanada’ya gelmişleri görmem gerekiyormuş. İsrailli, Yahudi ve Amerikalı iş adamlarıyla milyarlarca dolarlık işlere girenler, bugün cemaatı kuzu sanıyor ve yine kurtların önüne atıyorlar! Utanmadan, “CIA ve MOSSAD damgası” vuruyor ve “vatana ihanet”le suçluyorlar. “Masayı, kasayı, nisayı” götüren, kirlenen, boğazına kadar çamura batmış, yolsuzluk bataklığında boğulanlar, Allah’ın davasını savunan Hizmet Hareket’ini üflemekle söndüremezler. Allah nurunu tamamlayacaktır, zalimler, münafıklar ve kafirler istemesede… 94 Ahir zamanda fitnenin tamiri!- Faruk Arslan 7 Şubat 2014 Said Nursi’nin değerli eseri Risale-i Nur’da; 5. Şua, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası, 1. Şua, 14. Şua, 24. Söz, 15. Mektup dışında ahir zaman fitnesini tamir edecek Mehdiyetle veya Şahsı Manevi ile ilgili en geniş ve stratejik işaretler içeren Risalesi, 29. Mektup’un 7. Kısmıdır. Sosyal ve siyasi hareketleri remzeden bu yedinci kısmın isminin de “İşarat-ı Seb’a” olması, insanların materyalizm ve dağılmaktan dolayı stratejik davranamayacaklarını bildiriyor. Üstad üç soru sorar ve net olarak yedi işaret ile cevaplar. “Hakkın Şahsı Manevisi”ni temsil eden cemaat veya camia, fesadın çıkış sebebi olan yolsuzluk, israfa ve rüşvete dayanan bozuk düzeni devleti yıkmadan tamir edecektir. “Büyük Sufi”nin yardımcılarının emniyet ve yargı güçleri olacağını ifade eden Nursi, Seyyidler cemaatının zor zamanda yardımına, imdatına koşacağını belirtir. Nursi ne yazmış aktarayım, siz kararınızı verin… 29. Mektup’un 7. Kısım 6. işarette, devlet burjuvazisi ve oligarşisi israf ve rüşvetle toplumu ifsat ettiği hengamede, Said Nursi o nuranî cemiyetin ortaya atılarak, ıslah çareleri sunacağını, devlete adalet ve istikamet vereceğini izah ediyor. Bazı Risale talabeleri maalesef üstadın eserlerini yanlış yorumluyor ve halen bazıları yanlış kampta yer alıyorlar. Cemaatın yurtdışı açılımı ile zaten Nursi’nin müjdesini verdiği zatı muhterem veya Nur dışı Nur hareketinin ne olduğu henüz 1990’larda anlaşılmıştı. Üstadın en aktif ve en çok sevilen talabesi merhum Mustafa Sungur abi, 1992 Mart’ında bunu açıkca bir sohbetinde Bakü’de benimde bulunduğum ortamda söylemiş ve son şüphesininde dağıldığını anlatmıştı. Herkesin bu yazdıklarımı anlaması, ferasetle gerçeği görmesi gerekmeyecektir. Manipülasyon ve spekülasyona açık bir konu. Bir defa ben Mehdiyim diye ortaya çıkan her kimse kesinlikle Mehdi değildir, kimse kimseyi dolduruşa getirmesin! Tamir edici cemiyetin lüzumunu izah edip gerekçelerini gösteren üstad Nursi, “ümmetin fesadı hengâmında mehdiyet, içtimai bir hakikat olarak tecelli eder” mealindeki ifade kulanır. Bu konu yanlış taraflara çekildiğinden “fitne ve fesadı tamir edici camia” diyelim. Üstad, burada geçen “fesad”ın ne demek olduğunu dört işaretle açıklıyor, ümmeti ifsad edenleri susturmaya çalışırken, aslında anahtar kelimeler ile bu fesadın sebeplerini ve ıslah çarelerini anlatıyor. İslam Âlemindeki “süfyanî ifsat topluluğu”nun temel karakteri israfçı ve dünyacı olmalarıdır. Çoğu kültürel olarak müslümandırlar ve içlerinde münafık çoktur. Bunun belirtisi rahat yalan söyler, iftira ve bühtan atar, verdiği sözde durmaz ve emanate hıyanet ederler. Dünyayı çok sevdikleri için kutsal ve gaybi boyuta imanları yoktur. Allah’a inanırlar ama aslında paraya, makama, dünyevi nimetlere taparlar. İman olmayınca insanda ve toplumda tek geçerli değer, nefis, bencillik ve hedonizm kalır. Enaniyet, kıskançlık ve tamahkarsızlıkta firavunlar ve Karunlarla denktirler. Böyle insanlara dinin literatüründe “Yecüc-Mecüc” denilir. Yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık bir hastalıktır, virüs gibi bulaşıcıdır ve “süfyanî grubu” net tanımamızı sağlar. Tamir edici aydın cemiyetin elinde mucizekâr asa vardır, bu manevî kılıç eğitimdir. Bu aydın cemiyet, bilim ve dil sayesinde dinin mucizeliklerini gösterip, dini hurafe sanan ve dolayısıyla dine karşı cephe alan çevreleri imana getirecektir. Yani âlem-i İslamdaki gizli dinsizlik akımı durdurulsa, âlem-i İslam ıslah olur. Komünizmi ve anarşizmi dağıtacak ve onların enkazını temizleyecek bu “Yüksek Değerler Etrafında Toplanan Hareket”in veya cemaatin nitelikleri, Risale Akademi sitesinde yayınlanan Risale-i Nur’da Mehdiyet haritası yazı yazarı, Bahaeddin Sağlam’a şunlardır:“a) Hz. İsanın din-i hakikisini, (yani şefkati, kardeşliği, ruhaniliği) esas alacak. 95 b) O din-i hakikiyi İslamiyet’in hakikati (yani başta madde-mana ve ilim-inanç bütünlüğü gibi değerler ile) birleştirmeye çalışacak. c) Hamiyetkâr ve fedakâr olacak.. (Evet, her şeye rağmen bütün insan hakları örgütleri yine Batıdan çıktı.) d) “Müslüman İseviler” ismine layık. (Yani bunlar Kilisenin hurafeleri dışında olacak.) e) Hz. İsanın riyaseti altında.. Yani onların tüzüğü ruhanilik, fedakârlık, antimateryalizm gibi değerlerden oluşacak. Veya Kiliseyi bunları yönlendirecektir veya temizleyecekleridir. Evet, özünde İncil ve İslam medeniyetine dayanan bugünkü olumlu Batı Medeniyeti, insanlığı komünizm belasından kurtarmıştır. Fakat kendi içinde gizli olan aşırı liberalizm ve sözde bilimsel materyalizm deccallerine karşı henüz savaşı kazanmış değildir. Çünkü Batının başta Kilise olmak üzere bütün müsbet kurumları ve İslam dininin önemli yazarları bu iki düşmana karşı savunma refleksinden gerçek cevap ve hamle girişimine geçemiyorlar. 29. Mektup’un 7. Kısmındaki Beşinci İşaret ve bu beşinci işarette 15 anahtar kavram var, şöyle ki: a) “Fesada girmiş âlemi ıslah edecek Mehdi…” Demek ahir zamanda bozulma sadece âlem-i İslama has kalmayacaktır. Bütün dünya, dinî ve manevî değerlerinden soyunmaktan dolayı bozulmuş olacaktır. Mehdi sadece Müslümanlara değil; bütün dünyaya hitap edecektir. Onun için 19. sure olan Meryem suresinde Hz. Zekeriya (bugünkü İslamiyet) kemiklerinin (maneviyatının) ve saçlarının (bilim birikiminin) çok çok zayıfladığından dolayı kendine bir varis ister; bana (dine) ve Al-i Yakuba (insanî birikime) varis olsun; diye dua eder. İşte bundandır ki; Mehdi’ye Halifetü Resulillah değil de Halifetullah denilir. b) “Mehdi hakkında birçok sahih rivayet var..” Peki, buna rağmen neden bazı hocalar ve bir kısım muhaddisler, Mehdinin geleceğini inkâr ediyorlar. Cevap şudur: Emevi sultanları bu gibi rivayetler karşısında bir nevi deccal gibi göründüklerinden bu rivayetlerin yayılmasını yasak ettiler. c) “Cemaat-ı beşeriyenin büyük ifsatları…” Yani olumlu veya olumsuz ahirzamanın bütün akımları bütün beşeriyeti kuşatacak şekilde yayılacaklar ve lokal kalanlar eleneceklerdir. d) “Mehdinin bütün işleri harika (mucizevî) olsa hikmet-i ilahiyeye aykırı olur..” Demek her yönden harika bir Mehdi tasavvuru dinî ve ilmî olamaz; avamî bir hurafe olur; ehl-i ilmi ve ehl-i hakikati umutsuzluğa sevkeder. e) Mehdinin vasıfları: “En büyük bir müçtehid, en büyük bir müceddit, hem devlet adamı (hâkim) hem manevî bir mürşit, hem Mehdi…” Yani iki açıdan bu vasıflar gereklidir. Çünkü ümmet ve insanlık hem çok büyük bir bozguna uğramıştır. Hem de bu yıkılışı önlemek için ıslah niyetiyle fakat çok daha zararlı hareketler ortaya çıkmıştır. İşte bu iki nevi temizlik için bu vasıflara sahip bir mehdiyet zorunlu, sosyal bir ihtiyaçtır. Ayrıca ümmetin moral bulması için umut kaynağı ve manevî bir çaredir. Müçtehid demek, yeni bir hukuk anlayışı ortaya koyacak demektir. Bu vasıf, Emirdağ Lahikasında “mürur-ü zamanla zedelenmiş olan şeriat-ı Muhammediyeyi ihya edecek” ifadesi ile geçiyor. Müceddit.. Yani dinî literatürü ve dinî anlayışı yenileyecektir. Devlet adamı (hâkim) olması, yeni bir siyaset anlayışı getirecek demektir, yoksa siyaset adamı veya devlet başkanı olacaktır demek değildir. Mürşit, arınma ve maneviyat alanında yeni bir yol ve yöntem gösterecek demektir. Gerçek Mehdi, yeryüzündeki bozguncu hareketleri temizleyebilmelidir. Nefret ve kin dili yerine 96 evrensel sevgi dili geliştirmelidir. Demek eğer bu beş temel vasıf birisinde yoksa o Mehdi değildir. Veya bu vasıfları icra edecek olan mehdi, şahıs değil de bir cemaat olacaktır. Ki bu 5. İşaretin başındaki sorudan da bu anlaşılıyor. Maalesef Ortaçağın skolastik bataklığından çıkamayan birçok zevat Mehdiyet iddia etmekle dünya büyüklüğündeki bir meseleyi kirletmiş oluyorlar. f) “Mehdi Al-i Beytten olacak…” Ya neseben veya manen.. Yani İslamiyet ailesi içinden, İslama çok yakın bir çevreden olacaktır. g) “İsmi Muhammed Mehdi olacaktır.” Yani Hz. Muhammed gibi başta ilim ve inanç olmak üzere bütün zıtları istikamet ve denge dairesinde birleştirecektir.Ve bu sayede yani bu mucizevî tılsım ile âlemin ifrat ve tefritini yani fesadını izale etmiş olacaktır. Yoksa zahiren ismi “Muhammed Mehdi” olsa, bu da hikmet-i ilahiyeye ve imtihan sırrına ters olur. h) “Mehdi hakkında hiç rivayet yoksa da esbap dairesi açısından onun gelmesi Allah’ın hikmetinin gereğidir.” Çünkü kâinatta her zıt mutlaka eşit ayarda zıddını çağırır. Yani eğer büyük bir ifsad olmuşsa büyük Mehdi yani büyük ıslahatçı da mutlaka var olacaktır. Bu gerçeklik, diyalektik sürecin en temel kanunudur. Hikmet-i İlahiye denilen müsbet ilimler, daima bu kanun üzere çalışırlar ve ona göre çerçevelenirler. i) Sosyoloji bilimi açısından bu realite şöyle gerçekleşecektir: “Başta seyyidler olmak üzere İslamın yakın çevreleri bu evrensel bozgunculuğa bir gün elbette tepki göstereceklerdir.” 29. Mektup’un “Hücumatı Sitte” adlı Altıncı Kısım’da anlatılan insani ve cinni şeytanların altı fitnesine karşı altı hücum ve akim bırakma yolları izah ediliyor. Beşinci şeytani desiseden, çağımızın süfyanilerinin enaniyeti, kıskançlığı kullanarak Hz. Yusuf’un çağımızdaki muadilini veya varisi olan alim zata zulmetmesi remz ediliyor. Nur’un 10 kardeşinin en mümtaz olanı kuyuya atması, bir kardeşinin (Yeni Asya grubu) ihanet etmediği çıkartılabilir. Altıncı Kısmın Zeylinde üstad, o asrın densizlerinin yüzüne tükürmüş ve altı sualine cevap istemiştir. 29. Mektup’un “Telvihatı Tis’a” adlı kısmında bu devirde velayet yoluna dokuz telvihte bulunan üstad Said Nursi, Sufilik yolunun tarikatsız bireysel olarak nasıl yaşanacağını ve davayı ehli velayet olmayanların yürütemeyeceğini ve yollarda çakılıp kalabileceğini anlatıyor. Ahir zaman fitne fesadı pek çok insanın elenmesine yol açacak ve geriye kalan sağlam adanmış ruhlarla tamir edici hakkın şahsı manevisini temsil eden cemaat, fitneleri tamir edecektir. İman davası, tahkiki iman taşıyan kalp sultanı Sufilerle “111 Hak çekirdeğini” açtıracaktır. Hz. Ali (RA), Gavzı Azam Abdülkadir Geylani (KS) ve Hz. Hızır (RA) nice işaretlerle bu orduya yardım edecektir. Zaten başında Peygamber Efendimiz (SAV) ve ashabının olduğu bir ordu var ve “Süfyan Cemiyeti” ile harp ediyor iken, suskun “Büyük Sufi Alime” ve cemaatına bozgun yoktur. 97 Hizmete Şer atan Rabıta’nın Ensar’ı! AK Parti, bir yandan Hizmet Hareketi’ne karşı rakip olarak devlet destekli Ensar, Birlik, Bereket ve TÜRGEV gibi vakıfları önplana çıkartırken, bir yandan da RABITA ile ilişkilerini örtbast etmek için cemaata “CIA ve MOSSAD’a çalışıyorlar” iftirası ve bühtanı atıyor. Bunu niye yapıyorlar? Arkalarında kimler var? Daha düne kadar derin askerler Rabıta’nın Türkiye’deki adamlarına “irticacı” damgası vururken, bugün neden ele ele kol kola cemaatı yıkmaya çalışıyorlar? Hizmet’e şer atan RABITA adlı Suudi örgütün Türkiye ayakları fitne çıkarmasa bu yazıyı hiç yazmazdım. Rabıtat al-Alam Al-İslami adlı RABITA, dünyanın en zengin İslam örgütü, örgütün maddi kaynakları arasında Suudi-Amerikan ortak petrol şirketi olan Aramco’nun sağladığı fonlar, Arap şeyhlerinin milyonlarca dolarları, en başta Suudi kraliyet ailesi bulunuyor. Suudiler Hizmet Hareketi gibi devletten bağımsız bir sivil toplum örgütü çıkartamazlar, zira devlet himmet edenin parasını alır tek elde toplar, ülke içinde ve dışında Vehhabiliği korur, yayar. Bireylere bir cami bile yaptırmazlar size, hayır işlemek istiyorsan devlete vereceksin tıpış tıpış. Böylelikle rejimi korumak ve kontrol kolay olay olur. Aleyhte konuşanı çöle götürüp kafaya bir kurşunla rejimi koruma kollama adına infaz ederler. Mekke ve Medine’de Türklere sorun, çok konuştuğu için yargısız infaz eedilmiş nice insanımız var. AK Parti, buna benzer bir yapılanmaya gidip cemaatleri devlete bağlamaya çalıştığı ve otoriterleştiği için Hizmet ile her zaman çelişti, şimdi ise resmen ölümüne çatışıyor. Fethullah Gülen Hocaefendi, bir hatırasında “RABITA’nın kendisine defalarca milyonlarca dolarlık yardım vermeye zorladığını”, her seferinde ”yabancı güdümüne girmemek için ret ettiğini” anlatır. Milli Görüşçü çizgiden gelenler ise geri çevirmemiştir, aradaki fark budur. RABITA ile zoraki evlillikten doğan veledi rüşvettir. Sorun, AKP ileri gelenlerinin kurdukları vakıflarda hayır işleri yapması, hatta RABITA’dan gelen avatanta bağışlar, yardımlar değildir. Sorun, Suudi Vehhabi ve İran Şii anlayışında sivil toplumu, farklı cemaatlari yok eden, hepsini devletleştirmye çalışan diktacı zihniyettir. Devlete yaslanarak haksız vakıfcılık yapmak, kamu ihaleleri karşılığı haraçla, rüşvetle komisyon veya zoraki bağış adı altında Humus toplamak, helale haram karıştırmaktır. Yabancı uyrukluların siyasi bir partiye yardımda bulunması ise parti kapatma sebebidir. Ensar ve TÜRGEV’de havuzda toplanan paraların seçim kampanyalarında kullanılması, mdya satın alınması, satılık ve kiralık kalem yemlenmesi, demokraside haksız rekabet ortaya çıkartıyor. RABITA ile vakıfların ilişkisi, nereden koştukları, akrabalık ilişkilerini gazeteci Uğur Mumcu kitabında daha önce yazmıştı. Bugün gelinen nokta, gittikce tek parti devleti haline geldiğimiz ve ülkemize Suudi Arabistan ve İran’da olduğu gibi ruhu alınmış, ürkütücü bir İslami anlayışının hakim olmasıdır. Rabıta örgütünün kuruluşunda Türkiye’yi, 1960′larda Hilal dergisi sahibi Salih Özcan temsil eder, daha sonra Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Milli Selamet Partisi’nden (MSP) Şanlıurfa milletvekili seçilir, ardından da “Faisal Finans Kurumu”nun kurucusu olur. İkinci adamı Türk-Suudi Arabistan Dostluk Cemiyeti Başkanı Ahmet Gürkan DP’den iki dönem milletvekilliği yapmıştır. Bugün Başbakan Erdoğan oğlu Bilal ile özdeşleşen TÜRGEV Vakfına 100 milyon dolar bağışlayan Suudi Arabistan kökenli Muvvafaq Vakfı’nın başkanı ve kurucusu işadamı Yasin el Kadı, RABITA’nın AKP ile ilişkilerini koordine ediyor. Rahmetli Seyyid Kutub’un ailesi, El Kadı ile başbakanın ailesi arasında ticari ilişkiler ayyuka çıktı. Yasin El Kadı, Türkiye’deki şirketleri aracılığıyla Albaraka Türk’ün de ortakları arasında yer almıştır. Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun yönetim kurulu üyelerini sayarken Kemal Unakıtan’ın adına rastlarsınız. AKP’nin ilk Maliye Bakanı olan Unakıtan ve oğlu da nice yolsuzluklara karıştı ama yargılanamadı. 2001’de “El Kaide ve Taliban mensubu olan ya da bu örgütlerle bağlantılı kişiler ve kurumlar” listesinde olan El Kadı, AKP marifetiyle listeden ülkemizde çıkarılmıştı, zira AKP seçim kazansın diye haracın, kesenin ağzını açmıştır. 98 Kalyoncular ve Albayraklar Erdoğanlarla akraba oldukları için vakıf işlerinde hep onları görüyoruz. Hasan Kalyoncu, Erdoğan’ın kurucusu olduğu Birlik Vakfı’nın, eski AKP’li bakanlar Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun ve TBMM Başkanı Cemil Çiçek ile birlikte Yüksek İstişare Kurumu üyeliği yapmıştır. AKP kadrosunun iskeletini oluşturan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’na bağlı Birlik Vakfı yöneticileri arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Bilal Şahin’de bulunuyordu. Bereket Vakfı’nda Topbaş ailesinden de isimler var: Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif Topbaş, Ali Eymen Topbaş. Bu açıdan bakıldığında Bereket Vakfı, AKP dönemi kadroları açısından çok bereketli bir vakıftır. Kurucuları arasında bugün hizmete en fazla şer atan şebeke Kanal A’nın patronu Abdullah Tivnikli de vardı. M. Latif Topbaş ile Gül ailesi ile 30 yıllık dostlukları bulunuyor. Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’da (TGTV) AKP’ye siyasetçi yetiştiren bir çatıydı adeta. Yine TGTV’ye bağlı Ensar Vakfı’ndan eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Mustafa Açıkalın, İlim Yayma Cemiyeti’nden Hayati Yazıcı (şimdi Gümrük ve Ticaret Bakanı), İnsanlığa Hizmet Vakfı’ndan Hikmet Özdemir, Dayanışma Vakfı’ndan Süleyman Gündüz, Ankara Kültür ve Eğitim Vakfı’ndan Ali Yüksel Kavuştu, Hayra Hizmet Vakfı’ndan eski İstanbul Belediyesi Yol Bakım-Onarım Müdürü Zülfü Demirbağ, Gençleri Evlendirme ve Mehir Vakfı’ndan Halil Ürün, Hakİş’ten Hüseyin Tanrıverdi ve Agah Kafkas AKP’den milletvekili seçilmişlerdi. Erdoğan’a uzun süre danışmanlık yapan Ömer Çelik’in Ankara sorumluluğunu üstlendiği o Bilgi ve Hikmet dergisi, AKP iktidara gelince Başbakanlık Müsteşarlığı, daha sonra Çalışma Bakanlığı yapan ve Milli Eğitim Bakanlığı makamında oturan Ömer Dinçer de buradan yetişmiştir. RABITA’nın Türkiye temsilcisi bir iddiaya göre Kadir Topbaş’tır. Yıllar sonra AKP’den Maliye Bakanı olacak Kemal Unakıtan ve Al Barakacılarla birlikte Bereket Vakfı’nın kurucusu olan Abdullah Sert, 1979’da bir grup isimle birlikte bu kez “Ensar Vakfı”nı kurmuştur. Bu isimlerin arasında bugün AKP’den İstanbul Anakent Belediye Başkanı olan Kadir Topbaş da vardır. Ensar Vakfı kurucularından bir başka isim de Ahmet Şişman’dır. E nsar Vakfı’nın başkan yardımcılarından Mehmet Sarımermer, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün damadıdır. Bir diğer Genel Başkan Yardımcısı Hasan Can, AKP’li Ümraniye Belediye Başkanı’dır. Vakfın Sekreteri İbrahim Bacacı, Gül’ün damadı Mehmet Sarımermer’in Fenn Bilgi Teknolojileri Sanayi ve Ticaret şirketinden ortağıdır. Ensar Vakfı Mütevelli Heyeti üyeleri arasında AKP’li Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, AKP İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık da bulunmaktadır. Bir başka heyet üyesi de, AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun oğlu Ziya Develioğlu’dur. Dinçer’in oğlu ve aynı zamanda Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın damadı olan Asım Dinçer de vakfın bugünkü mütevelli heyetinde üyedir. Anlayacağınız, Ensar Vakfı bugün adeta TÜRGEV gibi AKP’nin bir aile kuruluşudur. TÜRGEV’in son yıllarda İstanbul’da yaptığı 15 yurdun hepsi ayrı bir skandal. Altın skandalı sanığı Reza Zerrab’ın 5 milyon bağışla yaptırdığı kız yurdunu Fatih Belediyesi’nin 25 yıllığına bedelsiz TÜRGEV’e hediye etmesi skandalı ortadan kaldırmıyor. İş adamları verdikleri haraç bağış karşılığında daha yüksek kazanç getiren ihaleleri devletten bekliyorlar. Bu durum kamuda ve piyasada maliyetleri artırıyor, haksız rekabet ise fiyatların düşmesini engelliyor. Ensar ve TÜRGEV vakıfları, bugün AKP’nin kara para aklama merkezi haline gelince, 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmaları başlatıldı. Hükümetin darbe dediği ve gizlemeye çalıştığı olay, RABITA ile ilişkilerinin ortaya çıkacak olmasıdır. Keşke bu kadar kirlenmese, bu kadar rahat iftira ve bühtan atmasalardı da, ben de bu makaleyi yazmak zorunda kalmasaydım… 99 Historia’da büyük yolsuzluk Faruk Arslan yazıyor 17 ve 25 Aralık’ta başlayan Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk operasyonlarında iddialarının merkezinde yer alan TÜRGEV Vakfı’nın İstanbul’un en büyük AVM’lerinden olan Historia’yı Fatih Belediyesi Başkanı Mustafa Demir ile anlaşarak ucuza kapattığı ortaya çıktı. Yüzde 50’lik hissesi 87 milyon TL’ye 2012’de TÜRGEV’e satılan Historia Alışveriş Merkezi (AVM)’de ihaleye fesat ve yolsuzluk karıştırıldı. 2010 yılında 110 milyon TL bedelle ve encümen kararı ile satışa çıkarılan, 2011 yılında 125 milyon TL’ye talipçisi çıkmasına rağmen satılmayan yüzde 50 belediye hissesi, çok aşağı bedele TÜRGEV’in oldu. Skandal satışın belgeleri yapılan büyük yolsuzluğu gözler önüne seriyor. Historia AVM’nin temeli, Fatih Demir’in de ortak olduğu Asitane Limited Şirketi ile Gül-Keleşoğlu İnşaat tarafınan 2006’da atıldı ve 1 Ağustos 2008 tarihinde açılışı yapıldı. 70 milyon TL’ye malolan alışveriş merkezinin yüzde 50’si belediyenin olurken, geriye kalan yüzde 50’si Gül-Keleşoğlu ve Mustafa Demir arasında bölüşüldü. Demir, Historia’daki ticari operasyonunu belediyeye ait olmayan Fatih Alışveriş Merkezi Temizlik İşletmecilik ve İnşaat A.Ş. üzerinden yürütüyor. Historia AVM ihalesine fesat karıştığı iddia edilen Demir’in ihaleye girmesi için birlikte iş yaptığı üç şirketi ihaleye formalite olarak davet ettiği, ancak ihaleyi ortakları içinde yer aldığı TÜRGEV’e zararına vermesi dikkati çekti.. Historia’nın yüzde 50’lik hissesini satın alan TÜRGEV’in bugün yönetim kurulunda bulunan Demir, geri kalan yüzde 50’lik hisseyi Gül-Keleşoğlu İnşaat ile paylaşmayı sürdürüyor. Demir, Historia AVM’yi artık belediye adına değil TÜRGEV ile birlikte kendi adına yönetiyor. DEMİR TÜRGEV’E NE ZAMAN ALINDI? Yolsuzluk Operasyonu sırasında gözaltına alınan Demir, polis ve savcılar “hiç bir şey sormadılar diye üstünü örtmeye çalıştığı Historia skandalı, polis ve savcılığa ulaşan belediye çalışanlarının ihbarı sonucu detaylarıyla belgelendi. Belgeler arasında, kapalı zarf usulü ihale yapılmasına rağmen ihale usulsüzlüğü yaptığı ileri sürülen Demir, bu sayede TÜRGEV’in eliti haline geldi. Savcılar, Demir’in TÜRGEV vakfı yönetimine ihale öncesi mi yoksa sonrası mı dahil olduğunu araştırıyor. Demir’in Historia’yı TÜRGEV’e peşkeş çekmesi sonrası söz verildiği gibi resmen yönetime alındığı öne sürülüyor. Bir iddiaya göre, Demir, sorgusunda Historia skandalını itiraf etti. Başbakanlık’tan gelen baskı üzerine serbest bırakılan Demir’in Başbakan RecepTayyip Erdoğan tarafından yeniden Fatih’e AK Parti’nin belediye başkanı olarak gösterilmesi bekleniyor. Demir’in 18 Şubat’ta aday olarak açıklanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Kamu malı olan Fatih Belediye Başkanlığı’nın hisselerini ucuza sattığı Historia AVM, Fatih’te Vatan Caddesi üzerinde bulunuyor. Daha önce İskenderpaşa Daimi Halk Pazarı’nın bulunduğu yeşil alan arsanın imarı değiştirilerek üzerine Gül-Keleşoğlu İnşaat tarafından inşa edildi. Historia AVM, altı katlı olarak yapıldı. Anıtlar Kurulu’nun yapıma uzun süre direnmesine rağmen Kurul bypass edildi. AVM’de toplam 76 mağaza, 8 sinema salonu ve restoranlar bulunuyor. 52 bin metrekarelik kapalı alana sahip olan AVM’nin oturum alanı 7 bin metrekare. AVM’de üç katlı, 500 araç kapasiteli otopark ve süper market de yer alıyor. TÜRGEV’e satılan bağımsız bölümlerin 36 adedi dükkan, sekiz adedi sinema salonu, bir adedi oyun alanı, diğeri de sergi salonu. Bu bölümlerin alanları 61 ile 792 metrekare arasında değişiyor. 100 VARAN 2: Fatih’de İskele haracı Faruk Arslan yazıyor İstanbul’da Fatih Belediye’sinde alınan “İskele Haracı” ayyuka çıktı. 1. dereceden sit alanı olan Sur içindeki binlerce yıllık tarihi geçmişi olan alanlarda tarih yağmalanıyor. İskele ruhsatı adı altında otellerden ve iş hanlarından rüşvet veya haraç alınarak tarihi binalar yıkılıyor ve eski imar planına göre aynı yükseklikte yeniden yapılmalarına ve haksız kazanç sağlamalarına rüşvet karşılığı müsade ediliyor. İstanbul’un tarihi semti olan Fatih’te binaların dış cephelerinin bölgenin dokusuna göre yenilendiği iddiası ile büyük yolsuzluk yapıldığı ortaya çıktı. “Yenilenen alan, Fatih’in yüzde 12′sini kapsıyor” diye konuşan Belediye Başkanı Mustafa Demir, dönen iskele haracının boyutu konusunda bir fikir veriyor. Sadece Fatih semtinde dönen haraç miktarının 2 milyar doları aştığı ve toplanan haraçların AK Parti’nin gizli kasalarına aktarıldığı ileri sürülüyor. AK Parti’nin haraç memuru Abdullah Fatih Belediyesi’nde bulunan gizli kasa, 3. katta kimsenin irtibat kurmadığı karanlık bir odada oturan “Abdullah D.” adlı şahıs olduğunu sadece “iskele haracı”nı verenler biliyor. İsmini vermek istemeyen iskelece haracı mağduru bir otel işletme sahibi, vicdan azabı duyduğunu, geceleri uyuyamadığını söyledi. Haraç mağduru, talep edileni vermekten başka çareleri olmadığını savunurken, İstanbul’un AK Parti’ye ait her belediyesinde AK partiye ait haraçları toplayan bir “Abdullah” bulunduğuna dikkati çekti. Yaptıkları suçun 5 yıl ağır hapis cezası gerektirdiğini bilmelerine rağmen Demir’in yukarıların talebini yerine getirdiğini dile getiren haraç mağduru, “Balık baştan kokar. Sur içinde dış cephesi yapılan onlarca otellerin tamamı büyüklüğüne göre, hiç afları yok, mutlaka iskele haracı vermiştir ” dedi. 800 camisi ile Osmanlı’nın en büyük tarihi eser ve kültür varlıkları cenneti olan Fatih’te Kültür Bakanlığı’na bağlı ve Anıtlar Yüksek Kurulu adıyla da bilinen ve korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları (Sit alanları) korunamıyor. Fatih Belediyesi, restorasyonunu yapma vaadiyle talepte bulunan işletmelerden iskele haracı alıyor, yıkıldığında 3 katlı yapılması gereken sit oteller eskisinden büyük yapılıyor. İşletmelere dış cephede boya badana ruhsatı veren belediye, toplum görmesin diye yıkılacak binayı komple kapatıyor, tarihi eserlerin yıkılıp 7 katlı yeniden inşa edilmesine iskele haracı karşılığı göz yumuyor. Anıtlar Koruma Kurulu böyle bypass ediliyor Sur içinde bulunan Laleli Ordu ve Piyer Loti caddelerinde dış cephesi restore yapılmış tarihi oteller incelendiğinde boya badana bahanesiyle yıkılıp yeniden yapıldığı ve Anıtlar Kurulu denetiminin bypass edildiği ortaya çıkıyor. Fourseasons Otel daha önce Bizans Sarayı üzerine yapıldı ana inşaatı durduruldu. Benzer bir skandal, Sultanahmet’te 1. Derece Koruma Bölgesi içinde 2012’de yaşandı. Kentsel ve arkeolojik sit alanı içindeki Bizans Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapı iş makinalarıyla 2012 başlarında yerle bir edilip yıkıldı. Yerine hızla hemen beş katlı otel dikildi. Bu sırada durumu fark eden uzmanların İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu ile Fatih Belediyesi’ne yaptığı bildirim sonuç vermedi. Koruma Kurulu bir ay sonra inşaatın durdurulması yönünde karar aldı. Ancak bir ay içinde inşaat beş kat yükseldi, çatı aşamasına geldi. Anıtlar Koruma Kurulu, bu sefer 18 Ocak 2012 tarihli kararını aldı ve tarihi duvar kalıntılarını İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’ne inceletti. Kalıntı rölevesinin ve niteliği araştırıldı ve rapor hazırlanarak kurula kalıntıların tarihi olduğu iletildi. Bunun gibi sit alanı yıkımları için yasalarda 5 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 65. maddesi a fıkrası şöyle: “Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya her ne suretle 101 olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır” VARAN 3: Ranta doymuyorlar! Faruk Arslan yazıyor Fatih Belediyesi’nde bulunan Marmara caddesinde imara açılması mümkün olmayan 4.5 dönümlük 2385 ada, 322 pafta ve 149. Parseldeki yeşil alan üzerinde yapılan imar usulsüzlüğü ile 25 milyon dolarlık rant elde edildiği ortaya çıktı. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in kendi el yazısını üzerinde taşıyan parselde avukat Ender Yağcı’dan yeşil alanın 1.390 bin TL verilerek satın alındığı yazıyor. İnşaat ruhsatı verilen parsel, 72 daire yapılmak ve her biri 600 bin TL’den satılmak üzere hazır hale getirildi ve 25 milyon TL’lik ranta dönüştü. Akmercanlar’ın kara işleri Cemal ve Gazi Akmercan yönetimindeki Akmercanlar şirketi, Mustafa Demir’in taşeron şirketi olarak her taşın altından çıkıyor. Zeytunı Baba Vakfı’na ait 219.00 metrekare arsanın Demir ve ekibi tarafından zorla alınmak istendiği savcılığa suç duyurusu olarak yansıdı. Vakıflar Bölge Müdürü, Demir’den randevu alarak bu vakıf soygununu engellemeye çalıştı. Demir, arsa üzerindeki gecekondular çıkarılmak kaydı ile satış yapabileceği konusunda ısrar etti. Vakıf Müdürü, böyle kamu hakkını yiyen kirli bir işin içinde olmayacaklarını sert bir dille Demir’e iletince, vakıf arazisi Fatih Belediyesinin temizlik ve kiralık araç işlerini de yapan Akmercanlar aracılığıyla şirket elemanlarından birinin üzerine devir edildi. Cemal ve Gazi Mercan hakkında Marmaray üzerine yapılan otel skandalı olarak kamuoyunda bilinen imar usulsüzlüğünün gizli kalan bir boyutu daha bulunuyor. 1300 metrakarelik otopark alanına T2 ruhsatı vererek imara açan Demir, Şifa Hastanesinden Bülent adına kayıtlı 4.5 milyon dolarlık otoparkın arsa bedelini Akmercanlara ödetti ama kendi adına aldı ve yapılacak otelde hisse sahibi oldu. Bunun karşılığında Akmercanlara belediyenin temizlik işlerini verdi. Ütopya Mimarlık gerçeğe dönüştürüyor Demir’in belediye sınırları içindeki şahsi operasyonlarını, otel, iş merkezi ve arsa proje işlerini Ütopya Mimarlık Mühendislik Sanayi Ticaret Limited Şirketi yürütüyor. Ütopya şirketine ortak olan Belediye Başkanı Demir, Sıddık Demir adlı akrabası üzerinden aracı ile zenginliğine zenginlik katıyor. En son Şifa Hamamı sokak ile Küçük Ayasofya caddesi kesişiminde haberlere konu olduktan sonra göstermelik yıkma süsü verilen otel inşaatı Ütopya Mimarlık marifeti ile yapılmıştı. Marmaray tehdit altında, hayatın önemi yok! 17 Aralık’ta başlayan siyasi müdahale nedeniyle derinleşemeyen soruşturmada daha ciddi iddialar bulunuyor. Marmaray Sirkeci İstasyonu’nun üzerinde bulunan tarihi bir binanın ve boş bir arazinin üzerine inşaat yapılması karşılığında Demir’in koruma kurulu üyeleri ve tapu müdürlüğü çalışanlarının da aralarında bulunduğu isimlere milyon dolarlara varan rüşvet verildiği, inşaata izin veren bürokratların binlerce insanın hayatını hiçe saydığı öne sürülüyor. Soruşturma dosyasına yansıyan iddialar şöyle: “Akmercanlar inşaat firmasının sahibi Gazi Akmercanö Marmaray’ın Sirkeci İstasyonu’nun üzerinde bulunan arsaya Otel inşaatı yapmak istediç Fatih Hoca Paşa Mahallesi 4. ada 1. parselde yapılmak istenilen Otel nşaatında yerin 3 kat altına inilmesi ve üst yerüstündeki kısmının ise 4 kat olarak inşa edilmesi için 2012 yılında girişimlere başlandı. Marmaray’ı inşaa eden Japon mühendisler ve DHL olumsuz görüş bildirdi. İnşaat’ın bu haliyle Marmaray’a 50 metre yaklaşarak zarar vereceğini belirten DLH’nin olumsuz görüş bildirmesi üzerine Demir’in, Başkan Yardımcısı Ednan Güler’e talimat vererek İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü Günseli Aybay ve başkanı Oğuz Ceylan’ı ikna etmesini istedi. Güler’in ise kurul müdürü Günseli 102 Aybay ile görüşerek DLH’nin raporunun işleme koymadan dosyanın Belediyeye geri gönderilmesini sağladı.” İtiraz edene tehdit ve sürgün Mustafa Demir ve yardımcısı Güler’in, Marmaray’a zarar verecek projenin izin belgelerine onay vermeyen İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu başkanı Oğuz Ceylan’ı, bakana söyleyerek görev yerini değiştirmekle tehdit ettiği iddialar arasında yer aldı. Ayrıca aynı ikilinin rüşvet konusunda Belediyede kendilerine sıkıntı çıkaracağını düşündükleri İmar ve Şehircilik Müdürü Refik Lal’i görevden aldığı ancak susmasını sağlamak amacıyla Ulaşım Hizmetleri Müdürü olarak görevlendirdikleri öne sürüldü.Yine başkan Demir’in, 1. derece tarihi eser niteliğindeki yerin 2. dereceye düşürülmesi karşılığında çete lideri mimar Sevinç Doğan’dan 1,5 milyon dolar istediği ileri sürülüyor. Projenin onay sürecinde Doğan’ın, Demir’in kardeşi Sebahattin Demir ile de görüşerek onayı hızlandırmaya çalıştığı Soruşturma dosyasındaki iddialar arasında yer aldı. Helale haram karışırsa… Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ile ilgili elimde o kadar fazla rüşvet, yolsuzluk, israf, iltimas, usulsüzlük dosyası var ki, inanmakta güçlük çekiyorum. Beş vakit namaz kılan bir insan nasıl bu kadar kamu hakkı yiyebilir? Elbette alınan haram paraları tek başına cebe indirmiyor. Fatih belediyesinin 3. katında karanlık bir odada AK Parti adına haraçları toplayan gizli kasa Abdullah D. gibi kişiler ana havuza taşıyorlar. Demir’in kendi cebine indirdiği 300 milyon TLcik bir şey, AK Parti’ye kazandırdığı bunun on katı haram para. Her AK Parti belediyesinde çark benzer biçimde işliyor, balık baştan kokmuş durumda. Fatih’de Sur içinde tarihi kültür mirasımız olan alanda mevcut imar durumundan dolayı 1. Derece sit alanı olan nice emlaklar ya 2. dereceye düşürülüyor veya Anıtlar Kurulu’nu bypass yöntemiyle suistimaller gırla gidiyor. Otellerden iskele izni adı altında otelin büyüklüğüne göre alınan haraç veya rüşvet 100 bin TL ile 3 milyonTL arasında değişiyor. Sur içinde kaç tane otele ortak olduğunu Demir kendisi bile unutmuş durumda! İskele izni alan otel veya iş merkezleri mevcut binaları yıkp yerine yeni binalar yapıyorlar. Dış cepheyi güzelleştirme maskesiyle boya badana ruhsatı verilen binaların etrafı kapatılıyor ve sessizce yıkılıyor. Yeni imara göre yıkılan 7 katlı otel 3 katlı yenidden inşa edilebilirken, restore edilme yalanıyla yeniden yapılıyor. Anıtlar Kurulu’nın şikayetleri kulak ardı ediliyor, halk suskun, bir tarih yağmalanıyor. Ordu caddesi, Laleli, Piyer Loti üzerindeki oteller, işyerleri, Sultanahmet’deki oteller ve işyerleri rüşvet karşılığı eski imara göre yenileniyor. Sulu kule projesinde Demir’in payı olduğunu halk konuşuyor. Sur içindeki kaçak yapılar ve yapılanmalar haraç karşılığı kontrol altında! Belediyeye ait oto parklardan Demir hisse alıyor. Ortak olduğu kendi şirketine ait çekicilerle otoparklardan payını alıyor. Operasyon, Halktaş A.Ş. tarafından yapılıyor. Şirketin genel müdürü Kemal Arslan, Demir’in Simras Ltd’e daha önce çalışan bir emir kulu. Halktaş paravan bir şirket, ihaleler önce Halktaş’a daha sonra ortak şirketlere veriliyor. Hekimoğlu Ali Paşa Parkı ve kafetarya yapılıp işletilmekmaksadıyla belediye parasıyla yaptırılmıştır. Bu parka Demir ortak ve operasyon yine Halktaş A.Ş. üzerinden yürütülüyor. Fatih Belediyesi’nde bulunan Marmara caddesinde imara açılması mümkün olmayan 4.5 dönümlük 2385 ada, 322 pafta ve 149. Parseldeki yeşil alan üzerinde yapılan imar usulsüzlüğü ile 25 milyon dolarlık rant söz konusu. Demir’in kendi el yazısını üzerinde taşıyan parselde avukat Ender Yağcı’dan 103 yeşil alanın 1.390 bin TL verilerek satın alındığı yazıyor. İnşaat ruhsatı verilen parsel, 72 daire yapılmak ve her biri 600 bin TL’den satılmak üzere hazır. Cemal ve Gazi Akmercan yönetimindeki Akmercanlar şirketi, Mustafa Demir’in taşeron şirketi olarak her taşın altından çıkıyor. Zeytunı Baba Vakfı’na ait 219.00 metrekare arsanın Demir ve ekibi tarafından zorla alınmak istendi. Vakıflar Bölge Müdürü’nden randevu alan Demir, bu vakıf soygununa kılıf aradı. Vakıf Müdürü, Demir’e arsa üzerindeki gecekondular var bunları çıkarman kaydı ile satış yapabileceğini söyledi. Demir, bunun üzerine vakıf arazisini gasp edemedi ama Fatih Belediyesinin temizlik ve kiralık araç işlerini de yapan Akmercanlar aracılığıyla Zeytunı Baba Vakfı arsasına konma oyununa devam ediyor. Cemal ve Gazi Mercan hakkında Marmaray üzerine yapılan otel skandalı olarak kamuoyunda bilinen imar usulsüzlüğünün gizli kalan bir boyutu daha bulunuyor. 1300 metrakarelik otopark alanına T2 ruhsatı vererek imara açan Demir, Şifa Hastanesinden Bülent adına kayıtlı 4.5 milyon dolarlık otoparkın arsa bedelini Akmercanlara ödetti ama kendi adına aldı ve yapılacak otelde hisse sahibi oldu. Bunun karşılığında Akmercanlara belediyenin temizlik işlerini verdi. Demir’in belediye sınırları içindeki şahsi operasyonlarını, otel, iş merkezi ve arsa proje işlerini Ütopya Mimarlık Mühendislik Sanayi Ticaret Limited Şirketi yürütüyor. Ütopya şirketine ortak olan Belediye Başkanı Demir, Sıddık Demir adlı akrabası üzerinden aracı ile zenginliğine zenginlik katıyor. En son Şifa Hamamı sokak ile Küçük Ayasofya caddesi kesişiminde haberlere konu olduktan sonra göstermelik yıkma süsü verilen otel inşaatı Ütopya Mimarlık marifeti ile yapılmıştı. 17 ve 25 Aralık’ta başlayan Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk operasyonlarında iddialarının merkezinde yer alan TÜRGEV Vakfı’nın İstanbul’un en büyük AVM’lerinden olan Historia’yı Fatih Belediyesi Başkanı Mustafa Demir ile anlaşarak ucuza kapattığı ortaya çıktı. Yüzde 50’lik hissesi 87 milyon TL’ye 2012’de TÜRGEV’e satılan Historia Alışveriş Merkezi (AVM)’de ihaleye fesat ve yolsuzluk karıştırıldı. 2010 yılında 110 milyon TL bedelle ve encümen kararı ile satışa çıkarılan, 2011 yılında 125 milyon TL’ye talipçisi çıkmasına rağmen satılmayan yüzde 50 belediye hissesi, çok aşağı bedele TÜRGEV’in oldu. Skandal satışın belgeleri yapılan büyük yolsuzluğu gözler önüne seriyor. Historia AVM’nin temeli, Fatih Demir’in de ortak olduğu Asitane Limited Şirketi ile Gül-Keleşoğlu İnşaat tarafınan 2006’da atıldı ve 1 Ağustos 2008 tarihinde açılışı yapıldı. 70 milyon TL’ye malolan alışveriş merkezinin yüzde 50’si belediyenin olurken, geriye kalan yüzde 50’si Gül-Keleşoğlu ve Mustafa Demir arasında bölüşüldü. Demir, Historia’daki ticari operasyonunu belediyeye ait olmayan Fatih Alışveriş Merkezi Temizlik İşletmecilik ve İnşaat A.Ş. üzerinden yürütüyor. Historia AVM ihalesine fesat karıştığı iddia edilen Demir’in ihaleye girmesi için birlikte iş yaptığı üç şirketi ihaleye formalite olarak davet ettiği, ancak ihaleyi ortakları içinde yer aldığı TÜRGEV’e zararına vermesi dikkati çekti.. Historia’nın yüzde 50’lik hissesini satın alan TÜRGEV’in bugün yönetim kurulunda bulunan Demir, geri kalan yüzde 50’lik hisseyi Gül-Keleşoğlu İnşaat ile paylaşmayı sürdürüyor. Demir, Historia AVM’yi artık belediye adına değil TÜRGEV ile birlikte kendi adına yönetiyor. Historia AVM ihalesine fesat karıştığı iddia edilen Demir’in ihaleye girmesi için birlikte iş yaptığı üç şirketi ihaleye formalite olarak davet ettiği, ancak ihaleyi ortakları içinde yer aldığı TÜRGEV’e zararına vermesi dikkati çekti.. Historia’nın yüzde 50’lik hissesini satın alan TÜRGEV’in bugün yönetim kurulunda bulunan Demir, geri kalan yüzde 50’lik hisseyi Gül-Keleşoğlu İnşaat ile paylaşmayı sürdürüyor. Demir, Historia AVM’yi artık belediye adına değil TÜRGEV ile birlikte kendi adına yönetiyor. 104 Haram ile helali birbirine karıştıran AK Parti’nin sadece havuza değil, humus için değil, kendi ceplerine, istikballerine çalıştıklarını, kamu malını çalıp çırptıklarını daha açık ve net nasıl anlatabilirim acaba? Yeni Türkiye’yi bunlar mı kuracak? İfritten dönemin ifritleri! 17 Aralık’tan beri herkes aynı soruları soruyor: “AK Parti ve Fethullah Gülen Cemaat’ını bitirme planının arkasında kimler var ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan neden bu güce boyun eğdi?” İfritten bir dönem geçiriyoruz ve ifritlerin en büyükleri en büyük fitnelerini toplum üstüne boca ediyorlar. Güven bunalımı oluşturup puslu havada “cadı avı”yla kaos tezgahlayanlar, kimsenin kimseye itimat etmemesini sağladılar. En başından beri diyorum: “MİT içinde Ergenekoncularla dirsek temasında bir MOSSAD ekibi var, bu ekip çok zeki ve iyi çalışılmış bir plan yaparak hükümeti esir almayı başardılar.” Bu ekip tasfiye edilmeden fitne sona ermeyecektir veya milletimiz rehin olan AKP’den emanet oyları sandıkta geri alacaktır. Ergenekon’un ismini Göktürk olarak yenileyen “şamanist” bir grup var MİT içinde ve bunların çok derin timleri MİT dışında devlet bütçesi ile fitneyi yönetiyorlar. 28 Şubat sürecinde iç savaş çıkarma planı yapan MOSSAD ekibi, “Tapınak Şövalyeleri” denilen “Amerikan Illuminati”sine çalışıyor. Hedeflerinde önce AKP’yi kapatmak, sonra cemaatı bitirmek vardı. Hatalı sıralama yaptıklarını anladılar, şimdi Hizmet Hareketini AKP eliyle yalnızlaştırıp, zayıflatmayı, daha sonra ise “Erdoğansız AKP”yi Yalçın Akdoğan ve Hakan Fidan ile idare etmeyi planlıyorlar. Uzun soluklu bir plan yaptılar, ancak cemaat bunu anlayamadı. Seçilmiş AKP’lileri cemaat içinde mütevelli yaptılar, halk sohbetlerinin müdavimi eylediler ve Hizmet’in çalışma sistemini çözmekle kalmadılar tüm önemli isimlerini de fişlediler. Ölümle tehdit edilenler, parayla kandırılanlar, makama kananlar, bal tuzağına düşenler bu AKP’lilerdi, güya cemaatciydiler, ancak aslında bunlar çıkarlarının peşindeydi veya fitne ekibine esir olanlar arasında yerlerini aldılar. Elde edinilen derin bilgiler, Mason localarının derin yapısı içinde bir havuza toplandı ve MİT’deki MOSSAD ekibi, operasyonu “cemaat ile AKP’yi kavga ettirme, ayırma, her ikisini de tarihe kaldırma planı” olarak yaptı. Merkezi New York’ya bulunan Yahudi Haham Konseyi ve Telaviv’e nüfuz ajanlığı yapan bazı MİT bürokratları, Özel Harp elemanı MAK mensupları veya düz MİT elemanı olan bu Tapınak Şövalyeleri, dinleme kayıtlarını MİT içinden yapmadılar. Hizmet Hareketi, her ne kadar dinlemelerin MİT’in işi olarak öngörse de, fitne merkezi MİT dışında bulunuyor. İsrail’in ülkemizde müthiş bir dinleme ağı var, dinleme için böceklere ihtiyacı yok. İsrail, sesi algılayan, ses akustiğini tanıyan ve fiber ağdan geçen tüm bilgilere ulaşmak için özel olarak geliştirdiği ileri teknoloji dinleme yöntemiyle bunları yapıyor. Bu bir üst düzey yazılım işi. İlk önce dinleyecekleri kişilerin sesini yazılıma yüklüyorlar. Daha sonra da o kişi kimin telefonuyla konuşursa konuşsun, fiber ağdan geçen ya da uydudan gelen tüm verileri otomatik. kaydediyor. Çok ileri bir dinleme teknolojisi bu. Bu ileri teknoloji dinleme yönteminde yazılıma tanıtılan sesin beş on yıllık görüşmelerini de almak mümkün. ABD’nin Demokrat derin devleti onay vermese Cumhuriyetçi Neocon derin devletinin Amerikalıları, MİT ve MOSSAD ile bu tezgahı kuramazlardı. AKP; yolsuzluk operasyonu üzerinden “AKP’ye cemaatın darbesi var” iddiasında, “ihanetten, casusluktan” bahsediyor ama kazın ayağı öyle değil. “Yeşil 28 Şubat”ta hedef “paralel devlet” diye cemaatı etkisiz hale getirmek, 30 Mart seçimlerinden sonra doğumuzda özerk Kürdistan’ı ilan etmek. Büyük Kürdistan’ı KCK yapılanması ile zaten MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a dört ülkede kurdurduklarını, başına da PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın getirileceğini anlamak için siyasi deha olmaya gerek yok. KCK tüzüğünün Udo Steinbach adlı Alman BND’nin en derin profesörü ile Yalçın 105 Akdoğan nasıl anlaşıp yazdıkları elbet birgün ortaya çıkacaktır. PKK liderlerinin AKP’yi savunup cemaatı hedef alması ifrit planı göstermeye yetiyor. Bu dehşetli planda hizmete gönül veren tüm polisler, emniyet amirleri, yargıçlar takip edildi. Zaten başbakana 2010’dan beri MİT kanalıyla yaptırılan resmi operasyonda fişleme yapıldığı net ortaya çıktı. 8 ay öncesinden MİT’in başbakanı MOSSAD’a çalışan İran SAVAMA elemanı Reza Zarrab konusunda uyarmasına rağmen kulakardı edildi. Yolsuzluklar engelleneceğine üstünü örtmek için medya fitne ekibi bu defa MİT içinde kuruldu. Nuh Yılmaz başına getirildi, Tutkun Akbaş ve Cem Küçük gibi gazeteciler kiralandı. Medya almaya doymadılar, 12 televizyonla ve gazeteleri, bol kepçe maaşlı kiralık gazetecileri tetikçiliğe soyundular. Başbakanın önüne sahte belgelerle şişirilmiş çok kalın dosyalar koydular ve eğer cemaatı bitirmezse cemaatın AKP’yi bitireceğini söylediler. AKP’liler cemaat içinde “derin bir damar” aramaya koyuldu. İlk başlarda “cemaatın tabanı iyi, tavanı kötü, Gülen ise kandırılmış, habersiz olan bitenden” diye komplo uydurdular. Başbakan buna inandı, cemaatın tabanını AKP’ye katacağını sandı ve başına “yaşlanan” Gülen yerine Kemalettin Özdemir veya Latif Erdoğan’ı koyabileceğine inandı. Kemalettin Özdemir, 22 Aralık’ta beyin tümorü teşhisi ile Sema Hastanesine kaldırıldı, hafıza kaybı yaşıyor, kanser. Latif Hoca, başbakanla İran gezisi öncesi son görüşmesinde, “Sizin A,B,C, D planlarınız varsa, benim bildiğim Hocaefendi’nin Z planı vardır, siz bu satrançta onu yenecek zekadan yoksunsunuz. Ben kendimi kullandırmam, benden bu kadar” dedi ve havlu attı. Bu plan çökünce başbakan kalktı tüm cemaatı toptan “haşhaşin” yaptı, büyükelçilere “Türk okullarını kötüleyin” dedi ve kendisi bizzat telefonla arayıp hiç utanmadan cemaatı karaladı. 28 Şubat sürecinde en kötü askerler bile, Çevik Bir ve Güven Erkaya Paşalar hariç, bu kadar alçalmamıştı. Gülen’in ahitleşme resti cemaatta dağılmayı önledi ve başbakanın eli boş kaldı. Yolsuzluk ve rüşvet ses kayıtları, hakimlerin onayından geçen savcıların sunduğu delillerdi, kaçak göçek değildi. MİT içindeki Tapınakçılar, “cemaat içinde derin yapı bunu yapıyor” diyerek kamuoyunu aldatırken, bir yandan cemaatla ilgili sayısız sahte belge, bilgi, haber üreterek ortamı iyice gerdiler. Böylece AKP ile Cemaat çarpışmaya başladı. Hem AKP’nin hem Fethullah Gülen Hocaefendi cemaatini kışkırtıcı ses kayıtlarını yayımlıyorlar ve fitneyi sürekli besliyorlar. Cemaata, “MİT yaptı” diyorlar, AKP’ye “CIA, MOSSAD , Koç grubu ve cemaatla birlikte size darbe yapıyor” diyorlar. Hem AKP hem cemaat bu tuzağa düştü. Cemaat kendisini ilk defa bu kadar net savunmak zorunda kaldı, zira MOSSAD ekibi “Yeşil bir 28 Şubat” ortamı meydana getirdi ve AKP’yi, Başbakanı araç olarak kullanıyor. 2010’da 3. Orduda Özel harbin yetiştirdiği orgeneral Saldıray Berk tarafından hazırlanıp MOSSAD’a ihale edilen bu fitne planında sıra seks kasetlerine geldi. Cemaatın kredisini bozmak için yapmayacakları şeytanlık yok. 40 kadar AKP’linin kasedi olduğunu 2 yıldır yayıyorlar, bunları yayınlayıp suçu cemaatın üstüne atacaklardır. Gülen’e “başbakan ölsün diye 3 yıldır beddua ediyor” diyen bu omurgasız nüfuz ajanlarından her türlü ifritlik beklenebilir. AKP kesiminde Gülen gibi 40 yıldır konuşan bir Allah dostunu ve 165 ülkede hizmet eden adanmışları daha dün tanımış gibi basiret ve akıl tutulması havası var. Buna başbakanın ifrit üslubu neden oluyor. Alnı secdeli başbakanın müslümanlara zulüm etmesini vicdanlı gönüller kabul edemiyor. Medya onurunu kaybetti! Yalan rekoru kıran yandaş medya bu yalan rüzgârında onurunu kaybetti. Sahibinin kim olduğu tam bilinmeyen Sabah, Takvim, Türkiye, Akşam, Habertürk, Yeni Akit gibi gazeteler, ‘Alo Fatih’ gazeteciliği yaparak iktidara esir düştü. Tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybeden medya, özgür haber ve yorum yayamaz, bir psikolojik savaşın “onursuz tetikçisi” olur, şerefini çiğner. Çıkardığı yayın zift çamur üretir, yalan, iftira ve bühtanlarıyla hırsızların sözcüsü, yolsuzlukta zirve, ensesi kalın oligarşik devletin yalancısı olur. Yalan makinesine bağlamaya bile gerek bu arkadaşları! Devlete paralel besleme gazetecilikte Sovyet medyasına, Pravda’ya döndüler. 106 Medyadaki yalan haberler bir kitap olacak hacime ulaştı. 90 günde 142 yalan haber tekzibi ile Yeni Akit, Türk gazetecilik tarihinde aşılması zor bir rekora koşuyor. Düşünebiliyor musunuz, bu gazetenin Hasan adlı ölçüsüz yazarı, trafikte hız yapmaktan radara yakalanıyor ve “cemaatın polisleri ceza yazdı” diyebiliyor. Dosyası epey kabarık bu paçavranın: Hizmet Hareketi’nin CHP ile ittifak yaptığını öne sürdü, yalan çıktı. Hatay’da savcılık kararı ile durdurulan TIR haberini yapan Radikal Gazetesi Muhabiri Fatih Yağmur’un cemaat mensubu olduğunu iddia etti, yalan çıktı. Cemaat, Almanya kökenli ‘sapkın eğilimli’ bir vakıf ile çalıştay düzenledi’ dedi, yalan çıktı. Bahsettiği vakfın Camiayla hiçbir ilgisi yoktu. Bununla da yetinmeyen gazete, sosyal medyada AK Parti’li olduğunu iddia eden troller tarafından yayıldığı tespit edilen bel altı montajlarla ilgili de ‘cemaatin internet sitelerinde yayınlandı’ dediVelilerin Hizmet Hareketi’ne yakınlığıyla bilinen okul ve dershanelerden çocuklarını aldıklarını iddia etti, yalandı. Kasetleri yayınlayan Özel harpçi fitne ekibini ustalıkla gizliyorlar ve hedef saptırıyorlar. Sabah ve Takvim’in sayfalarında yalan ve iftiralar geniş yer tutuyor. Çünkü bu medya grubunun sahibi belli değil, Ahmet Çalık zaten idare etmiyordu, damat Beraat’ın abisi Serhat Albayrak yönetiyordu. 17 Aralık operasyonundan hemen önce Kalyonculara devretmek istedi başbakan ama alamadı, zira havuzda haraçla toplanan paralar ortaya çıktı ve satış havada kaldı. Daha doğrusu bu grubu bir süredir ele geçiren MİT’deki MOSSAD ekibi, Aydınlık grubu ve AKP’’ye sızan fitne fesat cihadcı Hizbullah grubu, elele yalan rüzgarıyla cemaatı infaz ediyorlar. Hiçbir belge ve kanıta dayanmayan manipülatif haberleri manşetlerine taşıyan Sabah ve Takvim, inanılmaz iftira ve bühtanlarla, “biz medya onurumuzu kaybettik” diyorlar. Sabah’ın ‘Savcı Öz’den Dubai’de kral tatil’, Takvim’in de ‘Adaletin bu mu Zekeriya’ başlıklı haberlerinde, yalan haberle savcı “karakter suikastı”na uğradı. Başbakan’a savcı Öz’ün 22 defa yurtdışına gittiği yalanını söyleten, bu yalanı eline tutuşturan her kimse, bu medya grubunu işte o özel harp merkezi yönetiyor demektir. Sabah, polise ait kayıp 11 dinleme cihazının Emniyet Genel Müdürlüğü’nün çatısında faal halde bulunduğunu ‘Paralel yapı çatıya çıktı’ başlığıyla haber yaptı. Takvim de aynı haberi ‘Çatı çöktü’ başlığıyla duyurdu. Ancak bu haber de yalan çıktı. Takvim gazetesi, ‘Cemaati karıştıracak belge’ başlıklı yayınıyla yalan habercilikte zirveyi zorlayarak komik durumlara düştü. Bir dönem ağaçla röportaj yapan gazete bu kez de kurucusu 1932’de ölen ABD’li düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nü ‘Hizmet Hareketi’nin kurduğu’ yalanını sayfalarına taşıdı. 2 yıl sonra 100. yılını kutlayacak enstitünün Hizmet Hareketi’nin parasıyla kurulduğu iddiası sosyal medyada alay konusu oldu. Takvim, daha önce gazeteci Amanpour ile hayali röportaj yapmış ve mahkemelik olmuştu. Brookings’e cemaatçi diyen, hayali örgüt şemaları yayınlayan, suikast timleri var diye fitne çıkartan Takvim, tarihe kötü karışacak elbet. Gülen için başkanlık sarayı diye haber yaptığı çiftliğin sahibi Akın İpek’ten yalanlama geldi. Takvim yaptığı ”yalan haber ve kara propaganda” ile tarihe gazetecilik nasıl yapılamaza örnek olarak geçti. Düşünsenize, adamlar hapiste hayalen “Çakal Carlos” adıyla hafızalara kazınan Ilich Ramirez Sanchez’u konuşturdu ve Türkiye’nin gündemini değerlendirdi. Carlos, “Başbakan Erdoğan, Türk vatanseveri. Gülen cemaatinin arkasındaki odak, bence ABD Haberalma Teşkilatı CIA” diye konuştu.” Türk milletini resmen “aptal” yerine koydular. Star gazetesinin yalanları konusunda çakma söylemler geliştirdi. “Karşı saldırıya geçme zamanı” olduğunu belirten Star yazarı Albayrak; Cemaat için “karşımızdaki kadrolar düpedüz emperyalistlerin hizmetindeki 5. kol!” dedi ve “Onları sadece kendi adımıza değil bütün İslam dünyası adına durdurmaya mecburuz” diye yazdı. Elif Çakır’ın düzeysiz saldırılarını Mustafa Karaalioğlu’nun kasdi saçmalıkları takip ediyor, Fehmi Koru “cemaat parti kuracak” diye “saçmalama özgürlüğü”nü kullanıyordu. Star’ın başını çektiği cemaate açıktan saldırı dalgasının “komutan”ı, başbakanın başdanışmanı Yalçın Akdoğan ve müstear adı Yasin Doğan, Yeni Şafak tarafından manşetten yayımlanan yazısının başlığı bile çok şey söylüyordu: “Her türlü oyunun farkındayız…” Akdoğan, cemaate karşı eleştirilerinde yavaş yavaş vites yükseltti ve “Küresel tezgahın zavallı piyonları” dediği “paralel yapılanma” diye yaftaladığı camiayı uluslararası güçlere “taşeronluk” yapmakla suçladı. “Kumpas tweet”i ile Balyoz ve Ergenekoncuları salmayı pazarlığı yaptığını ortaya koyan Akdoğan, 107 Bank Asya’nın batırılması için devreye giren başbakan ulağı olarak tarihe “dönek” ve “onursuz” ve “fitneci” biçimde geçecektir. Yeni Şafak gazetesi, medyanın omurgasız hale gelmesi ve çürümesinde büyük paya sahip. Çünkü MİT’deki MOSSAD ekibi medyayı yönlendiren “Küçük ajanları”nı burada “Cem”leştirdi. Açık açık medya çalışanlarını tehdit ve şantaj edilmesi, andıçlanması bu medya organında yaşanıyor ve bu şahıslar gazeteci olduğunu iddia ediyorlar. Oktay Ekşi, 28 Şubat’ta sadece üç gazeteciyi andıçlamış, kıyamet kopmuşt; bu arkadaş, Cüneyt Özdemir’den Nazlı Ilıcak’a darbeye direnen kim varsa hepsine hakaretler etti, tehditler savurdu. “Tayyibun Bacıyan” adını verdiğim 9 adet başörtülü, güya entelektüel bayan yazarın çoğu bu yayından atış yapıyor. Hilal Kaplan, Özlem Albayrak gibi Hizmet’in dersanelerinde okumuş, Hizmet kurumlarını seven aydınlar bu süreçte kıblelerini şaşırdı. Cemaata saldırmayanlar kapı önüne kondu, Osman Özsoy ve Murat Menteş onurlarını ve kalemlerini satmadılar ve şerefleriyle ayrıldılar. Dirayetli sandığım Yusuf Kaplan’ı bile pes etti ve vicdan ile cüzdan arasında sıkıştı, kaldı. Tamer Korkmaz en fazla üzüldüğüm yazarlardan. Yakından tanırım, riski sevmez, dışarıda bu saatden sonra iş tabiki bulamaz, masasını korumak için kalemini yamulttu ve gözümden düştü. Taraf, Türkiye, Habertürk, Bugün gazeteleri arasında köşe yazarı “becayiş”leri, transferleri yaşandı. Yıldır Oğur, kalemini satanlardan, kullanışlı ve cebi para gören “gazeteci aptal” olmayı tercih edenlerden, hayırlı olsun! Yediğin haramla yazdığın iftira boğazında düğümlensin, aksi ile tokat olsun bühtanlarınız zehir zıkkım olsun! Amber Zaman, Mehmet Altan satmadı, helal olsun. DÖRT İMAMIN SUÇU NEYDİ? Kaderin cilvesine bakın ki dört büyük mezhep imamının tamamı, devlet zulmüne maruz kaldı. Onlara o zulmü reva görenler, yaban ellerden gelip İslam ülkelerini istila eden ‘küffar’ değildi. Pek çoğu ‘İslam devleti’nin amiri, hatta bazen halifesiydi. Hilafet mührünü elinde bulunduran o zevatın derdi neydi ki Ahmed bin Hanbel’e, İmam-ı Âzam Ebu Hanife’ye, İmam-ı Malikî’ye ve İmam-ı Şafii’ye baskı yapmış, haklarında dava açmış, hapis ve işkence ile ceza vermeye cüret etmişti? Dört imamla başlayacağımız örnekleri okudukça mesele ayan beyan ortaya çıkacak. O yüzden en iyisi tarihin sararmış yapraklarına dönmek. AHMED BİN HANBEL (İmam-ı Hanbelî): Aslında Abbasi Halifesi Me’mûn, ilme meraklı bir insandı. Bağdat’ın bir ilim merkezi haline gelmesine emeği geçti. Ne var ki Halife bir noktaya gelip tıkandı. Devrindeki âlimleri “Kur’an mahlûktur” demeye zorladı. Etraftaki telkin ve tazyik de artınca herkese, özellikle de döneminin en büyük âlimlerinden Ahmed bin Hanbel’e baskı yapmaya başladı. “Kur’an yaratılmıştır” demediği için İmam-ı Hanbelî’yi, Ramazan’ın son on gününde kesintisiz kırbaçlattı. Halife Me’mûn ölünce Ahmed bin Hanbel gibi muazzam bir kutbun çilesi biter sanılmıştı. Heyhat! Hilafet makamına oturan Mu’tasım ondan beter çıktı. Aynı inat üzerine İmam hapiste tutuldu, kırbaçlandı, bayılıncaya kadar dövüldü; kılıçla dürtülüp ayıltılarak tekrar işkenceye tabi tutuldu. Etrafa korku salmak isteyen iktidar sahipleri, bir gün İmam’ı hücresinden alıp Halife’nin huzuruna getirdi. İdama mahkûm iki kişinin boynunu oracıkta vurdurarak devletin resmî görüşü için onay vermesini beklediler. Ne yazık ki cinayet işlenen o mecliste âlimler de vardı ve zulmü seyrediyordu. O meş’um manzarayı gözünü kırpmadan izleyen Hanbelî mezhebinin kurucusu, bir ara İmam-ı Şafii’nin tilmizlerinden birini fark etmiş ve ona fıkhî bir meseleyi sormuştu. “Mest üzerine mesh hakkında İmam-ı Şafii’nin kavli nedir?” diye soru sorunca (Hilyetü’l-Evliya’nın naklettiğine göre) Halife’nin dinî müşaviri Ebu Duad, öfkeyle şöyle demişti: “Şu adama bakın! Boynu vurulmak üzere ama hâlâ fıkhî meseleleri münakaşa ediyor…” 108 Aslında tarih bu sahne ile iki konuda ders veriyor: 1- Zulme maruz kalan kimseler asla ye’se kapılmamalı ve hizmetleri için gayretten asla taviz vermemeli. 2- Pek çok örneğini ileride göreceğimiz gibi, bir âlime zulmeden zalim, genellikle bir âlimi yanına alarak vicdanını serin tutmak ister. Ve maalesef zalimler pek çok defa da aradığı âlimleri (Bediüzzaman buna “ulema-i sû” diyor) bulur, onların fetvası, hatta kimi zaman kışkırtması ile çileli dönemler yaşanır… Onca zulüm o güzel insana reva görüldü de ne oldu? Zalimlerin alınlarına yapışıp kaldı o kötülükler. Ama Ahmed bin Hanbel hayatı ve eserleriyle hâlâ bir numune-i imtisal. Ya yetiştirdiği talebeler? Buhari, Müslim, Begavî… NUMAN BİN SABİT (İmam-ı Âzam Ebû Hanife): Rivayet o ki Halife Cafer El Mansur (emrine ram olmadığı takdirde öldürmek maksadıyla), Ebû Hanife’yi huzura davet etti. Zehirli bir süt ikram etti. Ebû Hanife yanına oturduğu halifeye sütün midesine dokunduğunu ifade ederek içmek istemedi. Halife ısrar ediyordu. Hanefî mezhebinin kurucusu o büyük âlim sütü içti ve ayağa kalktı. Halife hayret içinde sordu: “Nereye?” İmam, mütevekkil bir eda ile döndü ve taşı gediğine koydu: “Senin gönderdiğin yere!” Kitabü’l-Mihen’de nakledilen bu hadiseye pek de şaşırmamak lazım; zira Ebû Hanife, hayatının çok büyük bir kısmını devlet zulmü altında yaşadı. Emevî döneminde de Abbasî devrinde de çekmediği cefa, görmediği eza kalmadı. Neden? Emevî yönetimi Ebû Hanife’ye kadılık görevi teklif ederek o büyük âlimi icraatına (biraz da zulmüne) ortak etmek istedi. Irak Valisi (Ömer bin Hübeyre) tarafından yapılan teklifin aslî maksadını anlayan Ebû Hanife, görevi kabul etmeyince gözaltına alındı ve kırbaçlatıldı. Öyle ki, kırbaçlama işini yapan zindancı bile bir gün bu zulme “Yeter!” deyip isyan edecekti. Devir değişip Abbasîler iktidara gelince Ebu Hanife hazretleri çok sevindi. Ona göre hak yerini bulmuş, Emevî zulmü sona ermişti. Maalesef bu umut çok sürmedi, güç zehirlenmesi ile malul Abbasî yöneticileri de benzer bir siyasete devam etti. Pek çok âlim ve âbide zulmetmeye başladılar. Abbasî halifesi, Ebû Hanife’yi yanına almak istemiş, ona hediyeler göndermişti. Büyük imam, kamu imkânları ile alınan hediyelerin hiçbirini kabul etmedi ve meşru görmedi. Buna da çok içerledi Halife Ebû Cafer el-Mansur. Musul isyanını bahane ederek halkı katletmek için fetva isteyen halifeye menfi cevap veren Ebû Hanife için tekrar zindana girmekten başka çare kalmadı. Hanefi mezhebinin ve İslam tarihinin muhteşem mütefekkiri Ebû Hanife, ne Emevî zulmüne ortak oldu, ne Abbasî baskısına boyun eğdi; ama bu mehip duruşunu özgürlüğüyle, canıyla ödedi. Ona zulmedenler kendilerini “halife-i ruy-i zemin” olarak tanıtıyor; ama siyasî kaygılar nedeniyle o koca İmam’a cevr u cefa etmekte bir sakınca görmüyordu. Ebû Hanife, arkasında onlarca eser bıraktı, milyonlarca insana ilham kaynağı oldu ve hep hayırla yâd edildi. Ya ona bu zulmü reva görenler? MALİK BİN ENES (İmam-ı Malikî): İmam-ı Malikî, Emevî dönemini de gördü Abbasî dönemini de. Siyasetten olabildiğince uzak durdu. Onun siyasete mesafe koymasında kendinden önceki siyasî isyanlar, fitneler ve katliamların payı vardır kuşkusuz. Kendi döneminde de dini kullanarak siyasî cinayetler işleyenleri görmüştü zaten. Devlet idarecileriyle iyi ilişkiler kurmasına, onlara hayırhahlık yapmasına rağmen siyaset merkezindeki güç odakları onun bu müspet hareketini yeterli görmedi ve birileri pusuya yatıp hep fırsat aradı. Nitekim buldu da. İmam, baskı altında yapılan boşanmanın geçersiz olduğuna dair hadis rivayet edince goygoycular devreye girdi. Onlara göre bu hadisin nakledilmesindeki asıl maksat Ebû Cafer el-Mansur’a yapılan biatın geçersizliğini ima etmekti. Güya İmam, bu rivayetle Nefsü’zZekiye’ye biat edilmesini teşvik ediyordu. Medine valisi derhal tutuklanmasını ve kırbaçlanmasını emretti. Vahşet o kadar kabaca yapılıyordu ki İmam-ı Malikî’nin işkence sırasında omzu sakatlandı. 109 Gerçek, zaman içinde ortaya çıktı ama olan olmuş, zalim zehrini kusmuştu. O kusmuk İmam’a bir leke bulaştırdı mı? Haşa! İmam-ı Malikî’ye yapılanlar halk arasında infiale yol açtı. Halife Mansur, hac için geldiğinde büyük İmam’dan özür diledi, gönlünü aldı. Hatta derlediği hadisleri çoğaltıp dağıtmak ve herkesin bu hadislere göre amel etmesini sağlamayı teklif etti. Tabii ki kabul etmedi İmam-ı Malikî. Müstağniydi, adildi, âlimdi, arifti çünkü. Ona devlet zırhına bürünerek zulmedenlerin ne adı biliniyor ne sanı. Ama o muazzam âlim, büyük âbid, harika zahid hâlâ eserleriyle kalp ve kafalara ilham veriyor… MUHAMMED BİN İDRİS (İmam-ı Şafii): akirliği sebebiyle annesinin evini rehin göstererek Yemen’e giden İmam-ı Şafii, nereden bilecekti ki kendini orada siyasi bir entrika bekliyor. Bir dönem bizzat derslerini dinlediği İmam-ı Malikî’nin vefatından sonra Mekke’ye dönmüş o sırada Hicaz’da bulunan Yemen Valisi’nin daveti üzerine yolculuğa karar vermişti. Bir yandan kamu görevi yapmış, diğer yandan beş yıl boyunca ilim meclislerini takip etmişti. Ta ki siyasî bir kumpasla karşı karşıya kalana dek… İmam-ı Şafii hazretlerini emrine amade haline getiremeyen Vali, tezvirata başladı. O günkü yönetim için “Aleviliğe taraftar” olmak büyük suç telakki ediliyordu. Vali önce (bugünkü tabirle söylemek gerekirse) fişleme yaptı ve 9 kişiyi ayaklanmak üzere hazırlık yapan Aleviler şeklinde kayda geçirdi. Sonra da Halife Harun Reşid’e bir mektup yazarak durumu rapor etti. Valinin ihbarına göre İmam-ı Şafii, kalkışma planı yapan o dokuz kişiden daha tehlikeliydi; çünkü sohbet ediyor, insanları etkiliyordu. Ve kara plan işletildi on kişi huzura çıkarıldı. O dokuz adam idam edilirken İmam’ın katlinden son anda vazgeçildi. İmam-ı Şafii Hazretleri Rakka ve Bağdat’ta hapis yattı. Mekke’ye gideceği ana kadar mecburi ikamete mahkûm edildi. Bu zor dönemde o dönemin önemli âlimlerinden Şeybanî’nin derslerine devam etti. İmam-ı Şafii, bir dönem talebelik yaptığı İmam-ı Malikî ile ilgili ilmî tenkitler yapınca fanatik bazı kişilerin zulmüne de maruz kaldı maalesef. Ulema sadece umeradan değil, cüheladan da çok çekmiştir. En kabası da umera ve cühelanın el ele vererek ulemayı hedef almasıdır. Nitekim Vali, İmam-ı Şafii’den Şam’ı terk etmesini ister ve üç gün süre verir. Ama kader o zulme müsaade etmez. İlerleyen dönemlerde Halife Me’mun, İmam-ı Şafii’ye kadılık görevi teklif eder. O müstağni İmam, ellerini açıp yalvarır: “Allah’ım! Dinim, dünyam ve ahiretim için hayırlı olacaksa nasip eyle, değilse canımı al.” Üç gün içinde öbür âleme yürür, dünyanın makam ve mevkileri karşısında iki büklüm olmaz… Ekrem Dumanlı, Zaman, 18.02.2014 MASKELİ ZULÜM Tarih boyunca zalimler, ne ilim adamı dinlemiştir ne gönül adamı. Kâh kuşkunun esiri olmuştur devlet yöneticileri, kâh kıskançlığın. Ne var ki o vehim ve zaaflar hep maskelendi. ‘Devleti ele geçirmek’ten ‘halkı kışkırtmaya’ kadar pek çok propaganda yapıldı. Sis bulutları dağılıp gerçekler ortaya çıkınca linç psikolojisine kendini kaptırarak savrulup dağılanlar mahcup bir duruma düştü. İşte üç zirve insan ve onların çetin sınavı. MUHAMMED ES-SERAHSÎ (İmam-ı Serahsî): 110 İmam-ı Serahsî’yi bir kuyunun dibine hapsedenler, karanlığın bağrından nurefşan eserlerin nasıl yazılacağını bilemezlerdi. Bilemezlerdi; çünkü Serahsî’ye defter, kâğıt, kitap yasaklanmıştı. Sanılmıştı ki o büyük fıkıhçı, kuyunun dibinde karanlığa gark olur. Oysa ilim erbabının nezdinde onun adı: “Şemsü’l-Eimme”; yani “İmamların Güneşi” idi. Kitap yazmak için şartlar müsait değildi hapishanede; ama kalbi ve kafası aydın bir insan için esbabın çok da önemi yoktu. Talebeleri, Özkend Kalesi’ndeki zindanda Hocalarını yalnız bırakmadı. Kuyunun başında toplanan o vefalı talebelerle o büyük âlim arasında müzâkereli dersler başladı. Otuz ciltlik El-Mebsut’u yazarken Serahsî (yasak edildiği için) hiçbir kitaba müracaat edemedi. On dört yıl! Evet, tam 15 yıl boyunca hafızasında yer alan bilgileri kullanarak eser telif etti Şemsü’l-Eimme. Ve bir gün, 1087’de çıkarıldı. 3 sene sonra vefat ettiğinde 81 yaşındaydı. Demek ki, zalimler onu tutukladığında İmam Serahsî 64 yaşındaydı. Buna rağmen hapsedilmiş ve 15 senesini bir hücrede geçirmek zorunda kalmıştı. Neden? Zor bir dönemden geçiliyor, insanlar imtihan üstüne imtihan yaşıyordu. Bir yandan Haçlı Seferleri dalga dalga âlem-i İslam’ın üzerine geliyor; diğer yandan Karahanlılar’daki iç kargaşa bir türlü durulmuyordu. Bu arada ülkeyi yönetenler âlimler ve fakihler üzerine ağır bir baskı kurmuş; hatta birçoğunu hapis ve idama mahkûm etmişti. Diğer yandan insanların adeta belini kıracak hale getirilmiş vergi yükü her gün artıyor, halk devlet baskısı içinde inim inim inliyordu. İmam-ı Serahsî bu zulme karşı çıktı, devlet politikalarındaki aşırı uygulamaları tenkit etti. Sen misin devleti eleştiren! Araya, her zamanki gibi, iktidar goygoycuları girdi ve Hakan Emir Hasan’ı doldurdu. Suç bulunmuştu: Halkı isyana teşvik etmek. Devleti elinde tutanlar ilerleyen yaşına, ilim yolundaki gayretlerine bakmaksızın zulme başladı… Vefat ettiğinde arkasında bıraktığı kitaplar, nerdeyse, insan boyunu aşacak gibiydi. Hayatını hep asaletiyle yaşadı; sızlanmadı, şikâyet etmedi; talebeleriyle birlikte hizmetinden en zor dönemlerde bile taviz vermedi. Ondan geriye şöyle sitemkâr bir cümle nakledilir: “Bütün beyinsiz zındıkların kışkırtması, kötü arzuların peşinden korkunç kimselerin ve fena tertiplerde bulunanların kışkırtmaları sonucu vatanından ayrılmış ve Sultan tarafından hapsedilmiş, fakir kul… Allah onların hepsini kahretsin. Büyük küçük herkese ibret yapsın.” Ne diyelim? İbret yapsın inşallah! AHMED SİRHİNDÎ (İmam-ı Rabbanî): İmam-ı Rabbanî Hazretleri, sadece âlim bir kişi değil; aynı zamanda tasavvufa ayrı bir derinlik katan zirve bir veli idi. Ona, “Müceddid-i Elf-i Sani” (ikinci bin yılın müceddidi) denmesi, boşuna değildi. Hurafelere meydan okumuş, insanı kendi ruhuna yönelmeye davet etmişti. Maalesef o güzel müceddid de kendini zindanda buluverdi. Onun hapse atılmasında kullanılan bahane fevkalâde düşündürücüdür. Vaktiyle şeyhi Bâki Billâh’a yazdığı mektupta yer alan seyr-u sülûk ile ilgili bir bölüm sebep gösterilerek Hindistan Sultanı Cihangir tarafından tutuklatılıp hapse atıldı. Tarih bakımından sabittir ki bahsedilen mektup 1012’de yazılmış; ancak tutuklama işlemi 1028’de yapılmıştır. Yani 16 sene sonra. Üstelik Sultan Cihangir vaktiyle İmam-ı Rabbanî’ye talebelik yapmış, ondan feyz alacak derecede İmam’a saygı beslemişti. Hatta Cihangir’i, İmam-ı Rabbanî talebelerine “İslam Padişahı” olarak tanıtmış ve tahta geçişine olan sevincini ifade etmişti. Şimdi ne olmuştu da bir “Müceddid”i hapse gönderiyordu? Prof. Dr. Necdet Tosun’un kaleme aldığı kıymetli eserde (İmam-ı Rabbanî Ahmed Sirhindî, İnsan Yayınları, 2005) delilleriyle izah edildiği gibi Cihangir’in sorgulayıcı tavrına İmam makul cevap verince cezadan vazgeçilmişti. Tam bu aşamada araya goygoycuların girdiğini, padişaha telkinde bulunduğunu görüyoruz. Bu seferki bahane başkaydı: “Selamlama secdesi yapmadı, ordu içinde de çok müritleri var. Yakında kalabalık müritleriyle bir fitne çıkarabilir ve mülkünüze zarar verebilir.” Bak şu kaderin cilvesine! Bugün “polisin içinde, yargının içinde adamları var” lafı ete kemiğe bürünmüş bin sene önceki iktidarın gözüne görünmüş. Oysa İmam-ı Rabbanî bir yandan Cihangir’in 111 babası Ekber Şah’ın, dinlerin birleştirilerek yeni bir din oluşturma fikrine şiddetle karşı çıkmış; diğer yandan da Cihangir’le ilgilenerek onun tahta çıkmasını umutla beklemişti. Hal böyleyken kimin haddineydi ki Cihangir ile İmam arasına girsin ve bir fitne çıkararak zulme zemin hazırlasın? Kaldı ki ordu içinde de bürokraside de İmam-ı Rabbanî’yi seven çok sayıda insan vardı. Bu suç değildi ki! Gel de bu durumu o günkü ‘paralel devlet’ kâbusu yazarlarına anlat! Nitekim devletin kritik noktalarında görev yapan insanların İmam’a yapılan zulme içerlediği; ancak büyük İmam’ın onları teskin ettiği rivayet edilir… Tosun’un yaptığı alıntılar insanı derinden derine düşündürecek kadar ürpertici. Bazı kaynaklara göre padişahın veziri ve mabeyni çoğunluk itibarıyla Şiilerden oluşuyordu. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Şia’yı eleştiren risaleleri bulunuyordu. Bu durumu hazmedemeyen mabeyn, bahaneler uydurarak İmam-ı Rabbanî ile Cihangir’in arasını açtı ve zulüm adalet tacını giyerek o koca gönül sultanını zindana attı. Hapisten çıktıktan sonraki durumun bir serbestlikten ziyade mecburî ikamet olduğu anlaşılıyor. Hayatının son dönemini köyünde münzevi bir şekilde geçiren büyük Müceddid, cuma namazı hariç evinden çıkmıyordu. Vefat ettiğinde arkasında pek çok mektup ve risale bırakmıştı. Kiminin arkada bıraktığı ilim, kimininki zulüm; dünyanın kaderi bu olsa gerek… EBU’L-HASAN EŞ-ŞAZİLÎ (İmam-ı Şazilî): Şâzilîye tarikatının kurucusu büyük İmam Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, münzevi bir hayat sürüyordu. Şeyhi öyle istemiş o da bihakkın o öğüdü dinlemişti. İnzivası bitince Tunus’a geldi. Daha gelir gelmez ‘enaniyet-i ilmiye’ devreye girdi ve bazı âlimler onu çekemedi; hatta o güzel gönül sultanına iftira etti. Âlimin âlimle imtihanı çok ama çok çetindir; hele bir de devreye zalim girerse. Nitekim öyle oldu ve Sultan, İmam-ı Şâzilî’yi huzuruna çağırdı, göz hapsine aldı. İmam için hicret yolu görünmüştü artık. Şâzilî Hazretleri’nin fani dünyada gözü yoktu; ama öbür âleme gözü kapalı olanların bunu anlaması mümkün değildi. Onun mütevazı bir evde kalması bile birilerini şüpheye sevk ediyordu; çünkü o gönül sultanı âlimlerin, ariflerin teveccühüne mazhardı. Sohbet halkası genişledikçe kıskançlık çemberi daralıyordu. “Kadılar Kadısı” diye anılan ve Başkadı olan Ebu’l-Kasım İbn-i Berra’nın kıskançlar arasında yer aldığını söylüyor tarih. Makamının elinden uçup gitmesi ihtimaline karşı tedbir aldığı, kıskançlığını gizleyebilmek için senaryolar üretmekten çekinmediği rivayet ediliyor. Soluğu Hafsi Devleti’nin Sultanı Ebu Zekeriya’nın yanında alan Başkadı’nın “Bu İmam-ı Şâzilî’nin saltanatta gözü var. Halkı size karşı kışkırtmak için bazı hazırlıklar yapmaktadır.” dediği naklediliyor. Hatta karalama yapabilmek için o günkü devlet yöneticilerinin hassas olduğu bir konuyu kaşımayı tercih eder. İmam-ı Şâzilî’nin soy kütüğünü gündeme getirir İbn-i Berra. Dedelerinin İdrisî Sultanı olduğu, soyağacının Hazret-i Ali’ye dayandığı; dolayısıyla Fatimîlerle bir irtibatının bulunabileceği telkin edilir. Hasedinden dolayı büyük İmam-ı Şâzilî’nin selamını bile almayan ‘Kadılar Kadısı’ başkanlığında yapılan kara propaganda tesirini gösterir ve İmam-ı Şâzilî’ye ev hapsi cezası verilir. Artık halkla irtibat kuramayacak, ders halkaları oluşturamayacak, insanlarla sohbet edemeyecektir. Bir zaman sonra İmam-ı Şâzilî, Halife’den hacca gitmek için izin istedi ve müspet bir cevap alınca hemen hazırlıklara başladı. Heyhat! İbn-i Berra kâbus gibi takip ediyordu İmam’ı. Daha İmam-ı Şâzilî Mısır’a ulaşamamıştı ki İbn-i Berra’nın jurnali Mısır Sultanı’na yetiştirildi. Mektupta İmam-ı Şâzilî’nin Tunus’ta karışıklık çıkardığı, Fatimîlerle gizli ittifakının bulunduğu, her an Mısır’da da kaos başlatabileceği iddia ediliyordu. Jurnal ağır bir makamdan gelir de tesir icra etmez mi? Sultanın emri üzerine İskenderiye Valisi, İmam-ı Şâzilî’yi göz hapsine aldı. Mecburi ikamet sırasında yine insanlar yavaş yavaş İmam-Şâzilî’nin etrafında toplandı; âlimler, arifler, zahidler İmam’ı yalnız bırakmadı. İmam-ı Şâzilî bir vesile bulup Kahire’ye gidince Sultan gerçeği yakından gördü, İmam’ın kıymetini anladı, özür diledi. Bu ihsan ve lütuf, hac için kapıların yeniden aralanması anlamına geliyordu; ancak geride çileli, meşakkatli, ıstıraplı bir dönem kalmıştı; üstelik bu zulümlerin hepsi bir gurur, kibir ve hasedin eseriydi… 112 Ekrem Dumanlı, Zaman, 19.02.2014 İKİ MEVLÂNÂ’NIN HİKÂYESİ İki Mevlânâ… Biri, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî. 13. yüzyıldaki fetret döneminde zuhur etti; insanları sevgiye, umuda, diyaloğa davet etti. Casuslukla, dini tahrif etmekle vs. suçlandı. Diğeri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî. Osmanlı’nın yıkılış dönemine (19. asır) denk geldi, bozguna karşı ıslah hareketine öncülük etti. Ona da “devleti ele geçirme”, “isyan çıkarma” gibi yakışıksız suçlamalar yapıldı. Şimdi her iki Mevlânâ da rahmetle, saygıyla, sevgiyle yâd ediliyor. Ya onlar hakkında her türlü yalan, iftira ve karalama yapanlar! MEVLÂN CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ: Hoşgörüsü, sevgisi ve kucaklayıcı tavrıyla çağları aşan Mevlânâ’ya neler denmedi neler? Ajan dediler, casusluk yapmakla itham ettiler, olmadık iftiralar yaydılar dört bir yana. İstilâ ettiği her yeri çekirge sürüsü gibi talan eden Moğollara karşı neden sessiz kaldığını sorguladılar. Ve “Moğol casusu” yaftasını yapıştırdılar Mevlânâ’nın alnına. Oysa bilemiyorlardı ki Mevlânâ Hazretleri bugüne takılmıyor, çağı aşan bir nazarla yarınların bağrındaki oluşumları hesaplıyordu. Burnunun ucunu göremeyenler, ufukların sonsuzluğunu nasıl idrak edebilirdi ki! Şöyle düşünmüştü Mevlânâ: Nasıl olsa bir gün bu kargaşa dönemi sona erer ve Moğol istilacıları Anadolu topraklarının müşfik bağrında kendi öz dönüşümlerini yaşar. Zaten fetret döneminin en ağır şartları yaşanıyordu o günlerde ve Moğol ordusunu durdurabilecek bir güç yoktu ortada. Mevlânâ, gönüllerin fethine odaklanmıştı; toprakların istilasına değil. Nitekim büyük Üstâd’ın ufuk ötesi duası kabul gördü ve Anadolu pek çok kavmi kendi potasında yoğurup şekillendirdiği gibi Moğolları da bambaşka bir kıvama getirdi. Bu sebeple tarih kitapları Moğol istilasının ayrıntılarını nakleder; ama Moğolların Anadolu’dan def ü ref edilişine dair bir savaştan bahsetmez. Öyle bir cenk yaşanmamıştır çünkü. “Gel, kim olursan ol yine gel…” Araştırmacılar bu cümlenin lâfzen Mevlânâ’ya ait olmadığını; ancak mananın Mevlânâ’ya tastamam uyduğunu söylüyor. El hak doğrudur. O, “Hıristiyan, Yahudi, Mecûsi” demeksizin herkesle irtibat kurdu, onlarla konuşmayı tercih etti. Bu davet, başlı başına bir bedeli göze almaktı; “ham yobazlar”ın, “kaba softalar”ın ağır eleştirilerine maruz kalmaması mümkün değildi. Diğer dinlerin önde gelenleriyle, kimi zaman bir araya geldi. Nasıl gelmesin ki! Hazreti Muhammed Aleyhisselam onlarla defalarca bir araya gelmiş, konuşmuş, komşuluk yapmış, ticaret yapılmasında beis görmemişti. Hazreti Mevlânâ “kölesiyim” dediği Kitap’tan ve “ayağının tozuyum” dediği Rehber’den cüdâ düşebilir miydi? Başka din mensupları ile kurduğu diyalog nedeniyle çok ağır ithamlarla karşı karşıya geldi; ama o, karanlık bir dönemin ışık öncüsüydü ve herkesle iletişim kurmak zorundaydı. Rivayet o ki, bir gün bir papazla karşı karşıya gelince ikisi de birbirine ta’zim etmek istedi. Mevlânâ daha atik davranarak papaza karşı saygısını ifade etti. Homurdananlar oldu; bugün bile o homurtu devam ediyor. Hazreti Mevlânâ, “Tevazu makamını rahip efendiye bırakmak istemedim; o yüzden ondan daha hızlı davranarak saygımı ifade ettim.” deme lüzumunu hissetti. Ne var ki dini, ana kaynaklarından bütün erkânıyla bilemeyenler Mevlânâ hakkında en ağır ithamlarda bulundu; halen de bulunuyor. O kadar ki casusluk iddiasının yanına başka din mensupları ile işbirliği gibi laflar eklendi. Hatta hızını alamayanlar, evlat katlinden Nasrettin Hoca’nın öldürülmesine kadar bir sürü yalan yanlış lafı boca ederek kara propagandaya devam etti. İşi yüz kızartıcı iftiralara kadar vardıranların unuttuğu bir nokta var: Müfterilerin oluşturduğu dalga kısa bir süreliğine etkisini gösterse bile güneşi balçıkla sıvamak imkânsızdır. Nitekim gıybetçi ve iftiracılardan geriye kin ve husumetten başka bir şey kalmamış, hoşgörü ve diyalog kahramanları ise arkalarında yaşanabilir bir medeniyet bırakmıştır. 113 MEVLÂN HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ: Haset, fitne ve iftiranın devlet eliyle nasıl bir zulme dönüşebileceğine dair en çarpıcı örneklerden biri hiç kuşkusuz Mevlânâ Halid’dir. 19. asrın müceddidi sayılan büyük insan, payitahtta dergâhını açarken müritlerine çok sıkı tembihatta bulunmuş, devletten maaş almamaları, hiç kimseden yardım talep etmemeleri, dünya malından uzak durmaları konusunda hassasiyetini dile getirmişti. Vazifesi irşad ve tebliğ olan insanların menfaat ilişkilerinden uzak durmasını istiyordu. Ne var ki o konudaki teyakkuz bile bazı fettan kişileri durduramadı. İstanbul’da talebelerinin hızla artması üzerine bazı çevrelerde rahatsızlık emareleri görüldü. Bunların başında gelen kişi Padişah II. Mahmud’un yakın ahbabı ve danışmanı Sait Halet Efendi’ydi. Kendisi Mevlevî olduğu ve padişahın da o meşrebe yakın bulunduğu söylenir. Araya kıskançlık girince, bir de devlet imkânları söz konusu olunca Halidîler için zor bir dönemin yaşanması kaçınılmaz hale geldi. Mevlânâ Halid ve talebeleri, devlete karşı değildi; ama kıskançlık duygusuna mağlup olmuş kimi bürokratlar Halidîleri hedef tahtasına koymaya karar verdi. Halidîlerin hususî mahiyette okudukları özel virdlerine (hatm-i hacegan) dair keskin eleştiriler başlatıldı. Bu arada Saray’da da kara propaganda başlatılmış, Padişah’a gizli raporlar sunuluyordu. II. Mahmud’a bu akımın bir gün devletin başına bela olacağı telkin ediliyordu. O kadar ki resmî evraka yansıyacak şekilde bir belge düzenlendi ve ‘fesat tohumu’ olduğu söylenerek ‘fişleme’ işlemi yerine getirildi. O rapora göre Mevlânâ Halid kısa bir süre içinde mehdilik ilan edecekti. Tabii ki aslı faslı yoktu bu iddiaların; ama kimin umurunda! Danışman öncülüğünde yapılan mâbeyn kuşatması meyvelerini verdi ve 1822’de Padişah, Bağdat Valiliği’ne emir vererek Mevlânâ Halid hakkında soruşturma yapılmasını emretti. O andan itibaren yoğun baskı dönemi resmen başlamış oldu. Baskınlar, sürgünler, hapisler… Neyse ki Bağdat Valisi Davut Paşa, insaflı bir adamdı ve olumlu bir rapor göndererek Mevlânâ Halid ve talebelerini himaye etti. Mabeynin goygoycuları boş durmadı, tahrike devam ettiler. Operasyonlar durmadı; ancak her insafsız müdahale Mevlânâ Halid Hazretleri’nin hizmetlerini daha da büyüttü. O günkü İslam coğrafyasının büyük bir kısmına yayılan Halidîler için yeni bir imtihan baş gösterdi. Abdülvehhab Es-Susi İstanbul’a gönderilmiş, Trakya’nın büyük bir kısmında tanınır ve sevilir hale gelmişti. Bu pişkin müridin Mevlânâ Halid’in halifesi olmak gibi bir niyeti ve arzusu vardı. Bu emeline nail olamayınca tarikat içindeki itibarını sermaye yaparak kendisi yeni bir oluşum ortaya koymak istedi. Her ne kadar Mevlânâ Hazretleri şöhretperestlik ve hodgamlık ifade eden bu teşebbüse karşı Es-Susi’yi tarikattan uzaklaştırsa da mesele hızla yayıldı ve cemaat içinde bir ayrışmaya dönüştü. İhtilafa başkaları da müdahil oldu. Cemaati bölmek için harekete geçen Es-Susi, yanına birkaç adamı da alarak Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri’ni şikâyet etmeye karar verdi. Elinde bazı belgeler olduğunu söyleyen Es-Susi, devlete başvurdu. Mevlânâ Halid Hazretleri’ni ve talebelerini bir suç örgütü imiş gibi takdim ediyordu. Zaten saraya bazı mektuplar gönderilmiş, cemaatin Sultan’a karşı olduğuna dair taşlar yeterince döşenmişti. Şimdi de Mevlânâ Halid’in en yakın adamlarından biri ihbarda bulunuyordu. II. Mahmud artık çileden çıkmış, çok sert tedbirler almaya karar vermişti. Allah’tan ki aşırı Frenk yanlısı olarak bilinen Padişah, Şeyhülislam’a sorma gereği hissetti. Bu da bir asalet olsa gerek! Şeyhülislam, aklıselimi tavsiye ederek hukukî bir yolun takip edilmesi gerektiğini, şikâyet edenin beyanı ile ceza verilemeyeceğini söyledi. Bu da ilmin izzetini korumak olsa gerek! Bunun üzerine Şam’a iki müfettiş gönderildi. Şam Valisi Salih Paşa, müfettişlerin yaptığı gizli soruşturmanın sonucunu Padişah’a yazdığı bir mektupla (1827) bildirdi. Abdülvehhab ve arkadaşının Mevlânâ Halid Hazretleri’ne iftira ettiği ortaya çıkmıştı. Ne acıdır ki bugün bile bazı kalbi bozuklar (üstelik kendilerine tarikat süsü vererek) o uyduruk belgeler üzerinden 19. asrın müceddidine “İngiliz ajanı” diyor. Haşa! Bu büyük zevata ajan diyenin ajanlığından şüphe duyulur. 114 Ortaya çıkan gerçek, baskıları bir zaman hafifletse bile Padişah II. Mahmud’u tekrar normalize etmek mümkün görünmüyordu. Halidîlere karşı sert hümayunlar neşreden Padişah, bu konuyu şahsî bir takıntı haline mi getirmişti, yoksa hâlâ goygoycular ve itirafçıların telkini mi söz konusuydu; bilemiyorum; ancak 1828 Ramazan ayına denk getirilen sürgünün yürekleri dağladığında şüphe yoktur. O dönemde çok çile çekildi. Halidîlerin müesseselerine el konuldu, dergâhları yasaklandı, önde gelen kişiler sürgüne yollandı. Onca eza ve cefa yapıldı da Halidîler yok mu oldu? Hayır. Halk arasındaki sevgi ve bağlılık devam edip gitti. Zaten arkadan gelen padişahlar, yapılan hatayı kabul edip hem Hazreti Mevlânâ Halid’e hem talebelerine sahip çıktı. O kadar ki Abdülmecid Han, her cuma günü kabrinin başında bir Halidî şeyhinin ve on dervişin ‘hatm-i hacegan’ okumasını ve bunun kıyamete kadar sürmesini vasiyet etti. Tekke ve zaviyelerin kanunla kapatılacağı ana kadar (1925) o vasiyet yerine getirildi. Ekrem Dumanlı, Zaman, 20.02.2014 BEDİÜZZAMAN’IN ÇİLESİ Başını yakın talebelerinden birinin dizine yaslamış Urfa’ya doğru yol alan Bediüzzaman Said Nursi, yürek dağlayan şu cümleyi tekrarlıyordu: “Beni anlayamadılar…” İniltiler halinde söylenen bu yanık söz, 82 seneye sıkışan bir hayatın özetiydi. 1952’de Üstad’ı ziyaret eden Eşref Edip’e de benzer cümleler kurmuştu Said Nursi: “Anlamıyorlar… Yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.” Demek ki hayatının pek çok safhasında dile getirilen derin bir sitemdi bu. Nasıl anlaşılabilirdi ki! O kendini günün siyasî/idarî tıkanıklığı içine hapsetmemiş, kuşatıcı bir nazarla yarınlara seslenmişti. O yüzden daha çok erken yıllarda şöyle feryat etmişti: “Şu muasırlarımız, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim kışta geldim; sizler cennetâsa bir baharda geleceksiniz…” Çağdaşları onu anlayamadı; anlaması da çok zordu. Üç nur ve üç zulmetin iki farklı dünyanın ufkunda tecelli edeceğini çok önceden görmüş ve taş üstünde taşın kalmadığı o yıkılış döneminden şöyle seslenmişti insanlara: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkilabatı içinde en yüksek, gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.” Günlük telaşe içinde çırpınıp duran insanlar o engin ufka tekabül eden vizyonu nasıl anlayabilirdi ki? ÇAĞINI AŞAN UFUK Daha meşruiyetin mahiyeti hakkında enine boyuna düşünülmemişken “meşrutiyet-i meşrua”dan bahseden ve ona dair prensipler vaz’ eden bir tefekkür insanının herkes tarafından tastamam anlaşılması beklenemez. Cumhuriyet kelimesinin belli çevrelerde telaffuz bile edilmediği bir dönemde cumhuriyet ile ilgili temel değerlendirmeler yapması tesadüf değil, basiret ve firasetin yansımasıydı. Nitekim bu anlaşılamayan tefekkür insanı, her dönemeçte ayrı bir imtihanla karşı karşıya kaldı, zulme maruz bırakıldı. Selanik’te yaptığı tarihî konuşmaya, ‘aşair arasında dolaşarak’ yaptığı yorumlara, Şam’da verdiği hutbeye vs. vâkıf olamayanlar, onun o özgürlükçü yaklaşımından da haberdar değildi. Mesela 31 Mart Vak’ası’nda fitnenin önüne geçebilmek için çırpınan Bediüzzaman gözaltına alındı. Güya İttihad-ı Muhammediye adlı örgüte üyeydi ve isyancılarla hareket etmişti. Bahçede kurulan darağacı ve darağaçlarında asılı insanlara aldırış etmeksizin yaptığı cesur müdafaa, eşi benzeri az bulunur bir hukuk mücadelesidir. Mahkeme bu âteşîn dimağı serbest bırakır. O, Beyazıt’tan Sultanahmet Meydanı’na kadar kalabalık bir kitlenin önünde yürürken bugün bile kulaklarımızı çınlatan bir meşhur cümleyi haykırır: “Zalimler için yaşasın cehennem!” 115 SÜRGÜNLER, MAHKEMELER, HAPİSLER… Sultan II. Abdülhamid akıllı, zeki, dindar bir insandı; ama Bediüzzaman gibi bir deha ile yüz yüze gelemedi. Görüşebilselerdi birbirlerini anlayacaklardı kuşkusuz. Ancak Sultan’ın etrafını etten duvarlarla örmüştü mabeyn-i hümayun. Bir gün Bediüzzaman, çağını aşan bir üniversite projesiyle Padişah’ın kapısına dayandı. İstiyordu ki fen bilimleri ve dinî ilimler izdivaç etsin ve çağıyla hesaplaşabilmenin kapıları aralansın. Heyhat! Abdülhamid gibi eğitim konusunda fevkalade hassas bir Sultan’ın etrafını kuşatan çapsız danışmanlar kendilerine adeta bir misyon biçmişti: Padişah’ı aydınlardan yalnızlaştırmak, herkesten uzak tutmak, yazar çizer insanları Sultan’a jurnallemek, gazete ve dergiler üzerine baskı kurmak, sansür sistemini işletmek. O dönem aydınlarının neredeyse tamamı (Bediüzzaman ve Mehmet Akif başta olmak üzere) ‘istibdat’tan şikâyet etti. Bediüzzaman etten duvarları aşabilseydi sadece çağını aşan bir üniversite modeli ortaya konulmuş olmayacak; Kürtçeye ilim mahfilinde serbestiyet tanınmış, Kürt sorununa ta o yıllardan çözüm kapısı aralayan bir proje ortaya çıkarılmış olacaktı. O gammaz ve sansürcü danışmanlar, kendi ve aile fertlerinin menfaatini düşündüğü kadar alimlerin tekliflerine kafa yorsalardı, tarihî fırsatlar heba edilmemiş olacaktı. Bediüzzaman Hazretleri’nin heyecan veren o mücadele hayatını safha safha bu sütuna taşımak mümkün değil. Kestirmeden yol alıp şöyle diyebiliriz: Hemen her dönemde devlet zulmüne uğradı Bediüzzaman. Sürgün edildi, mecburî ikamete zorlandı, hapse atıldı, defalarca zehirlendi… “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.” deyip Erek Dağı’na çekilmiş, inzivada yaşıyordu. Ne var ki bir bahane icat edildi ve sürgün yılları başladı. İnsanlarla irtibattan men edildi; ama o hep dimdik ayaktaydı. Hakkında davalar açıldı, iddianameler hazırlandı, hâkim karşısına çıkarıldı. Afyon savcısı “600 bin talebesi var” diyerek “asayişe zarar gelir” iddiasında bulunmuştu mesela. Oysa dünyanın en barışçıl ve sivil akımlarından biriyle karşı karşıyaydı. Afyon savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini “Hasan Sabbah”a; yani Haşhaşilere benzetti. (Kaderin cilvesine bak ki o savcının lafı bugün başka ağızlara sakız olmuş!) Hiçbir insaf ölçüsü yoktu suçlamalarda. Mesnetsiz bir sürü iddia ve kara propaganda. “Dini siyasete alet etmek” gibi bir suç isnat ettiler, “gizli örgüt” dediler, davalar açtılar; hatta hapis cezaları verdiler. Kâh Tesettür Risalesi bahane edildi, kâh Gençlik Rehberi adlı eseri. Beraat etmesine rağmen tekrar tekrar dava açıldığı da oldu. DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE BASKILAR Üstad Bediüzzaman’a yapılan zulmün belki de en acı vereni 1950’den sonraki döneme aittir; çünkü tek parti diktası sona ermiş, millet derin bir oh çekerek Menderes ve partisinden daha özgürlükçü bir atmosfer beklemişti. Vakıa, iktidar bir türlü muktedir olamıyor ve siyasî iradesini ortaya koyamıyordu; ama her seçimde halkın verdiği kredi artıyor, zulmün bir an önce bitmesi bekleniyordu. Maalesef beklentiler bir zaman sonra boşluğa düştü. Menderes döneminin istihbarat servisi MAH (bugünkü adıyla MİT), Bediüzzaman’ı adım adım takip ediyor, rapor tutuyordu. Üstelik Üstad’ın talebelerini il il, ilçe ilçe fişliyordu. Her ilin başında bir kişinin olduğu düşünülüyor, her ders yapılan evin bir “örgüt” yuvası olduğu kayıtlara geçiriliyordu. Bugün ortaya çıkan resmî vesikalara göre Üstad ya da talebelerine temas eden milletvekilleri ve bürokratlar da fişlenmiş, Ankara’ya bildirilmişti. Bediüzzaman ve talebelerinin avukatlığını üstlenen merhum Bekir Berk’e göre 750 dava beraatle sonuçlanmıştı. Ama davaların ardı arkası kesilmemiş ve yıllar boyunca sürdürülen davalar nedeniyle toplum nezdinde kriminal bir algı oluşturulmaya çalışılmıştı. Her şeye rağmen Demokrat Parti ve Menderes’e destek vererek daha özgürlükçü bir atmosferin oluşmasını arzu etti Bediüzzaman Hazretleri. Hak ettiği vefayı bulamadı bir türlü. 1957’de DP üçüncü kez seçimleri kazanmıştı; ama Nur talebelerinin üzerindeki devlet tehdidi bitmemişti. 1958’de açılan bir dava nedeniyle Ankara, İstanbul ve Isparta’da tutuklamalar yapılmış, Risale-i Nur talebeleri Ankara Cezaevi’ne konulmuştu. 116 Vefatına doğru Üstad Bediüzzaman, talebelerine veda edercesine Anadolu’ya açılmıştı. Pek çok vilayete uğradıktan sonra tekrar (3 Ocak) Ankara’ya çeviriyor rotayı. Aslında Menderes’le görüşmeyi arzu ediyor. İhtimal ki toplum katmanlarında hissedilen fırtınayı haber vermeyi, belki tedbir nevinden bazı düşüncelerini aktarmayı arzu ediyor. CHP’nin ve İsmet Paşa’nın haşin yaklaşımı ve o günkü basının anlayışsız tavrı yüzünden Demokrat Parti yetkilileri korkuyor, tırsıyor. O kadar ki 11 Ocak 1960’ta Ankara’ya gelen Said Nursi Hazretleri’ne hitaben radyodan hükümet bildirisi okundu. Üstad’a, Emirdağ’da oturması salık veriliyordu. Seçimlerde verilen desteği unutmuş gibi görünen DP, Üstad ve talebelerinde büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. 1959’da Eskişehir’e girerken arabası durdurulmuş ve şehre giremeyeceği polislerce tebliğ edilmişti. Bediüzzaman’ın tek cümlecik sorusu vardır: “Emir buradan mı, Ankara’dan mı?” Komiser sükut eder. Cevap bellidir.‘ BENİ ANLAYAMADILAR…’ Artık Hakk’a yürüme zamanı gelmiştir. Üstad Hazretleri, Urfa’ya doğru yola çıkar ama devlet terörü soğuk yüzünü DP’nin içişleri bakanı vasıtasıyla bir daha gösterir. Bakan, emir üstüne emir yağdırarak ölüm döşeğinde son nefeslerini veren Bediüzzaman’ın Urfa’dan zorla çıkarılmasını ister. 23 Mart gecesi vefat ederken (ve halen) kulaklarda aynı cümle yankılanır: “Beni anlayamadılar. Skolastik bataklığa gömülü bir medrese hocası sandılar…” Evet ey Büyük Mütefekkir! Seni en uzak daireden en yakın halkaya kadar tastamam anlayamadık; keşke anlayabilseydik! Ekrem Dumanlı, Zaman, 21.02.2014 Korkmadım, korkmadık, korkmayacağız 5 Ağustos 1986 ile 19 Şubat 2014 arasına geçen 28 yıl gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. 1986 Ağustos’u başında Hürriyet ve Milliyet gazeteleri Said Nursi ve o günler henüz tanınmayan Fethullah Gülen Hocaaefendi ile ilgili yalan, yanlış ve çarpıtmalarla dolu MİT servisi iki yayın dizisi yayınlıyor. İki muhterem hoca şahsıda “dört eşli”, “ehli keyf” ilan ediyor. Derin devleti ilk fark ettiğim zaman dilimi bu, ama adını koyamıyorum. Henüz 17 yaşında iken GATA Psikiyatri kliniğinde karşılaştığım Yüzbaşı İhsan yardımıma koşuyor. Van’da görevli iken PKK timini tuzağa düşürmüş, hepsi ölmüş, bacağında ve karnında kurşunla ölü diye bırakmışlar. Pusudan bir gün önce PKK lideri Abdullah Öcalan’ı yakaladığı için cezalandırıldığını söylüyor. Helikoptere bindirip Genelkurmay’a paketi teslim edeceği tarih 2 Mart 1987, ancak ‘götür Suriye sınırına bırak’ emri geliyor, “Öcalan bizim adamımız” diyen sesi hiç unutmuyor. Komando timini pusuya gönderen postasının PKK’lı olduğunu sonradan öğreniyor, derin devleti pek milli bulmuyor. Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nde 18 Mart 1989’da yaptığım tarihi konuşmada henüz 20 yaşında iken, “GATA’da derin devlet var, hırsız, uğursuzlar güruhu hastaneyi zina merkezine çevirdi” diyorum ama mahkeme heyeti beni “deli” sanıyor. Silivri mahkumu Engin Alan ile tanıştığım 1993 yılında halen gözüm kapalı idi, el yordamı ile yanlış giden bir şeyler var diyordum. Alan’ın 1994 ve 1995’te OMON timi komutanı Rövşan Cevadov ile Azeri Lider Haydar Aliyev’e karşı giriştiği darbe ve beş suikast teşebbüsünde derin devletin tüm birimleri görev alıyordu. Susurluk çetesi ve raporu ile 1996’da fotoğrafın bir yüzü aydınlanıyor, babası MİT, kendisi MİT elemanı gazeteci Can Dündar, yapının adını gazeteci Celal Kazdağlı ile yazdıkları kitap ve belgeselde 1997’de ilk defa koyuyordu: “Ergenekon.” Sol görüşlü gazetecilerimizin ortaya çıkardığı Ergenekon örgütünde ciddi bir sorun hemen sırıtıyor. Eli kanlı katillerin hepsi ülkücüler olarak gösteriliyor. Ne solcusu var yapıda ne askeri, ne medyası, ne oligarşisi, ne iş adamı. Kaynayan düdüklü tencerenin sadece gazı, havası kaçsın diye düdüğünü açmaya izin verdikleri belli. Yemiyoruz bu oyunu! 28 Şubat 1997’de Susurluk’a “fasa fiso” diyen siyasiler “mevta” oluyor ama geride kalanlar ülkeyi idare etmekten aciz, derin yapının beceriksiz kuklaları gibiler. 1999’da rahmetli Bülent Ecevit’i 117 Başbakanlıkta takip eden muhabirim, Kriz Masası ve Gölge Bakanlar Kurulu ile tanışıyorum. Hepsi asker kökenli özel harp elemanları, başbakana istedikleri genelgeyi hazırlayıp imzalatıyorlar, diledikleri kanun hükmünde kararname albaylar gözetimindeki bakanlar tarafından sorgusuz sualsiz imzalanıyor. Derin oligarşinin gücünü görüyorum, bu fitne şebekesi en masum insanları bile iki üç dönemde şeytana çevirir diyorum içimden. Başbakanlık müşaviri adı altında hem MOSSAD, hem CIA’ya çalışıp hemde MİT elemanı olan bir sürü “double double” ajan ile tanıştığım Ankara yıllarımda Ergenekon’un iskeleti gözümde canlanıyor, ama halen et giydiremiyorum. NATO’nun uydusu maskesi altında 1960 askeri darbesinden beri “Amerikan mandası” olduğumuzu geç fark ediyorum ve sol görüşlü kardeşlerimi daha dikkatli dinlemeye başlıyorum. “Atatürk döneminde İngilizler ne dese onu yaptık, güya sömürge değildik” diyen Enerji Sendikasından 1970’lerin hızlı solcusu bir arkadaş ekliyor: “Göstermelik bir bağımsızlık vererek onurumuzu, haysiyetimizi, dinimizi, medeniyetimizi, kültürümüzü, ekonomimizi Batı’ya sattık, geri almamız için çalışan sağdan soldan vatan evlatlarını fişlediler, birbirine düşürdüler. Yeter artık, hep beraber savaşmalıyız.” Hak veriyorum. ‘Bizi biz yapan öz değerlerimizle el ve gönül birliği vermek, düşmanı tepelemektir’ sözleri hala kulaklarımda… 2000 ‘de Fethullah Gülen Hocaefendi’ye açılan davanın 80 sayfalık iddianamesini okuyan ve haber yazan ilk gazetecilerdenim. 40 sayfasında Said Nursi ve Nurculuk suçlaması yapılıyor ve Gülen Nurculuğun en güçlü devamcısı diye gösteriliyordu. Üstadın emanetlerini Tahiri Mutlu ve Hulusi abilerin Gülen’e 1980′lerde teslim ettiğini, Nur davasının lideri olduğunu Ergenekoncular biliyorda, başbakan bilmiyor mu? Star gazetesinde dün 18 Şubat 2014′de Başbakanın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, derin devletin planını değiştirdiğini ispatlayan bir Said Nursi ve Gülen yazısı kaleme aldı. Fitnecilerin üstadımızı bile kullandığı ve neden kullandığı net anlaşıldı. Gülen bu sefer Nursi düşmanı olmuş, üstelik Nurculuğa yakışmayan tavırlar içindeymiş! Ne utanıyorlar nede edepleri kalmış. Diğer Nurcu cemaatlere oy versinler diye şeker dağıtan Akdoğan, cemaatı Nurculardan uzaklaştırıp yalnızlaştırmaya çalışıyor. Liderliği ele geçiremediler, bari bölelim havasındalar! Sen kim oluyorsunda Nurculara ders veriyorsun diye kimse sorgulamıyor. Dün Nurcu diye yargılanan Gülen idi, Rusya ve Çin’e Nurcu diye gammazlanan Gülen idi, Komünizme bunlar karşıdır açtıkları Türk okullarını kapatın diyenler Gülen’i Nurcu sayardı. Bu sefer münafıklıklarına şeytanlıklarına bir yenisini ekliyorlar: Gülen Nurcu değilmiş, vurun gitsin! Yeni Asya Nurcu grubu, görülen bir rüya üzerine safını Gülen yanına yerleştirdi, darısı diğer Nurcuların başına. Cemaat, İslami cemaatler arasında yüzde 45′lik oya ve ağırlığa sahip. Diğer Nurcular yüzde 25′lik ağırlıkta, ondan fazla cemaata bölünmüş durumda. Nurcular, AKP’ye oy vermezse yüzde 30 altına düşecekleri kesin, korkudan nasıl yalan söyleyeceklerini bilemiyorlar. İftira, bühtan ve fitnenin bini bir para, sonu yok bu siyasi yalancılığın. Nur’un tüm kardeşlerine Allah basiret, feraset verin! Ağaç kabuğunda yaşamadım ve dün ortaya çıkmadım. Kalemimi hiç satmadım, mertlik ayarını üstadımız Said Nursi ve Gülen’de buldum, sokakta bulmadım. Devletten beslenip, MİT tarafından ulufelerle altın tepside köşe yazarlığı hediye edilmedi! 2000 ile 2006 arasında gerçek Ergenekon’u ortya çıkarma adına sonsaniye.net de yarım düzine yiğit kalemle yaptığımız kalemşörlük yine Genelkurmay’ın bizi andıçlayıp hakkımızda dava açma tehditine tosluyor. Yeni Ergenekon’u ortaya çıkardığım kitap 2005 Haziran’ında Silivri mahkumu Sedat Peker mafyası tarafından bertaraf ediliyor. Ağustos 2006’da Ergenekon’u genel hatlarıyla deşifre edecek Tuncay Güney, Toronto Türk Festivalinde kendi ayağıyla geliyor, benim yazı ve kitaplarımın hayranı olduğunu söylüyor ve imzalı kitap istiyor. Şüpheleniyorum: “Çorum’dan Yahudi çıkmaz ve benim Yahudi hayranım pek yoktur!” 1 Ekim 2006’ya kadar ona randevu vermiyorum ama adam yapışkan, King otelinde ilk diyalog yemeğinde beni buldu, imzalı kitabımı söke söke aldı ve kendini evine bıraktırdı. Kendi kaşındı! Sabaha kadar konuşup Ergenekon’u bana ayrıntılarıyla, epeyde çarpıtarak, hedef saptırarak anlattı. Ertesi gün sonsaniye.net de haber olacağını ve bu yazının Ergenekon operasyonunda köşe taşı oluşturacağını ne 118 Güney nede ben tahmin edebiliyordu. Korktu, “Veli Küçük beni öldürmeye ABD’den suikast timini gönderecek” dedi. “Korkma, konuşanı öldüremezler, bak Mahir Kaynak halen yaşıyor. Bundan sonra susamazsın.” dedikten sonra cesurca konuştu. Güney’in telefonunu isteyen tüm gazetecilere veriyordum. Meşhur oldu, ancak bir süre sonra “medya budala”sına döndü. Hakkında 2008’de ilk kitabı yazıp gerçek yüzlerini gösterdim. Ne yapalım, Ergenekon’u sulandırmak isteyen Doğan grubu keklenmeyi, işletilmeyi seviyor. Adamı haber yapma uyarılarımı dinlemiyorlardı. Geç dinlediler. Ergenekon’u Kanada’da yayınladığımız gazetemiz Canadatürk’teki köşemde hiç sektirmeden tam beş yıl aralıksız yazdım. 2012 yazından beri yazmıyorum, bir anlamı kalmadı. Tam beş kitap çıkardım bu süreçte ve ekstradan sağa sola yazdığım değişik müstear isimlerimde de hep derin devletin karanlık yüzünü detaylarıyla yazdım, her gittiğim yerde değişik topluluklara sansürsüz anlattım. Ergenekon’un “Göktürk” adlı yeni bir yapılanmaya dönüştürüldüğünü yazalı iki yılı geçti. Müstear isimlerimin hepsini kaldırdım, başka bir isimde yazmıyorum, dimdik buradıyım, yazdıklarımın arkasındayım. AKP Göktürk adlı derin oligarşik yapının içine girdi ve zafiyetleri üzerinden yapılan tehdit ve şantajlarla, yolsuzluk ve rüşvetlerle kirletilerek ele geçirildi. Milleti temsil etmiyor, Ankaralaştı. 20 yıl istikrarlı bir hükümetle bu yapıyla savaşmadan yüzbin nemalananı, beş binde üst düzey yönetici bulunanan, dış güçler tarafından finanse ve organize edilen sistemi çökertip, kendi milli derin devletimizi kuramayacağımızı dile getirdim. Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Milli devleti kurdukları koskoca bir yalandır. Artık AKP’den ve Milli Görüş çizgisindeki siyasal İslam projelerinden hiç bir hayır gelmeyecektir. Bunu en son Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İnternete sansür kanununu onaylayarak gösterdi. Allah bilir, HSYK kanununuda 2010′daki halk referandumuna rağmen onaylayacak ve halkın değil başbakanın cumhurbaşkanı olduğunu bir kere daha haykıracaktır. Kimse Gül’ün Erdoğan’a rakip alternatif parti kuracağını zinhar beklemesin, boş umut ve rüyadan uyanalım. 2013 yılı münafıkların ortaya çıkması yılıydı. Yolsuzluk ve hırsızlıklara, rüşvete karşı mücadele eden hak tarafındadır. Bunu Said Nursi, 29. Mektup. 7. Kısımda izah ediyor. 2014 yılının, Fesad Komitesi’nin Türk ordusunun boynuna doladığı kölelik kemendini fark edip çıkaracağı yıl olacağını yazdım. Mücadele bitmedi, sürecektir. Yalancı bir fecri sadıktan sonra gerçek bir sabah doğacaktır. 2015 sonrası yeni Türkiye’yi kuracaklar adanmış ruhlar olacak, temel özellikleri satın alınamamaları, asla rüşvet yememeleri ve yolsuzluk yapmamaları olacaktır. AKP’liler bu tanıma uymadığına göre Abbas yolcudur! Bugüne kadar zalimi tesbit, hakkı batıldan ayırma noktasında ismimle müsemma olmam nedeniyle hiç şaşırmadım. Kamu vicdanı gerçekleri görecektir, iman ile yalan yanyana durmaz! Velhasıl kelam, maskeleri, hüviyetleri sık sık değişse de hiçbir zaman zalimden korkmadım, korkmadık, korkmayacağız. Mağdur edilmek ukbada bir şeref madalyasıdır. Gestapo devletine doğru! Üstad Said Nursi sıkıntılı anlarında, umumu ilgilendiren bir bela ve musibet ufukta göründüğünde Abdülkadir Geylani’nin dua kitabından veya İmam Rabbani’nin Mektuplarından sık sık tefeül yapardı. Bende Risale-i Nur’dan yaparım, yaptım ve çıkan şu oldu: “Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.” Mektubat, Sayfa 408. Üstad Said Nursi, iyi niyetle ziyaret ettiğini söylese de hıyanet için yanına gelen devlet memurlarını yılan ve köpek suretinde görürdü. Bazıları fitne fesat komitesine yılanlık ve köpeklik ettiği için olacak bu suretlere bürünürdü. Bu ülkede bazı alçaklıklar hiç değişmiyor demek ki. Mektubat’tan soldan sağ sayfaya geçtim, ortalara gözüm ilişti, tefeülüme irkildim, şöyle yazıyordu: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehrini serpmekten lezzet almamak şartıyla en inatçıyı dahi ikna ederim.” Satırların biraz yukarısına çıktım, fesübhallah dedim: “Hafiyelik yapıp güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette insafsıza zalime hizmet etmekten zevk alan bir köpektir.” Üstad hakaret etmeyi sevmediği için Ziya Paşa’nın meşhur beytini isim vermeden vermiş ve yorumlamıştı. Hayretle 119 ‘ne yapmalıyım’ diye bir vizyon aradım. Sonra ki cümle imdatıma yetişti: “İnsan suretindeki yılanlara hakikatları söylemek, hakaika karşı bir hürmetsizliktir. Zira bilerek hakkı zındıka dalaletlerine çürütmek ister.” Üstad noktayı keskin koymuştu: “Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki; bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını değiştirir; münafık yılandır.” Sosyal medya’da Başbakan’ın başdanışmanı Mustafa Vrank, Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Süleyman Soylu komutasında 9 bin maaşlı tweeter savaşçısı kin ve nefret dolu üsluplarıyla ülkemizde dirlik ve birliği korumaya çalışan cemaata karşı amansız bir yıpratma, aşağılama, tekfir etme, yalnızlaştırma ve mümkünse köklerini kazıyıp yok etme savaşı veriyorlar. Devletin ve AK Parti’nin tüm imkanları bu kirli siyasi infaza seferber ediliyor. “İstiklal savaşı” adı altında istikbal mücadelesi verenlerin hiç bir ahlak ölçüleri ve etik sınırları bulunmuyor. ‘Savaşta hile, aldatma, yalan söyleme, iftira ve bühtan atma caizdir’ diyorlar ve İslam’ın elmas dini hakikatlarını yamultup pis siyasetlerine çekinmeden, utanmadan alet ediyorlar. Biz ve ötekiler ayrımı, siyah ve beyaz olarak yapılmış durumda, tam bir iç savaş senaryosu ile karşı karşıyayız. Ellerinde Özel Harbin Psikolojik Savaş Dairesi’nde yazılmış profesyonel bir fitne programı var, cetvelde ne varsa her hafta, hatta her gün yeni bir fitne tohumu ortaya atılıyor. Bunları temizlemekten yorulduk ama onlar bıkmadı, usanmadı. Hepsi paranoyak olmuş, devletin yağlı kaymağı ellerinden çıkacak diye tüm çirkefliklerini sergiliyorlar. Paranoyak kendinden başka kimseyi tanımaz; vefasızdır, ahd ü peymânına asla güven olmaz; kat’iyen adalet tanımaz ve hakka karşı da fevkalâde saygısızdır. Dahası o, bu kabîl değerlere bağlı yaşamayı aptallık sayar. Zaman zaman en masum hareketlerden dahi işkillenir ve en yararlı gayretleri bile kuşkuyla karşılar ve sorgular. Mağdur edilen, mazlum cemaatı savundukca hedef gösteriliyoruz ve devletin düşman savma mekanizması hatırlatılıyor. Partileri devlet olmuş, biz ise “vatan haini” düşmanlar, canımızın değeri yok ki, sözümüzün ağırlığını anlayabilsinler. Dine gelen zararı Allah’a havale ettik ama devlete, kamuya gelen zararın boyutu her geçen gün büyüyor. Devletin kılcal damarları ile oynanıyor ve tek adam diktatörlüğüne dayalı otokratik bir Gestapo istihbarat ve istibdat devleti olmaya doğru hızla yol alıyoruz. Yolsuzluk ve rüşvet olayı patlayınca AKP resmen aklını, mantığını ve vicdanını yitirdi. Manzara gerçekten ibretlik, neden başkanlık sistemi ülkemizde olmamalı, neden demokrasi yolundan dönmemeliyiz ve neden bir daha asla Milli Görüş çizgisinde siyasal İslam’a güvenmemeliyiz, yaşayarak öğreniyoruz. İnternete sansür, halkın iradesini çalarak HSYK yasası çıkarmadan sonra yeni MİT yasası ile Hitler sistemi dayatılıyor. Hitler, Gestapo ve SS ile öyle bir güç elde etmişti ki, kim sorgularsa “düşman”, “hain” bahanesiyle anında öldürtüyor, haksız siyasi rekabet yapmakla kalmıyor, Gestapo ile bir korku imparatorluğu kuruyordu. Alman totalarizmi iki defa dünya savaşı çıkmasına yol açtı. Almanya’da iki dünya savaşı önceside bir iç savaş yaşanmış ve suni çıkartılan kaosları bastıran Hitler tüm ipleri ele geçirerek Almanları uçuruma sürüklemişti. Ülkemizde yaşanan süreç, bir iç savaş senaryosudur ve halka kendini zorla seçtirmek isteyen Hitlervari bir AKP devleti partileştirmiş ve “Gestapo”su ile kimseye göz açtırmamaktadır. Bunun en bariz ve net delili 2 yıldır sürdürülen böcek efsanesinin çöküşüdür. TÜBİTAK’taki görevinden uzaklaştırılan, 24 yıldır aynı kurumda görev yapan onurlu bilim adamı Hasan Palaz’dır, “İstenilen raporu hazırlayan ve biat eden bilim adamı olmayacağım” dedi. Zehir zemberek açıklamasında açıkca: “Başbakanın ofisinde bulunan böcekle ilgili raporda tahrifat yapmam istendi…” diye hukuksuzluk talebinin geldiği adresi gösterdi. Başbakan’ın ofisine böcek koyup dinleyen cemaat olsaydı yedi düvele davul zurna ile çoktan duyururlardı. MİT’e, 12 Eylülcülerin bile almadığı yetki veriliyor ve başbakana bağlı Gestapo tarzi istihbarat devleti kuruluyor. MİT personeli normal mahkemede yargılanamayacak artık. MİT personelinin Ankara’da özel belirlenecek ağır ceza mahkemesinde, müsteşarın ise ancak Yargıtay tarafından yargılanabileceği öngörülüyor. MİT personelinin MİT faaliyetleriyle ilgili tanıklık yapamayacak olması da teşkilatın 120 suç olabilecek faaliyetlerini ortaya çıkarmayacaktır. MİT’e ait rapor, analiz ve belgeler suç unsuru içerse dahi delil olarak kullanılamayacak, sorgulanamayacak. Hitler Gestaposu da işte tam böyleydi. MİT belgelerinin soruşturmada kullanılmasını yasaklayan madde, MİT fişlemelerinide mahkeme tarafından cezalandırılmasının da önüne geçecek. Özetle başbakanın izin vermediği ne MİT personeli yargılanabilir nede MİT müsteşarı. İstedikleri kadar halka zulmedebilirler. Peki, ya başbakan zalimse? Gelecek başbakanlardan zalim Hitler çıkarsa! Açıkcası, hükümet MİT aracılığıyla yasak dinleme yapmış, fişlemiş, bir sürü kirli tezgaha karışmış, özerk Kürdistan sözü vermiş, şimdi üstlerini örtüyor. Şimdi anlıyorum, biz fişlemeler alçakca, başbakanın kullandığı dinlemeler yasadışı dedikçe AKP partizanları bilgiçce alay ediyordu, Meğer baştaki balık ta, tuz da kokmuş! MİT yasası çıkarsa, medyada millete söven gazeteci ve yazar tehdit eden MİT yazarları “Küçük Cemler”, kırk yalanı bir makalede toplayan “ROKlar”, 9 adet başörtülü “Tayyibu Bacıyan” yazarları, “Alo Fatihler”, serbestce nefret ve kin yaymaya devam edecekler. Medyada artık MİT’e çalışıp, parti devleti sayılan hükümet adına tetikçilik yapan “Oğursuz Yıldırlar”, “Dilenci Ergünler”, “Dilieşek Abdurahmanlar” özgürce millete hakaret yağdırabilecek. Hesap vermek yok nasılsa, başbakan arkandaysa, atış serbest! MİT elemanı gazeteci ve yazarlar derhal bu seçim sürecinde kalemlerini bırakmalıdır, bir siyasi parti adına tetikçilik yaparak devleti savunmak devletçilik veya vatanseverlik değildir. MİT adına suç işlemek serbest olunca nefret, kin ve halkı fesada, fitneye, isyana teşvik etmek mubah mı oluyor şimdi? Peki, adam öldürmekte helal mi? Muhsin Yazıcıoğlu işte böyle fetvalarla şehit edildi. Bir siyasi parti, rakiplerini ve düşman gördüklerinin listesini MİT’in tetikçilerine verip infaz ettirirse, bunun adı vatanı kollamak olur mu? Gelişmiş ülkelerde istihbarat tekeli yoktur, elemanlarına da bu kadar güç verilmez. ABD’de 26 çeşit istihbarat kurumu vardır, istihbarat sağlaması böyle yapılır. Birileri ülkemizde “Gestopa rejimi” kuruyor, vatanımızı kendi içine kapatıyor, herkesi birbiri ile kavgalı hale getiriyor, iç savaş senaryosu yazmış oynatıyor, seyirci kalanlara yazıklar olsun! Kunut ve dua Ben yaklaşık 5 yıl diye hatırlıyorum; arkadaşlarıma da sordum, onlar da öyle söylediler. Dile kolay tam 5 yıldır Hocaefendi cehri kıraat yapılan namazlarda istisnalar hariç imamlık yapmıyor. Arkasında namaz kılınacağına, imamlık evsafını haiz olduğuna inandığı insanları mihraba geçiriyor. Ama 10 Şubat 2014 günü akşam namazında bir istisna daha yaşadık. İmamete geçmek için mihraba doğru yürümeye başladı Hocaefendi. Sevinçle dolu bir şaşkınlık vardı hepimizde. Eski günleri hatırladım. Hem kendisinin hem de arkasında saf tutan gözü yaşlı, bağrı yanık nice insanların hıçkırıklarla kıldığı namazları. Bu namaz da öyleydi çünkü. Arka saflardayım ama duyuyorum. Hocaefendi ağlıyor. Ağlamaları karşılıksız kalmıyor; yüksek dağlarda yankılanan ses misali cemaatten gönlü hüşyar bazıları ağlayarak karşılık veriyor bu ağlama ve hıçkırıklara. Rüku’da, kaveme’de, secde’de duyduğumuz tesbihatlar ateş üzerinde kaynayan güveç misali ses çıkartıyor. Tesbihatlar, tazimler, tebciller sanki susuzluktan kıvrım kıvrım olmuş insanın dudaklarının su ile buluştuğu zaman çıkardığı sesler eşliğinde yapılıyor. İki rekat böyle bitti. Üçüncü rekattayız. Kaveme’ye sıra geldi. “Semiallahu limen hamideh” beyanı “Rabbena leke’l hamd, hamden, tayyiben, kesiran mübareken fîh” diye karşılık buldu cemaatten her zamanki gibi. Secdeye gideceğiz ama gitmiyoruz. İntikal tekbirini bir türlü almıyor Hocaefendi. Tam o esnada cehren “Allahümmehdina fîmen hedeyte. Ve âfina fimen âfeyte…” duası duyduk Hocaefendi’nin sesinden İ. Abbas tariki ile gelen kunut duasını okuyordu ağlaya ağlaya. ‘Nâzileler’ esnasında kunut… 121 Sizi bundan 29 yıl öncesine götüreyim şimdi. Ankara İlahiyat’ı yeni bitirmiş çiçeği burunda mezunum. Hocaefendi’nin yanına tefsir, fıkıh, hadis tedrisi yapmak üzere gittim bir arkadaşımla beraber. 10 arkadaşız. 24 saat aynı atmosferi paylaşıyoruz. Büyük bir lütuf bizler için. Günde sadece ders halkasında birlikte geçen zamanımız 3-4 saat. Öğle yemeği, ikindi namazı ve akşam yemeği sonrası oturmaları da hesaba katarsanız günde en az 7-8 saat beraberiz. Namazlar, tesbihatlar, yemek sofraları, 2-3 kişiyi geçmeyen ortamlardaki beraberlikler, geziler… Hasılı birlikte geçirdiğimiz hayatın her bir karesi bizler için ders mahiyetinde. Eskilerin talim-terbiye diyerek anlattığı muhtevayı her gün ve her an yaşıyoruz. Hangi ölçüde istifade ettik, o ayrı bir mesele. İstifade etme herkesin istidâdına vâbeste. O günlerde benim dikkatimi çeken şeylerden birisi Hocaefendi’nin bazen sabah namazı farzının ikinci rekatında kaveme’de yaptığı kunutlar. Kunut sözlükte “Allah’a itaat etme, mahviyet ve tevazuunu ortaya koyma” manasında bir kelime. Istılahta ise bu manayı muhtevi dualarla Allah’a yalvarma demek. İlahiyat mezunuyum ama Şafilerin sabah namazında kunut okudukları haricinde kunut hakkında sadre şifa bir bilgim yok. Okunan dua da zaten ezberimizdeki kunut değil. İzah etti Hocaefendi; nâzile kelimesini kullandığını bugünkü gibi hatırlıyorum. İlk defa duymuştum bu Arapça kelimeyi. Nâzile “şiddetli musibet” demek. “Nâzileler esnasında Efendimiz (sas) okumuş.” dedi. Pekâlâ nâzile neydi? Irak’tan Afganistan’a, Cezayir’den Mısır’a, Filistin’e kadar ümmet-i Muhammed’in başına gelen musibetlerdi, felaketlerdi. Nereden mi hatırlıyorum? Kendi el yazısı ile yazdığı ve sürekli yenileyip bize okumamız için verdiği dualardan. Bu ülke isimleri de oradan kalma. İşte o gün akşam namazında kunut duasını duyduğum an zihnim maziye doğru gitti ve aklıma gelen ilk şey nâzile oldu. Namaz sonrasında bu nedir diye etrafıma toplanan birkaç kişiye ‘Hikâyesini yazarım ama sıradan değil sıra dışı bir şey.’ dedim Efendimiz’in hayatındaki kunutları da hatırlatarak. Şöyle ki, Efendimiz’in (sas) Hanefilerin vitir, Şafilerin sabah namazlarında yaptığı kunutları ve okuduğu duaları vardır. Kunut, namaz ibadeti içinde yapılan o hareketin, duruşun, yönelişin, itaatin, tevazu ve mahviyeti ortaya koyuşun adı. Biz o yönelişteki dualarla kunut kelimesi birleştirmiş ve kunut duası demişiz. Bizim vitir, Şafilerin sabah namazında okuduğu dualar bu cümleden. Bununla beraber Efendimiz (sas), bazı hadiseler münasebetiyle de kunutlar yapmış ve kunut yapmasına gerekçe teşkil eden hadiselere uygun şekilde dua veya havalelerde bulunmuştur. Mesela, Bi’r-i Maune faciasında 69 sahabinin şehit edildiği haberi geldikten sonra Allah Rasulü (sas) ashabını şehit eden Necd kavmine ve onların elebaşı Amir b. Tufely’e beddua yapmıştır. Söylediği şey: “Allah’ım! Mudar kabilelerini kahreyle! Onların yıllarını Yusuf Peygamber’in kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir! Allah’ım! Lihyanoğullarını, Adal, Kare, Zi’b, Ri’l, Zekvan ve Usayye kabilelerini sana havale ediyorum.” Tam bir ay süren bu duaya, havaleye -isterseniz beddua deyinsahabe-i kiram da “amin” demiştir. Şimdi kunutun çerçevesini böylece belirledikten sonra dönelim o günün akşam sonrası muhabbetine. Söz ister istemez kunuttan açıldı. Birkaç soru sordum. İlki, nâzile meselesi. Merhum Osman Demirci Hoca’dan referansla anlattı. Çok eski yıllarda Hocaefendi’nin Şafiî mezhebini takliden sabah namazlarında okuduğu kunutu ona sormuşlar. O da benim yukarıda arza çalıştığım türden bilgiler vermiş. “İyi ama şimdi felaket mi var?” deyince dinleyiciler; “İnsaf edin. Âlem-i İslâm’ın içinde bulunduğu bugünkü halden daha büyük musibet ve felaket mi olur?” diye cevap vermiş. Sorumun cevabını almıştım hem de fazlasıyla. Fazlası şu, demek ki Hocaefendi 1985’ten önce de çeşitli vesilelerle kunutta bulunuyormuş. İkinci sorum; fıkhî ahkam adına oldu. Fıkıh kitaplarında hatırladığım bazı içtihadî bilgilerdeki tercihini sordum. Kunutun 5 vakit namazda da yapılabileceğini söyledi. Sabah ve akşam namazlarında cehri olarak okunması, cemaatin de amin demesi tercihinde bulundu. Cemaatle olunca hadisteki “ihdinî, 122 âfinî” türünden tekil sigalarının “ihdinâ, âfinâ” şeklinde çoğula değiştirmenin mahzuru olmadığını ifade etti. İbni Abbas’tan gelen rivayet Pekâlâ Hocaefendi kunutta ne okudu? Yukarıda hikâyesini anlatırken ilk iki cümlesinden çıkartanlar olmuştur ama herkes önce derin bir nefes alsın; hani sebeplerin bütünüyle sükût ve sukût ettiği zaman Hocaefendi’nin meseleyi asıl sahibine havale ettiği -bazıları bunu çarpıtarak hâlâ beddua demeye devam ediyor- gibi havale etmedi. Efendimiz’in (sas) Bi’r-i Maune sonrası yaptığı türden isimler sayarak bedduada da bulunmadı. Sadece ve sadece İbni Abbas rivayetiyle bizlere intikal eden duayı çoğul kipini kullanarak okudu. Hepsi bu kadar. Hatta o akşam “Niçin bu kunutu tercih ettiniz?” dedim. “Daha câmi” bulduğunu söyledi. Bu yazı ile siz de sabah ve akşam namazlarında kunut yapın mı diyorum? Ben vâkıayı ve Hocaefendi’nin tercihini naklettim. Bu tercihi tercih edip etmeme herkesin kendi bileceği bir şey. Bununla beraber bir kanaatimi izhar edeyim; bizler şu an merhum Osman Demirci Hoca’nın yaptığı tesbitin bir adım ötesinde bulunuyoruz. O âlem-i İslâm’a gelen musibet diyordu; ben dine gelen musibet diyorum. Zira son iki aydır ülkemizde yaşananlar gösteriyor ki şahıs, grup, devlet değil, bu süreçte en büyük zararı maalesef din görüyor. Bundan daha büyük musibet mi olur? Bediüzzaman Hazretleri ne güzel söyler: “Asıl ve muzır musibet, dine gelen musibettir.” Ahmet Kurucan, Zaman, 21.02.2014 "Alın size turpun en büyüğü Muhsin Başkan‘ın öldürülmesinden Beyefendi haberdardı" http://www.farukarslan.com/genel/muhsin-baskanin-oldurulecegini-efendi-biliyordu/comment-page1/#comment-41999 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oligarşik kadrosu ve Özel Seçilmişleri, fellik fellik, bugün attığı tweetlerle BBP eski lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun öldürülmesinden başbakanın haberi olduğunu ileri süren eski ekip elemanlarından Fuat Avni‘yi arıyor. Herkes birbirinden şüphe ediyor, zira tweetlerin mahiyetinden kim olduğu bilinmeyen Avni’nin başbakanın yıllarca çok yakınında bulunduğu anlaşılıyor. Fuat Avni, Gaffar Okkan’ı Ergenekon özel timinin öldürdüğünü açıkladı. Ortaya attığı diğer kozmik bilgiler turpun büyüğünü ortaya çıkardı. Kozmik belgelerin teslim edildiği Ergenekon davası tanığı Muhsin Başkanı aynı ekip tarafından Başbakan Erdoğan’ın bilgisi dahilinde devletim bekası gerekçesiyle ortadan kaldırıldı. Bununla ilgili Kozmik Oda’daki belgeler, Kemalettin Özdemir’e verildi, oda gidip Beşir Atalay’a teslim etti ve Atalay da bunları başbakana sunup, “sizi de alacaklar, bunları gizlememiz lazım” diye gözünü korkuttu. İşte TİB ekibi erişimi engellemeden, MİT ekibi ortadan kaldırmadan önce @fuatavni hesabından atılan o tweetleri buradan toplu okuyun: TSK‘nın ‘Kozmik Odasın‘da Kadir Hakim neden hiç bir şey bulamadı? Muhsin Başkanla nasıl bir ilgisi olabilir Kozmik Oda‘nın? Ergenekon yapılanmasının sahada görev yapan özel yetiştirilmiş birliği vardır. Bu birlik tamamen operasyonel işlerde kullanılır. Birlikteki kişilerin çoğunun aileleri eşleri bile ne iş yaptıklarını bilmez. Nokta konumlara helikopterle bırakılıp PKK ile savaşmışlardır. Bu savaşlarda deneyim kazanırlar. Özel olarak yetiştirilen bu kişler için adam öldürmek sıradan bir iştir. Bunlardan biriyle Başbakanlıkta bir arkadaşım vesilesiyle samimiyetimiz gelişti. Tabi ki kim olduğunu bilmiyordum. Zaman içerisinde haftada bir iki gün odama gelip gitmeye başladı. Çok durgun hüzünlü bir hali vardı. Anlatacak bir şeyleri olduğu belliydi. 123 Yakın çevremden ve etki alanımın güçlü olmasından ötürü bir ricası olduğunu söyledi. Onun TSK’da görevli sıradan biri olarak biliyordum. GATA‘dan rapor alması gerektiğini söyleyince şaşırdım. Şaşkınlıkla nedeni ve neden benden istediğini sordum? Bana o özel ekibi ve kendisininde o ekipte olduğunu, saatlerce anlattı. Duyduklarıma inanamıyordum. Gaffar Okkan suikastını bizzat bu ekibin yaptığını anlattı. Dikkat çekmemek için şalvar ve puşi giymiş olduklarını, olayın hemen sonrasında bir camiye saklandıklarını söyledi. Bir kaç içerisinde camiden ayrılarak özel askeri araçla Hatay‘a ardından Suriye ve oradan Kuzey Irak‘a geçtiklerini dile getirdi. Okkan suikastinde yer alan ve konuşacaklarından şüphelenilen bazı arkadaşlarının Malatya‘da sevkiyat yapan askeri uçağa bindirildiğini, fakat uçağın ilginç bir şekilde yere çakıldığını, onlarca masum erin de uçakta feda edildiğini anlattı. “Bizi hep bu tip operasyonel işlerde kullanıyorlar ve farklı zamanlarda farklı vesilelerle ortadan kaldırıyorlar” dedi. GATA‘dan rapor alamazsa görevli olarak Kuzey Irak‘a gönderileceğini ve orada infaz edileceğini söyledi. Nasıl bu kadar emin olabileceğini sorunca, komutanının kendisini özel olarak çağırıp, “seni bir kaç güne K.Irak‘a gönderecekler sakın gitme. Sizin ekipten 3 ay önce giden kişiyle akibetin aynı olacak. 3 ay önce bir arkadaşımız şehit oldu diye infaz edilmişti” dedi. “Rapor alırsınız ya da almazsınız ama benim elimdeki bilgi ve belgeleri birine aktarmam lazım. Kime güveniyorsanız vereyim” dedi. “Ne gibi belgeler var” dedim. “Ankara‘da bir hakim Kozmik Oda‘ya girmeden evvel biz girdik. Orayı temizlememiz istendi. Üç kişi geceli gündüzlü temizlik yaptık. Fakat başımıza bir şey gelir korkusuyla bir çok belgeyi de yedekledik. Hepsi elimizde. Uzun zamandır operasyona bizi göndermiyorlardı. Bir kaç ay evvel ekipteki bir kaç kişi yeni bir infazı konuşuyorlardı. Ne oluyor diye sorunca, abi şu meşhur gizli tanık namussuzunu ortadan kaldımazsak bir numarayı bile deşifre edeceğim demiş, dediler.” Meşhur gizli tanık dedikleri maalesef Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Herkesin güvendiğı tek siyasetçi olduğundan bir çok belge ona giderdi. Muhsin Başkan‘la ilgili söylediği doğruydu. Benim de bulunduğum bir ortamda ki Başbakan koltuğa yeni oturmuştu. Tepedeki aktif görevlileri Başbakanlığa çağırdı. “Ne kadar kirli derin yapı varsa hepsiyle ilgili ne varsa ortaya dökün. Ne kadar derin yapı varsa çökertin” demişti. Bazıları heyecanla, “Efendim sonu nereye varırsa varsın devam edelim mi?” diye sorunca, ”Evet, kefenimizle geldik biz bu makama” demişti. Fuat Avni olarak o gün benim için inanılmaz bir gündü. Milletimiz yüzlerce yıllık esaretten kurtulacak artık diye düşünmüştüm. O gün orada olan kişiler ki hepsi hayattadırlar benimle, aynı duyguları paylaşmıştı. Ve o ekip geceli gündüzlü yıllarca çalıştı. O ekipten biri, “küçük bir kızım var her gece onun yatağında yatıyorum belki bu benim son günüm olacak” demişti. Yalçın Akdoğan‘ın “kumpasçı” dediği insanlar, onlar iktidarlarını sağlama alsınlar diye günlerce adeta kan kusuyorlardı. Çocukları bile tehdit ediliyordu. Bu çalışmada elde edilen ne kadar bilgi belge varsa, Başbakan‘la beraber birine daha servis edildi: Rahmetli Muhsin Başkan‘a… Şimdi karşımdaki bu zatta bana meşhur gizli tanık demişti. Muhsin Başkan, Başbakan‘ın “inanmıyorum siz zıvanadan çıktınız” diye tasfiye ettiği Ekibe inanıyordu. Çünkü Başbakan İstanbul sokaklarında hamasi nutuklar atarken o hapiste yıllarını geçiren bir dava adamıydı. Gelelim zatın anlattıklarına: “Abi Muhsin Başkan‘ı öldüreceklerini anlamıştım günlerce uyuyamadım dedi. Sonra bir gün ekibe acil hareket emri geldi. Helikopterle M. Başkan‘ın öldürüldüğü yere geldik. İnfaz çoktan gerçekleşmişti bizden olay yerini temizlememiz istenmişti. O gün daha dün gibi aklımda olay yerini temizlerken kayda aldım her şeyi” Gözyaşları içinde dinledim onu. “Merak etme ne yapabileceğimize bakalım, ben sana rapor alacak birilerini bulurum inşaallah. Elindeki bilgi ve belgelere gelince onları da güvendiğimiz birilerini bulursak bir şekilde verelim” dedim. Hatta o gün aklıma Taraf gelmişti. Günlerce güveneceğimiz bir mecra bulmaya çalıştım. 2007‘den beri Recep bey ve etrafındaki kimseye güvenmiyordum. Hayatımın en büyük hatalarından birini o günlerde yaptım. Emniyet istihbarattaki birine durumu anlattım. “Teyit 124 edelim anlattıklarını” dedi. Bir tarihte karar kıldık. Benim ofiste onları buluşturdum. İstihbarattan 3 kişi geldiler, içlerinde sadece arkadaşım olanı tanıyordum. Bana anlattıklarının aynısını onlara anlatmaya başladı. Biri sadece izliyor, öbürü not alıyor, diğeri de dikkatle sorguluyordu. Görüşmeden 3 gün sonra ofisime geldiler. “Anlattıklarının hepsi doğruymuş belgeleri ondan alacağız merak etmesin raporu da ayarlıyoruz.” dendi. Kozmik Oda‘daki bilgiler Muhsin Başkan‘ın vefatıyla ilgili bilgi ve görüntüler bu kişilere verilmiş oldu. Peki belgelerin akibeti ne oldu? Meğer bana gelen istihbaratçılar Kemalettin Özdemir‘in yıllardır beraber oldukları ve onu efsaneleştiren kişilerden bazılarıymış. Ne kadar bilgi, belge, görüntü varsa Özdemir‘in eline geçmişti. Bunu aylar sonra Bakan Atalay bazılarımızın olduğu ortamda bizzat söyledi. “Sizden hiç bir şey olmaz Özdemir olmasaydı değil siz, ben, Beyefendi bile içeri girecekti” deyip kendisine ulaşanları açıklamıştı. Bir şey daha, çok önemli bazı siyasetçi, iş adamı, bürokrat, yargı mensubu kişilerin kasetleri de kozmik odadan onların eline geçmişti. Alın size turpun en büyüğü Muhsin Başkan‘ın öldürülmesinden Beyefendi haberdardı. Bunu devletin bekası için kabullenmişti. Beyefendi‘nin en büyük korkusu bunu bildiğine dair ses kaydının ortaya çıkacak olması. Korkunun ecele faydası yoktur. Ümitsizliğe düşmeyin, belgelerin hepsi başkalarında da mevcut. Kelle koltukta dolaşan dava adamları bir kaç kişiden mi ibaret sanıyorsunuz? Başbakanın Cemaatı bitirme komplosu! Esrarlı tweet kulanıcısı Fuat Avni, 2 gündür müthiş bir fenomen oldu. Kim olduğunu bilmiyorum ama aşağıdaki tweetlerini birleştirdim, okumanızda fayda var. 1. Camia niçin MİT‘le uğraşıyor? 2. Hakan Fidan‘dan alıp vermedikleri ne? 3. 7 Şubat‘ta camianın parmağı var mı? Analiz edilmesi gereken 3 soru var. Aslında Soru şu olmalı: Başbakan‘a bilgi taşıyan mekanizma tek çatı altında toplanmışsa Başbakan, gelen bilginin doğru olup olmadığını kime sorgulatacak? Vatan ihanet, darbe girişimi ve casusluk davası açmayı düşündükleri camiaya karşı bilgi ve belge üretmektedirler. Proje adamlar iş başında. Yeni MIT yasasıyla BB‘den bile daha çok dokunulmazlığa sahip olacak olan Fidan, E. Ala ile birlikte camiaya yapılacak operasyonu yönetiyor. MİT-EmniyetGenelkurmay-Jandarma istihbaratı “Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu” olarak tek çatı altında toplandı ve Fidan‘a bağlandı. BB‘nin “Benim sır küpüm. Türkiye Cumhuriyeti devletinin sır küpü. Türkiye’nin geleceğinin sır küpü” dediği adam “Özel Seçilmişler“dendir. Can alıcı nokta şuydu: İran’ın nükleer çalışmalarının uluslararası krize dönüştüğü sırada Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Y.K üyeliğine atandı. BB 2007’de onu yanına aldı.Dış politika ve uluslararası güvenlik konularından sorumlu Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevine getirdi. Atalay‘ın, Erdoğan’a sürekli Fidan‘ı anlatması Erdoğan‘ın ilgisini çekti. O dönem Gül‘ün referansı önemliydi ve çoktan ayarlanmıştı. Hem Dışışleri, hem de istihbarat birimleriyle işbirliği halinde faaliyet gösteren TİKA’da başkanlık, Fidan için biçilmiş kaftandı. Atalay‘ın yoğun tahşidatıyla dönemin Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül ile ilişkileri o kadar iyiydi ki Gül onunla her şeyini paylaşır oldu. Çünkü TİKA o dönem Devlet Bakanı Beşir Atalay’a bağlıydı. Atalay’a çok yakın çalıştı. Projenin en büyük ayağı tamamlanmış oldu. 125 Fidan’ın hızlı yükselişi, 2003′te Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) Başkanlığına atanmasıyla başladı. Tika neden önemli? Mecburi görev süresi biter bitmez TSK‘dan istifa etti. Askeri kariyeri bu kadar parlak biri sebepsiz yere kurumdan ayrılıyordu. Dış görevle gittiği Almanya’da NATO Süratli Reaksiyon Kolordusu’ndaki görevi İstihbarat ve Harekat Başkanlığı’ndaydı. En kritik yerdeydi yine. TSK ile ilgili tüm bilgi ve belgelerin merkezine konumlanmıştı. Ardından ne hikmetse Nato‘da görevlendirilerek yurt dışına gönderildi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda OBİ (Otomatik Bilgi İşlem) bölümünde bilgisayar teknisyenliğıne getirilerek projenin en önemli ayağı tamamlandı. O yıllarda ve yakın zamanlara kadar Kara Kuvvetleri Muhabere Okulun‘da okuyacak kadar kabiliyetli tek doğulu olması tesadüf müydü? Vanlı olup Kürt olmadığı ve hatta Van’ın Acem köylülerinden olduğunu da söyleyenlere göre Caferi idi ve Persin uzun soluklu proje adamıydı. Eşi kapalı olarak Brüksel’de Nato da ki o dönem(!) görev alması tesadüf müydü? TSK‘nın herkesi fişlediği ve referansı sağlam olamayan birini asla almadığı o günlerde Fidan kimlerin referansıyla alındı. Genelde MİT’in başına subay olanlar atanırdı ama ne hikmetse Fidan gibi eski bir Astsubay ilk defa atanıyordu. 1986 yılında Türk Silahlı kuvvetlerine girdiğinde 18 yaşında olan bu zattan başka kaç tane Van‘lı girebilmiştir TSK‘ya. Çocukluktan alınmıştı, özel seçilmişti bu Vanlı, bir proje adamıydı. Humeyni‘nin arkadaşının maharetiyle yanına yerleştirip koruması altına aldırdılar. Bırakın başbakan ülkeyi kendi yönettiğini zannetsin anlayışıyla ve her şeyin en iyisini siz bilirsiniz söylemiyle, bütün istediklerini yaptırdılar. Erdoğan‘ın en büyük zaafı olan dini önder olma arzusunu tetikleyerek Beyefendi‘yi kontrolden çıkarıp kendi rüzgarlarıyla yönlendirdiler. Humeyni ile 2 yıl Paris‘te beraber kalan ve devrim günü onunla beraber İran‘a girecek kadar yakın olanlar Başbakanı bugün diktatörleştirdiler. Beşir Atalay’ın babasının 30-35 sene İran’da yaşadığını ve bu süre içinde çocuklarını sadece 1-2 defa gördüğünü biliyor muydunuz? Sanmayın ki başbakan etrafındaki Özel Seçilmişlerden dolayı camiaya düşman. Düşmanlığı cibillidir. Sadece ülkeyi kendisinin yönetmediğini anlayacak yakında. Bu günlerde safmışız, aldanmışız dedi kalabalıklara. Aynı cümleyi olayın gerçekliğini gördüğünde yine zikredecek ama kendi kendine. Erdoğan camianın üzerine gittikçe etrafındaki “Özel Seçilmişler“ in gücünü ve kendisinin nasıl kumpasa alındığını fark edecek.. DERİNLERİN TRUVA ATLARI Camia içinde kontrolden çıkmış bir kısım insanlar var diyorlardı ya doğru söylüyorlar satın aldıkları üç beş kişi var. Derinden kullandıkları kendi truva atlarıdır. Malum kendisiyle mezara gidecek Y. Büyükaanıt‘la Dolmabahçe‘de paylaştığı sır afişe olabilir. Bence Erdoğan‘ın paranoyak olması normaldir. Suriye‘de kan döken ve tamamen kontrolden çıkan Elkaide Örgütü ile Erdoğan ilişkisi net olarak belgelenebilir. Bir Bakan‘la ilgili Erdoğan‘ı delirtecek ve kıyametleri koparacak görüntü ve ses kayıtları internete düşebilir. Bilal ve Burak Erdoğan‘ın iş takibi yaptıkları hatta bakanlara fırça attıkları görüntüler ortaya çıkabilir. Başbakanın PKK ve Öcalan‘la ilgili verdiği vaadleri “özel seçilmişler“ net biliyor. Bu taahhüterin ses kaydı çıkabilir. Wikileaks belgelerini hatırladınız mı? Belgelerde İsviçre Bankaların‘da 8 ayrı hesabı olduğu yazılmıştı. Bunlar belgelenebilir. Erdoğan apar topar internet yasasını uygulamaya sokarken neden kokuyor olabilir? Dinlemelerle ilgili neden bu kadar telaş içindedir? ANLAMADILAR Said Nursi, neni anlayamadılar demişti, Gülen’i de anlamadılar. Skolastik bataklığa gömülü bir medrese hocası sandılar. Fişleme, takip, baskı, hapishane her zaman cemaat için dava adamı yetiştirme aracıdır. Buna üzülünür mü, sevinilir mi, bir garip! Biz muhabbet fedaisiyiz, asayişten sorumluyuz husumete vaktimiz yoktur ifadeleri talebelerine nasihat, onlara da tokat gibi bir cevaptır. 126 Camianın Erdoğan, Atalay, Ala, Fidan vb gibi kişilerle tek problemi vardır.Kendisini bitirmeye çalışan bu bloğa karşı varlığını korumak. Kendi elleriyle oluşturdukları belgeleri delil diye istedikleri yerlere yerleştirme gayretindeler. Efgan Ala bu planı Başbakan’a sunmuş durumda. Erdoğan, 17 Aralık‘tan beri parlel yapıyla ilgili belgeler yağıyor dedi her zaman ki gibi yalan konuşuyor. Camiaya ait olduğu bilinen mekanları ararlarken casusluk yapıldığına dair çakma belgeler(!) bulacaklar. Başbakan günlerdir abi ve ablalara casus diyor. Adamların bir bildiği varmış iyi ki de Ankara‘da bu kararı almışlar algısı yerleşir yerleşmez Paralel Yapı aramalarına zemin hazırlanacak. Havuz medyası devreye girip bu haberleri köpürtecek. Erdoğan‘ın nasıl canına kast edilmeye çalışılan bir lider olduğu konuşulacak. Gazeteci Yazar Emre Uslu’nun un günlerdir değindiği göstermelik suikastlerin düzenlemiş delilleri bu evlerde bulunmuş gibi medyaya servis edilecek. Baskınlar neticesinde göstermelik suikastlerini perdeleyecek bilgi ve belgeler o evlerden çıkmış olacak. nkarada‘ki evleri arama kararına tepki artıkça Ulusalcı olarak fişlenmış evlere ve DHKPC evlerine göstermelik baskınlar yapılacak. Oligarşik danışman kadrosundaki beyler, özel seçilmişlerle yaptıkları toplantıda mekan aratma olayına 9 gün önce karar verdiler. Yeni hain bulmakta zorlanan hükümet, eski göz ağrısı K.Özdemir‘in verdiği bilgileri işleme koyacak. Ankara‘daki mekanlar o yüzden aranacak. Ankara Vali‘liğinin aldığı karara göre polis mahkeme kararı olmaksızın istediği eve girip arama yapabilecek. 7 ŞUBAT KRİZİ KOMPLOSU 7 Şubat 2012‘den beri Fethullah Gülen olayın kendileriyle alakası olmadığını anlatması nafile bir uğraştan öteye geçmemiştir. Erdoğan dün yapmış olduğu açıklamada camianın terör örgütü olduğundan 7 Şubat‘tan sonra emin olduğunu açıkladı. 7.Şubat olayındaki savcı kimler tarafından kendisine ulaşan bilgi ve belgelerle hareket ettiğini anladığında çoktan iş işten geçmişti. 7 Şubat olayında ihanete uğrayan biri varsa o da Gülen‘dir. Gülen‘e 40 yıldır yakın duran biri olayın hem fikir babası hem icraatçısıdır. 7 Şubat olayına kadar her yerde camianın BB‘yi istemediğini ısrarla iddia edenler olayın gerçekleşmesinde en önemli aktörlerdir. Camiayı Erdoğan‘ın gözünde tehlikeli bir yapı haline getirip manipüle eden Özel Seçilmişler 7. Şubat olayıyla muratlarına ulaşmışlardır. Erdoğan TSK ve Mit‘ten camiayla ilgili hangi dosya gelirse gelsin imzalamış ve işleme alınmasına göz yummuştur. Tasfiye yeni değil. Bütün cemaatler AKP döneminde tehlike olmaktan çıkarılırken, camia yine en büyük tehlike olarak listedeki yerini korumuştur. Bu yapıyı 7 Şubat‘ta farkettim diye bugün açıklama yapan BB Türkçe Olmpiyat‘da Fethulah Gülen‘i tutuklatmak için mi Türkiye‘ye davet ettin? 7.Şubat‘ın perde arkasında, 7 Şubat‘a kadar her yerde camia, Fidan üzerinden Başbakanı hedef haline getirecek diyenler var. Başbakan 20 Şubat’ta AK parti milletvekilleriyle yaptığı toplantıda Paralel Yapı‘yı 7. Şubat‘ta fark ettik dedi. O zaman dersaneler eğitimden ötürü kapatılmıyormuş. Camianın kendini koruma ve kollama durumu onu her dakika MİT‘le karşı karşıya getirmiştir.MİT ile kavga Hakan Fidan daha doğmadan başlamıştır. Camia daha camia olmadan Mit camiayı terör örgütü olarak listesine almış ve en büyük iç tehdit olarak görmüştür. Onların nezdinde Bediüzzaman‘ın ekolünden gelenler içinde en tehlikelisi Gülen‘dir . Bir tek o insanları kritik yerlere teşvik etmektedir. Ambargonun delinmesi Gülen‘i ve etrafındakileri terör listesine almak ve devlete sızıyorlar diye yaftalamak için yeter de artar. Mit‘in takibinde olan bu insanları, uyaran, ve tedbir yollarını onlara anlatan Gülen vesilesiyle bu insanlar ambargoyu delmiş olurlar. Onun etrafındakilerin asker, polis, hakim, savcı, bürokrat olma şansı yoktur. Anadolu insanları kendi ülkelerinde azınlıktırlar. Her dakikası göz hapsinde olduğunu çok iyi bilmektedir. Etrafındakileri sadece imani hususiyetlere değil, eğitime de sevk eder. Etkilidir, hatiptir, icaraatçıdır, fikirleri ve stratejileri vardır, altın nesil iddiası vardır En önemlisi o da komitacıların farkındadır. Zamanla, Fethullah Gülen daha ilk yıllarından itibaren ‘Nurcu‘ diye kayda geçirilip, özellikle dikkat edilmesi gereken kişi olur. Artık 127 istihabratın yapacağı tek şey adım adım bu yapıyı takip etmek, fişlemek ve kritik hiç bir yerde onlara hayat hakkı tanımamaktır. En kritik adım sokağa dökmektir tahrik edip sokaklarda çatışma ortamına çekmek isterler, çünkü bir yapı sokağa çıkınca kontrolünü kaybeder. Cemaatin SOKAKLA hiçbir işi olmadığının/olmayacağının en büyük kanıtı 90 küsür günlük DURUŞUdur. İstihbaratın kılcallarına gün doğmuştur. Örgüt ilan ederek tepelerine binerler, zulmederler, işkence ederler ama yollarından çeviremezler. Bediüzzaman gibi bağımsız, hiç bir yapının adamı olmayan samimi ve ihlaslı birinin etrafında ölümü göze alacak dava erleri toplanıverir. İstihbarat‘ın kılcalları, kendilerini deşifre eden böyle zatları en büyük tehlike olarak görürler. Böyleleri satın alınamaz, korkutulamaz. Sadece din alimi olan biri komitaları, imani meseleleri anlatan eserlerinde dile getirince kendini deşifre olmuş hissedenler rahatsız olur. Bediüzzaman‘ı okuyanlar iyi bilir ki Hazret kitaplarında “gizli ecnebi komitesi, içimize sızmış komitacılar“ diye yazmıştır. Ebrehe’nin filleri ve İlahî teminat Hadise, Efendimiz’in (sas) dünyayı teşrifinden kısa bir süre önce gerçekleşiyor. Her şey bir kıskançlıkla başlıyor. İnsanların fevc fevc, kafile kafile Mekke’ye gitmeleri, Kâbe’yi tavaf etmeleri Yemen Valisi Ebrehe’yi kıskandırıyordu. Bu nedenle San’a’da halktan zorla topladığı paralarla heybetli ve ihtişamlı büyük bir mabet inşa eder. Her türlü tezyinatla süsler fakat yaptığı mabedin ihtişamı, hacıları Kâbe’den vazgeçirmez. Yaptığı mabet insanları celbetmez. Bunun üzerine öfkelenir, ‘Kâbe’nin taşlarını teker teker söküp, yerle bir edeceğim.’ diyerek içinde dev fillerin de olduğu altmış bin kişilik büyük bir ordu ile Kâbe’yi yıkmak için yola çıkar. Kendisi en büyük fil olan Mahmud’un üstüne kurulur. Mekke’ye yaklaşınca bir elçiyle Kâbe’yi yıkma kararını Mekke’nin önde gelen insanı olan Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’e haber verir. Mesajı yerine ulaştıran elçinin Abdulmuttalib’den 128 aldığı cevap, onları şaşırtır: “Vallahi, biz Ebrehe ile savaşma niyetinde değiliz; zaten buna gücümüz de yetmez. Ben, sadece kendi develerimin sahibiyim, Kâbe Allah’ın evi ve O’nun dostu İbrahim (as)’den bize yadigârıdır. Allah mutlaka Kâbe’yi koruyacaktır; eğer yıkmasına müsaade edecekse bizim yapabileceğimiz bir şey yok.” Abdulmuttalib daha sonra Mekke’yi boşaltıp ahaliyi dağlara sevk etti. Ardından maiyeti ile dua için Kâbe’ye geldi. Kapının halkasına yapıştı, hep beraber uzun uzun gözyaşlarıyla Allah’a dua ettiler. Bir kenara çekilip beklemeye koyuldular. Sonra olanları Kur’an anlatıyor. Altmış bin kişilik ordu sürüler halindeki binlerce kuş ve onların taşıdığı taşlarla helak oldu. Ebrehe, isabet eden bir taşın etkisiyle yıkılmış, vücudu pul pul dökülmüş, ıstırap ve korkuyla son nefesini vermişti. Hz. Bediüzzaman, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın umum asırlarda baktığını, umum nev-i beşerle konuştuğunu ve ders verdiğini söyler. “Eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde aksü’l-amelle aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar; mağrur ehl-i dalâletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasını…” istinbat eder. Ve de şunu ekler: “Bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye, mânâ-yı işârîsiyle der ki: Senin dinin, İslâmiyet’in, Kur’ân’ın, ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya, Rabb’inin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun?” Bu, müminler için hem müjde hem teminat hem de ikaz. ‘Ehl-i hak ve hakikat’ yeryüzünde ila-yı kelimetullahtan gayrı sevdalara kapılmadıkları, kibir ve hasetten uzak durdukları, benlik ve enaniyet girdabına sürüklenmedikleri sürece Kâbe kutsiyetindeki ‘hizmet’leri İlahî teminat altında olacak, atmosferleri daima ‘semavî zırhlar’la korunacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin Cihan Harbi’nde savaş uçaklarıyla tevil ettiği ‘ebabil’lerin yerini şimdi yeni dünyanın sanal kuşlarının (Twitter) taşıdığı celali mesajlar almış olabilir mi? Ehl-i Hak ve hakikat düşmanlarına karşı benzer bir neticeye vesile oluyorsa ‘ebabil’ hakikatinin bir cüz’ü niye olmasın? Haddi aşmayıp konuyu müfessirine bırakalım. Bize düşen dua ile Allah’a tam teveccüh ve uhuvveti muhafaza etmek. Gerisi Cenab-ı Allah’ın teminatı altında. Bediüzzaman’a ait şu muhteşem ölçüyle bitirelim: “Deseler ki, ‘Kızılordu mekanize birlikleriyle üzerinize geliyor!’ hiç umurumda olmaz; ayağımı ayağımın üzerine atarım, ‘Zübeyr kahvemi yap!..’ derim. Fakat, duysam ki, iman hizmetindeki iki kardeş birbirine düşmüş, odama çekilir hıçkıra hıçkıra ağlarım!..” VEYSEL AYHAN 22 Şubat 2014 Zaman, Genel Yayın Editörü. ZAMAN GAZETESİ OKUYUCU MEKTUBU..22 Şubat 2014 Sevgili hırsızım; Bugünlerde apartmanımıza gelen gazeteleri topluca yürütmen beni çok duygulandırıyor. Zira yılların abonesiyiz hiç böyle yapmazdın. “Zamanlaman manidar” Demek ki hakikatin sesi olan bir yayının önemini şimdilerde idrak edebildin. Bunun için öncelikle seni kutluyorum. Eğer kul hakkına girdim endişesiyle birgün kapımıza titreyerek gelirsen bilesin ki hiç gerek yok! Gelme.. Çünkü o şuuru yakaladıysan zaten gazetenin sayfalarını çevirmeye başlamışsın demektir. O yüzden sana hakkım külliyen helal olsun! Eğer gazeteleri toplayıp okumadan çöpe atıyorsan yine hakkımı helal ediyorum. Zira ben her sabah sabırsızlanıp gazeteyi internetten takip ediyorum ama akşama eşim elinde ikinci bir gazeteyle eve geliyor! Eşimin “örgüt”ten olmadığını da bilmeni isterim. Bu vesileyle tiraj artışına yaptığın hizmet çok büyük olduğu gibi eşimin bu zor 129 zamanlarda ne kadar samimane yanımızda olduğunu da sayende öğrenmiş bulunuyorum. Eğer evliysen Allah bize yaptığının aynısını senin yuvana da nasip etsin. Eğer bunların gazetesi birdi şimdi iki oldu daha da çoğalır endişesiyle yapıyorsan hiç dert etme. Kemmiyet değil keyfiyet önemlidir bizde. Şu aralar ikimize “Akın” var, üçüncüsünü hiç düşünmüyoruz. Velhasılı kelam; kardeşim yaptığın yürütme vazifesi çok kutsal. Çok rica ederim; Durmak yok, işine devam... BÜŞRA ALTINER Çıkış yolu bu değildi! Hem kuruluş felsefesi, hem politikalar itibarıyla AK Parti ne İslamiyet’i referans aldı ne İslamcı kimliği benimsedi. Dolayısıyla politikalarından ne İslam ne İslamcılık sorumludur. Ancak “iki tür İslamcı” tipolojisinin sorumlu olmadığı söylenemez: Biri yıllarca “İslamcı” geçinip iktidar hırsıyla yanıp tutuşanların fırsatını yakaladıkları anda hemen iktidar trenine atlayanlar; diğeri güçleninceye kadar “laik düzenin verili mevzuatının takip edilebileceği”ne hükmedenler. Kuşkusuz ilk gruptakiler muhteris bezirgânlar, ikinci gruptakiler “içtihatlarında isabet etmeyen iyi niyetli” kimselerdir. AK Parti’li Türkiye’nin bu noktaya gelişinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: 1) 2002’de iktidar olurken başta Amerika ve İsrail ile yerine getirilmesi zor taahhütlere girdiler, 2011 yılında -Suriye’den başlamak üzere- Ortadoğu’da kimseyi tanımayacaklarını, Kürt meselesinde kendilerine çizilen sınırın dışına çıkacaklarını belli ettiler. Sistem onlara “dur” levhasını gösterdi. Hataları işin başında taahhüde girişmeleriydi; bölge ülkeleriyle -liderlik ve bölgenin Osmanlı tipi temellükünü öne sürmeden- bu onurlu işi yapabilirlerdi, ideolojileri buna elvermedi. 2) Yine 2011 seçimlerinden hemen sonra iç toplumsal, fikrî ve politik güçlerle yaptıkları anlaşmayı bozdular, AK Parti’nin bir koalisyon değil kendi tabanlarından ibaret olduğunu, AK Parti’yi bu tabanın her seçimde oyunu artırarak iktidar yaptığını zannettiler. Demokratlarla, liberallerin önemli bir bölümüyle yollarını ayırdılar. 3) AK Parti’ye destek veren grupların tamamının arzusu “yeni sivil anayasa” idi, 12 Eylül 2010 referandumu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün seçimi ve 2011 seçimleri bunun göstergesiydi. AK Parti kurmayları “Aslında bu anayasa da fena değil, herkes tepe tepe kullandı, biz de kullanalım” deyip anayasayı askıya aldılar. Bu konuda diğer üç partinin günahı tabii ki görmezlikten gelinemez, ama bu AK Parti için “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz” kabilinden nimet oldu. Anayasa olmayınca Kürt sorunu çözülmedi, araçsallaştırıldı, Aleviler ilk noktada çırpınmaya devam ediyorlar, gayrimüslimler bildiğiniz gibi! 4) Sosyal ve iktisat politikalarını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Gelir adaletsizliği her gün biraz daha artıyor; emeklilere kulak veren yok; varoşlarda fakir fukaranın gecekonduları kentsel dönüşüm adı altında yok pahasına ellerinden alınıyor, tercihli kimselere veriliyor; toplumsal çözülme hızlanmış durumda, kadın bir daha dönmemek üzere evden çıktı; evlilikler itibardan düştü; sonradan görme, tüketici, gösterişe tutkulu bir “muhafazakâr zümre” türedi, toplumun öfkesine muhatap; yolsuzluklarrüşvet, usulsüzlükler herkesin dilinde ama soruşturulamıyor; şehirler rant alanına dönmüş, her yere AVM ve gökdelen dikiliyor, üstelik bu “bizim medeniyetimiz” oluyor. 5) Tam merkeze oturduklarını düşünmeye başladıklarında, 10 yıllık koalisyonun katma değeri en yüksek ortağı Hizmet’i etkisizleştirme düşüncesiyle “cemaate karşı cemaat” doktrini geliştirildi. Dershanelerden başlandı, beklenmedik tepkiyle karşılaşınca ve tam o sırada yolsuzluk operasyonları başlayınca hem dışarıdan AK Parti’ye ders vermek isteyenler hem içeride bu iktidar döneminde devletin dindar renge büründüğü değerlendirmesini yapıp devleti tekrar eski “laik karakteri”ne döndürelim diyenler elbirliği yaptılar. “Hükümete karşı darbe yapılıyor” konseptiyle faaliyete geçtiler. 130 Bu, başta Hizmet olmak üzere diğer cemaatlerin tamamına ve AK Parti’yle gelen dindarlığa karşı da düzenlenmiş çok yönlü ve çok kapsamlı bir operasyondur. Hizmet’ten başlandı, diğerlerine sıra gelecek. 6) AK Parti’nin en etkili isimleri, hatta bakanlar “paralel yapı”ya inanmıyor, ama AK Parti’nin tepesi buna inandırılmış durumda. Bu herkesi acıtacak operasyonda Hizmet sadece bir enstrüman, belki ilk kurbandır ve maalesef Başbakan tarafından bir “seçim stratejisi” olarak kullanılmaktadır. Bu, ateşle oynamaktır. AK Parti büyük hatalar işledi, Türkiye’yi tehlikeli bir noktaya getirdi. Her ne olursa olsun, çıkış yolu bu değildi, hep birlikte çok daha makul çıkış yolu bulabilirdik. Ali Bulaç 22.02.2014 ZAMAN Ağlayın, su yükselsin!” Herkul | 23/02/2014. | YAZARLAR Necip Fazıl ne hoş söyler “dua”sında: “Bıçak soksan gölgeme / Sıcacık kanım damlar / Gir de bak bir ülkeme / Başsız başsız adamlar… Ağlayın, su yükselsin! / Belki kurtulur gemi / Anne, seccaden gelsin / Bize dua et, e mi!” Dün ikindi namazından sonra kısacık hasbihal eden muhterem Hocaefendi’yi dinlerken önce “Bari annemi arayayım; ölü kalbime bedel ondan gözyaşı dileneyim: Seccadeni hiç kaldırma anacığım!” diyeyim düşüncesi doldu zihnime. Keşke kalbi hüşyâr, gözü yaşlı bir insan olabilseydim!.. Keşke hıçkırıklarla ağlayabilse ve suyun yükselmesine katkıda bulunabilseydim!.. Neden mi? Hem sebebini hem de dünkü hasbihalden bazı paragrafları aktaracağım. Fakat evvela twitter üzerinden paylaştığım bugünkü mesajları tavzih edeyim: Önce tekye adabıyla müeddep zannettiğimiz bir bakan “Üç yıldır Erdoğan’ın ölmesi için beddua ediliyor” dedikodusunu seslendirdi. Sonra havuz medyası (!) hep bir ağızdan kahriye haberleri yapmaya ve bunu sahte ihbarlarla şişirmeye başladı. Akabinde “sayın” ile “muhterem” berzahında yaşayan bir yazar on kişiye kahhariye okunduğunu yazdı. Dahası -aslını hiç araştırmadan- Dışişleri Bakanı’nın da, hakkında kahriye okunan kimseler arasında bulunduğunu yaydı. Nihayet, öfke patlamasına şahit olunan miting meydanlarında, varlığı şüpheli birkaç talebenin iftiraları dile getirildi. Yozgat’ta bazı kız öğrencilerin gece zorla kaldırılıp Başbakan’a beddua ettirildiği üst perdeden seslendirildi. Camia içerisinde biraz bulunmuş insanlar bu iddiaların hiçbirinin gerçeği yansıtmadığını ve birer iftiradan ibaret olduğunu bilirler. Belli ki bu iftiraları seslendirenler ve yayanlar ya kasden hilaf-ı vaki beyanda bulunuyor ya da güftugûlarla aldatılıyorlar. Belki de sinsice araya sızmış/sızdırılmış kullanışlı kimselere önce o çirkin şeyleri yaptırıp sonra da camiayı karalıyorlar. İddia sahipleri isim versinler, hep beraber onları kınayalım, hatta tel’in edelim; yoksa bu iftiraları seslendirmek Allah’tan korkmazlığın ifadesidir. Bu camiada Kur’an talebeleri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) önemli bir sünnetini ihya etmek için sadece iki ay ya da üç yıl değil onlarca seneden beri hemen her gece teheccüde kalkarlar. Katiyen hiç kimseyi, hatta evliler kendi eşlerini ve çocuklarını bile zorla uyandırmaz, sadece sohbetler esnasında teheccüde teşvik ederler. 131 Çünkü teheccüd, ötelerin karanlığına karşı bir meşale, berzah azabından koruyan bir zırh ve ahiret için mühim bir azıktır. Hak erleri gecelerin zülüflerinde seccadelerine koşar; iki, dört ya da sekiz rekat namaz kılar, sonra da Mevla-yı Müteâl’e yakarırlar. El-Kulubü’d-Daria, Cevşen-i Kebir, Bir Kırık Dilekçe gibi mecmualardan bazı bölümler okur; bütün insanlığa, özellikle ümmet-i Muhammed’e ve umum hizmet erlerine dua ederler. Bizim meşrebimizde kahriye okumak yoktur ve hiç olmamıştır. Çaresiz kaldığımız zamanlarda bile zalimleri Allah’a havale etmekle yetiniriz. Onu da “şartlı havale” şeklinde yapar, önce ıslah ve hidayet diler, “Murad-ı ilahî bu değilse, Rabbimiz, Sen bilirsin!” deriz. Ayrıca adanmış ruhlar hiçbir zaman şahısları hedef almazlar, onların problemi kötü “sıfatlar”ladır. Katiyen beddua ve kahriye olmayan şartlı havalelerimizin konusu zulümdür; sadece kendimize değil kim olursa olsun müminlere yapılan zulüm. Bu itibarla da haramîliğini müminlere gadrederek gizlemeye çalışanlar ve diğer zalimler dışında kimsenin teheccüd dualarından rahatsız olmaması gerekir. Yolsuz, yalancı ve zalim değilseniz, hiç korkmayın, hiçbir “havale” de size dokunmaz; aksi halde bir de iftiralara dil oluyorsanız, titreyin!.. Bu zaruri açıklamayı tekrarladıktan sonra şimdi başlangıçtaki hissiyata geçiyorum: Elhamdulillah muhterem Hocamızın sağlık ve sıhhati her zamanki gibi. Sabahları tefsir ve fıkıh derslerimizde inkıta yok. Fakat, Hocaefendi, sohbetler konusundaki sükût tercihini devam ettiriyor. Bazen namazları müteakip çok kısa hasbihallerde bulunuyor. Dün de beş on dakika kadar böyle bir hasbihal oldu. Girişte de dediğim gibi kalbimin katılığını ve gözlerimdeki yaşın azlığını sadece anneciğimle tamamlamaya ve aldığım notları arşive kaldırmaya niyetlenmiştim. Zira, hemen her sözümüzün sağa sola çekilmesi âdetten oldu. Fakat, sonra “Kim ne derse desin, hiç olmazsa dostlarım, arkadaşlarım, kardeşlerim nasiplensin!” mülahazasıyla bazı paragrafları paylaşmaya karar verdim: İşte dünkü kısa sohbetten insanın yüreğini kavuran o cümleler: Dünya alevler içinde kıvranırken, etrafımız ateş çemberine dönmüşken, Türkiye bir belalar ve musibetler sarmalı içindeyken, hasımların hakim olduğu dönemde bile görülmemiş kötülükler planlanırken böyle bir dönemde burada oturup yemek -ki ne kadar yediğimi de arkadaşlar biliyorlaryerken, “Böyle yemek yemeye, bu çayı içmeye hakkım var mı benim?” diye düşünmeden edemiyorum. Belki bütün rahat yaşayanlara da “Etrafta yangın almış gidiyorken, be utanmaz adam, yemek yiyecek zaman mı, çay içecek zaman mı?!.” demek iktiza ediyor. Meselenin ciddiyetine ne kadar inanıyoruz? Hepimiz ölüp gitsek ne çıkar? Hiç önemli değil! Fakat seneden beri taşınagelen bir emanet var üzerimizde. El değiştire değiştire bu günlere kadar gelmiş bir emanet. Şimdi dört bir yandan böyle tecavüzler ve saldırılar oluyor. Böyle bir dönemde, bence yemeyi içmeyi bile sorgulamak icab ediyorsa, oturduğumuz yerde boşuna oturma, orada eğlenceye dalma, konuşma, gülme, insanları eğlendirme.. bu türlü şeyleri zaman ve konjonktür açısından haram saymak lazım. İmkan varsa, mesela oturduk bir yerde, karşılıklı laf edeceğimize Cevşen’i bölüştürelim. On insan varsa orada, on faslın her bir faslını bir arkadaş okusun, orada bir Cevşen tamamlanmış olsun. Daha fazla zamanımız varsa, Evrâd-ı Kudsiye’yi de okusun arkadaşlar. Kendi aralarında Salât-ı Tefriciye’yi taksim etsinler. Bulundukları yerde varsa o taksime tâbi olacak arkadaşlar, her gün onu kendilerine, her bir ferde 40-50-60 ne kadar düşüyorsa, pay etsinler; gezerken, otururken, hatta istibra yaparken, 132 yemek yerken, dişlerini fırçalarken, ellerini yıkarken en azından mülahazalarla Allah’a yönelsinler; hiçbir zaman aralığını boşa geçirmesin, her ânı Cenab-ı Hakk’a tazarrû ve niyazla değerlendirsinler. Başımıza gelen musibetlerden murâd-ı ilâhî bizim kendisine yürekten dönmemiz ise, döneceğimiz âna kadar o musibetler gırtlağımızı sıkar ve devam eder. Kendisine dönmemiz için o musibetleri salması bile bir yönüyle rahmetin ayrı bir tecellî dalga boyudur. Kullarını Kendisine döndürmenin bir vesilesi onları ızdırar içinde bırakmak ve bütün sebepleri ellerinden almaktır; ta ki nur-u tevhîd içinde sırr-ı ehadiyeti duysun, görsün ve hissetsinler. Yunus ibn Mettâ (alâ seyyidinâ ve aleyhisselam) gibi “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” desinler. Geceleri yataklarından fırladıklarında abdest alsın, başlarını yere koysunlar. Gözleri yaşarmıyor ve ağlamıyorsa, kendilerini levmetsinler; “Yuf bana, bu kadar da katı kalblilik olur mu?” desinler. Gözlerinin yaşlarını salabiliyorlarsa, o esnada ellerini Allah’a açsınlar, “Allahım bütün ümmet-i Muhammed’den belaları musibetleri def eyle, hususiyle memleketimizde bozulan vifak ve ittifakı temin buyur; çünkü o, Senin tevfîkinin en büyük vesilesidir” desinler. Kendimiz için yaşamamamız lazım. İmkan varsa, evi barkı olan arkadaşlar bile buralarda kanepelerde tüneyin, bir iki saat uykuyla iktifa edin, sonra kalkın 50 rekat namaz kılın, sonra da başınızı yere koyun ağlayın, hıçkıra hıçkıra ağlayın. Cenab-ı Hak, emanet olarak yüklediği bu mefkureyi -ki başkalarının da hukuku işin içine girmiştir- bizimle zayi etmesin. Bütün dünya bu ızdırabı duymayabilir. Türkiye’de mütecâvizlerin zaten öyle bir derdi yok, inananıyla inanmayanıyla. İnanan nasıl böyle bir zulmü yapar, onu Allah’a bırakmak lazım. O mevzuda bir şey demeyelim. Mürüvvetimizin, insan olmamızın gereği “Allah hepimizin kalbini, kafasını, efkârını, ukûlünü ıslah eylesin!” demekle iktifa edelim. Böylesine iç içe asimetrik saldırılar karşısında bence itikaf yapıyor gibi bir yerlerde -bağışlayıntünesin arkadaşlar. Kalksınlar, soldan sağa, sağdan sola dönüşlerinde “Allahım bizi ıslah eyle, bela ve musibetleri sav üzerimizden; kusurlarımızdan dolayı gelmişse, bizi bağışla; bizi imtihan ediyorsan, o mevzuda bize mukavemet, sabır, azm-ı ikdam lütfeyle!” desinler, yalvarıp yakarsınlar. Bir dakikayı boş geçirmeyin. “İstibra” dedim, o anı bile boş geçirmemeli. O esnada bazı duaları dilinizle söylemeyi saygıya aykırı buluyorsanız, içinizden söyleyin onu, niyet edin, kelam-ı nefsî ile mırıldanın. Bilemediğimiz bir cendereden, bir preslenmeden geçiyoruz. Dünyadaki bütün insanlık da geçiyor. Suriye’de olup biten şeylere içimizde acı hissetmiyorsak, insanlığımızı yitirmişiz demektir. Somali’de olup biten şeylere içimizde bir ızdırap duymuyorsak, insanlığa ait çok şeyleri yitirmişiz demektir. Sahipsiz, himayesiz, inayetsiz, riayetsiz, dünyanın bakıp da bir şey yapmadığı Myanmar’da, o saf inanan insanlara yapılan mezâlim karşısında yüreğimiz titremiyorsa şayet, vicdanımızı yitirmişiz demektir. Kalbimiz yok demektir. Ya kendi ülkemiz!.. Bir de yapılan hizmetler var. Kadınıyla erkeğiyle fedakâr arkadaşlar 160 ülkeye gitmişler. Şimdi, bağışlayın, hayasızca, edepsizce, saygısızca onlara da saldırılıyor. Allah, bu hayasızlığın cezasını verir mi, biz istemiyoruz, “Allah ıslah etsin” diyoruz. Fakat öyle bir edepsizlik müsellemdir, muhakkaktır. Şimdilik bize düşen Allah’a tevekkül etmek.. sa’ye sarılıp hiç boş durmamak; biri bin etmeye bakmak.. ve hikmete râm olmaktır: “Allâh’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” (M. Akif) Şu anda öyle bir ruh haleti içerisindeyim ki; annemi babamı çok severdim.. ahirete yürüyeli biri 40 sene oldu, biri de aşağı yukarı 20 seneyi geçti. Hâlâ aklıma geldiklerinde burnumun kemikleri sızlıyor. Fakat şimdi onlar olsalardı, ev başlarına yıkılsaydı ve cayır cayır yansalardı, Allah uzun ömür versin, 133 kardeşlerim de cayır cayır yansalardı, ben bu kadar üzülmezdim. Ülkeye, millete, dine, davaya ve hizmete gelen zarar karşısında şu anda üzüldüğüm kadar üzüntü duymazdım. Hem de sizinle beraber secde eden insanlar tarafından, din düşmanlarının dahi yapmadığı şekilde bir saldırı yapılması karşısında ondan çok daha derin bir üzüntü duyuyorum.. o ölçüde üzüntü duymayanlara gönlümün kırıldığını da burada söyleyeceğim, söylemeliyim. “Bunlar hiç bu meseleleri anlamıyorlar mı? Hadiseyi ferdî ya da sadece bir şahs-ı maneviye ait mi görüyorlar? Bu mevzuda insânî değerlere bu kadar yabancılaşma mı olmuş?” diyorum. Herkese de deyin! Tebessümle dudağı geri giden herkese, “Mevsim o mevsim değil arkadaş!” deyin. “Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan / Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!” (M. Akif) Çalmadık, çırpmadık, rüşvet almadık, irtikâba/ihtilâsa girmedik, kimsenin hukukuna tecavüz etmedik, bazen hakkımız gibi görünen şeylerden bile fedâkârlıkta bulunduk. Fakat suçlu gibi, müebbet mahpuslar misillü cefâ görme meselesi öyle bir bela ve öyle bir musibettir ki şayet bu durumda bulunan insanlar Allah karşısında bu halin gerektirdiği şeyleri yerine getirmezlerse, Allah hesabını sorar. Osman ŞİMŞEK-HERKUL GEZİ’DEN ZARRABA MİT SKANDALLARI! Gizemli tweet yazarı Fuat Avni, bu defa Pazar günü bombaladı. Başbakan’ın Gezi’de izlediği iki yüzlü ve diktacı politikanın perde arkasını seri attığı tweetlerle bugün ortaya çıkardı. Hakan Fidan ve Yalçın Akdoğan’ın maskelerini düşürdü. 4 bakanı bakanlıktan etmesine ragmen halen Zarrab’ın neden 134 kollandığına açıklık getirdi ve MİT yasası ile neler planlandığını anlattı. MİT’in karıştığı skandalları okuyunca küçük dilinizi yutacaksınız. Okuyalım: Türkiye‘deki toplumsal olayların ya başlangıcında, ya gelişiminde ya da sonucunda MİT‘in mutlaka rolü vardır. Gezi olayına Kabataşki kadın ve başörtü takıp müftü karısıyım diyen kadın zaviyesinden farklı bir bakış. Bunlar zorla mı sembol oldular? Gezi olayları ilk patlak verdiğinde yılların verdiği baskıya karşı direniş göstermek isteyen herkes bir anda sokaklara döküldü. Böyle toplumsal bir reaksiyon bir kaç olumlu adımla noktalana bilecekken devreye Özel Seçilmişler girdi. BB‘ye gelen ilk rapor korkutucuydu. Bu olay BB‘nin iktidarını devirmeye yönelikti. Dış güçler özellikle Alevilerle ittifak edip BB‘yi devirecek planlar yapmıştı. Turgay Ciner Genel Yayın Yönetmeni Oğuz Usluer‘e biz Gezi‘yi görmeyeceğiz, nasıl girileceğine dair en tepeden aradılar dedi. Ankara Yenimahalle‘de saatlerce toplantı devam etti. BB ne yaparsanız yapın bu olayı çözün demişti. Kararlar alındı: a)Muhafazakarlar sokağa dökülecek b)İslam‘i cemaatler tahrik edilecek ve tepki vermesi istenek c)Cami, başörtüsü gibi hususlar kullanılacak. d)Fethullah Gülen camiasının desteği alınacaktı Karışıklık halinde Gezi‘ye müdahale de haklı olunacaktı. Kara propaganda aşama aşama gerçekleştirilirken, bazı sol tandanslı yazar ve sanatçılar adeta ekmeklerine yağ sürüyordu. Hele ki mesele Gezi değil hala anlamadınız mı diye atılan twit ekmeklerine yağ sürmüştü. Sosyal Medya‘nın gücünü keşfetmişlerdi. En önemli olay CHP‘li birilerini satın alıp, onun üzerinden meseleyi farklı mecralara taşımaktı. Gezi tartışmalı hale getirilmeliydi. Barmen kadın anlaşılan o ki bunun için biçilmiş kaftandı. Ne kadar para verdiler acaba? Akıllı bir kadındı Sarıgül‘ün yanında çalışmıştı. Daha kadının kim olduğu belli olmadan sosyal medya sorumlusu vatandaş, ‘Yemi yuttular Yılmaz Özdil bile yazmış‘ deyişi dün gibi aklımda. .Büyük gazetecilik başarısı gösteren ‘Deşifre‘ci vatandaş tam gözde olmuştu Önceden spariş edilen dosyaları deşifre etmeyi iyi bilirdi (!)Gezi olaylarında şiddete uğrayan kadınlar değil, Barmen kadın ve Kabataş‘taki kadın konuşuluyordu sadece. Algıyı ele geçirmişlerdi. Başörtülü Kabataş‘lı hanıma gelince ki kendisinin kadrolu eleman olduğu, Mit‘ten aylık aldığı söylenir ve de tamamen kumpas elemanıdır. Olayın mizansenini ayarlayıp BB‘ye sununca Efendim olay çok vahim görüntüleri bile var denmişti. BB kendine söylenen çoktan inanmıştı. Meydanlarda avazı çıktığı kadar bağırdığı o günlerde İstanbul Teşkilat toplantısında bir kişi rezil olacağız görüntüleri istiyor dedi. Haliyle görüntüler hiç çıkmadı. Bu arada istihbarattan yemlenen köşe yazarları olayı toplumun hafızasına kazıdılar. Cami yalanı ortaya atıldı. Danışmanlar her gün BB‘den küfürler yiyordu. Hala neden çözemediniz diyordu. Anketlerde oylar düşük çıkıyordu. BB bu süreçte iki şeye çok bozulmuştu. Gül‘ün mesaj alınmıştır açıklamasıyla Gülen‘in çapulcu demek yanlıştır ifadesi. BB‘nin %50‘yi içerde zor tutuyorum açıklaması koskoca bir yalandı. %50 dışarı çıkarılıp olaylar farklı hale gelecek BB mağdur olacaktı. Fethullah Gülen Hizmet‘tekilere bu süreçte Cevşen, Ashab-ı Bedir okuyun, küçük çocuklarınıza bile dua ettirin diye tavsiye de bulunuyordu. Pensilvanya‘daki eylemciler ‘evini basacağız‘ dediğinde ‘buyursunlar çay hazır‘ cevabı verince Özel Seçilmişler adeta kudurmuştu. Muhafazakar halk sokağa çıkıp Gezi Eylemcilerine tepki vermeyecekti. A. Babacan ve Arıç‘ın bu planı bozmak için çaba sarfettiğine şahidim. 135 Derken bir ‘Yiğit‘ çıkıverdi ‘Faiz Lobi‘si diye bir şey attı ortaya. BB yaklaşık 40 kişilik bir gurupta bize bunun kadar olamadınız dedi. Bakmayın siz Arınç‘ın omurgasız duruşuna arada makul adımlar atar tabi Oligarşik Danışmanlar‘ı aşmayı başarırsa. Yiğit Bulut‘un Faiz Lobi‘si tezine odaklandılar. Babacan ne zaman bu lafı duysa acı acı tebessüm eder. Tamamen bir balondur Lobi tezi. Gezi sürecinde iki şeyi çok iyi anladılar. Sosyal Medya ve ne kadar çok satın almaya müsait gazeteci ve televizyoncu olduğu. Gezi sürecinde kim AKP‘nin yanındaysa şimdi de 17 Aralık Yolsuzluğunun en yaman savunucu olmuş durumda. BB‘nin eline kan bulaşmış. Uluderede 34 kişi ve Gezi‘de onlarca kişi. Halife‘ye biat etmek için daha kaç kişi ölmeli. Allah Kadir‘i Mutlak.. DİKTATÖR’ÜN ALGI DUVARI YIKILIR! Sürekli dillere pelesenk edilmiş çok saçma bir iddia var, ‘Erdoğan‘ın alternatifi yok‘ diye. Bu neden zikredilir? Yok mu alternatif? İlk önce medyaya müdahale edildi ve aynı günlerde Habertürk‘te bir çok Alevi televizyoncu TV‘den atıldı. Alo Fatih bazıları için Nirvana‘dır. BB Bizi de doğrudan arayıp şereflendirse, ne arzuluyorsa yapmaya hazır diyenlerin sayısı hayli fazladır. Erdoğan‘ı iyi okumak lazım, en çok neden korkuyorsa, onun zıddını dillendirir. Kendisine alternatif bir yapı çıkacağını çok iyi biliyor. Etrafındaki algı yöneticileri ve medyadaki dilleri yerel seçimi hiç beklenmedik şekilde genel seçim algısına dönüştürdüler. 17 Aralık‘tan bir hafta sonra olağanüstü bir toplantı yapılmıştı,İstanbulda Alınan en önemli karar seçimi genel seçim atmasferine sokmaktı. Bu algının oluşması için önemli adımlar atılacaktı. Ellerindeki televizyonlarda konuşan herkes şunu dile getirecekti. Alternatif yok. Aynı gün bütün cemaat liderlerine gidilip konuşulacak BB‘nin alternatifi yok ama camianın alternatifi sizler olacaksınız, denilecekti. Plan aynen devreye sokuldu. Hatta cemaatlerden bazılarına bize sizlerden isim verin, camianın adamları yerine onları monte edelim dendi. Televizyon programlarındaki bütün tetikçiler şunun şurasında bir iki ay var, bu kadar kısa sürede BB‘nin alternatifi zaten olamaz dediler. Meşveret cemaati olarak bilinen Nurcu‘ların bütün sohbetlerinde o ana kadar hiç olmayan birileri beliriverdi. Özel görevliydiler. Bilen iyi bilir o tür sohbetler herkese açıktır ve dileyen gidebilir. Çay esnasında özel görevliler sürekli aynı şeyi sayıkladı. Aslında camianın alt tabanı iyidir ama duyduğumuza göre BB‘ye alternatif olsun diye Halk Partisi‘ni destekleyeceklermiş. Bu ifade yetti. Nurcuların en önemli zaafı Halk Partisi kelimesidir. Bu kelime Üstad‘ı direk akla getirdiğinden şifre gibidir. Dehşete düşürür. Nurcular‘ın kodlarını çok iyi bilen Y.Akdoğan. B. Bozdağ, H.ÇELIK gibi önemli figürler vardır Akp‘de. Akdoğan‘ın özel ilgi alnına girer. Uzun zamandır Akdoğan yazılarında Risale‘den örnekler verir. Hatta Bediüzzaman‘la, Hocaefendiyi mukayese eden bir yazı kaleme almıştır. Akdoğan mukayese yazısı özellikle yazılmış bir yazıdır. Nurcular‘ın gönlünde Bediüzzaman‘dan başka hiç kimseye yer yoktur. Özel görevliler Gülen‘in kendisini Bediüzzaman‘ın yerine koyduğu camianın Hocaefendi‘yi ondan daha üstün gördüklerini anlattıp durdular. Akdoğan‘ın yazısı da bu algıyı zirveleştiren yazıdır. Akdoğan Risale-i Nurlar‘ı ve Üstad‘ı Erdoğan‘a kalkan haline gtirmiştir. Akp‘ye oy veren tüm cemaatler ve merkez sağda duran herkes hatta camiaya mensup bir kesim Başbakan‘ın alternatifi yok diyor artık. Seçim şarkısı bile AKP şarkısı değil, Erdoğan şarkısıdır. Ve Erdoğan bu bir yerel seçim değil genel seçimdir diye meydanlara bağırıyor. Bir ay alternatifsiz olabilir Erdoğan, ama genel seçimlere neredeyse 2 yıl var. 2 yılda Türkiye‘de hiç bir şey alternatifsiz kalmaz. 136 YENİ OLUŞUM HAZIRLANIYOR En büyük yanlışımız bize bilerek verilen argümanlarla ve enjekte ettikleri fikirlerle düşünüyor olmamız. Farklı açılardan bakmamız lazım. Camia asla bir parti kurmayacak bunu herkes bilsin ve her yerde anlatsın. Peki önümüzdeki iki yıl içerisinde ne olacak? Yaklaşık bir yıldır kapalı kapılar ardında yeni bir oluşumun hazırlığı yapılıyor. Zannedildiği gibi bu oluşumun merkezinde Gül yok. Merkez sağ ve soldan tecrübeli siyasetçiler,Akp‘nin dışladığı ve halk tabanında yeri olan kişiler, hali hazırda bakan seviyesinde olanlar, Akp‘de 40‘a yakın milletvekili, liberal demokrat, kendini çok iyi yetiştirmiş bürokrat, akademisyen, gazeteci,yargı mesubu, iş adamı hazırlanıyor. Dünya siyesetini ve ilişkilerini çok iyi bilen düşünce adamları bu yapının içinde. Erdoğan ve etrafındaki dar kadronun korkulu rüyası. Dünya üzerindeki tüm iktidarlar gayrı memnunlar tarafından yıkılmıştır. Erdoğan‘ın ötekileştirdiği herkes tek mozaik olmuştur. Türkiye‘yi kucaklayacak bu yapının liderliğini, hukuk, evrensel haklar ve dünyaya entegrasyon ilkeleri belirleyecek. Katılımcı demokrasiyi çoktan hak eden Türkiye‘nin herkesi dışlayan ve kontrol altına almaya çalışan, ötekileştiren lidere ihtiyacı yok. En basit ifadeyle Erdoğan figürü miadını çoktan doldurdu. Ne kadar bağırırsan o kadar iyi lider olursun tezi 10 yıl öncesinde kaldı. Unutmayın bu Erdoğan‘a alternatif arama seçimi değil, şehrinizi en iyi yönetecek idareciyi seçmeye gidiyorsunuz, Erdoğan gibi düşünmeyin. Fakat şunu da aklınızda iyice tutun AKP‘ye atacağınız her oy yeni yapıyı ve özlediğiniz katılımcı demokrasiyi zedeleyecektir. Ümidinizi asla kaybetmeyin. Anadolu‘nun toprakları bir değil binlerce lideri doğuracak berekettedir. Allah Kadir‘i Mutlaktır. ZARRAB KİM OLUYOR? Öyle birini düşünün ki dört bakanı istifaya sürükleyecek yapının mihenk taşı olacak ve BB onun için hayırsever bir iş adamıdır diyecek. Yaklaşık 7 yıldır İran‘ın kara parasının aklanma merkezi Türkiye haline gelmiştir. Özel Seçilmişler ve Oligarşik kadro bunu iyi bilir. Danışmanların ortak zaafı paradır. Mesela Mut‘a olayına hiç bulaşmamış olanlar vardır ama haram paraya bulaşmayan kalmamıştır. Oligarşiklerden ilgi alanıma en çok giren Y.Akdoğan olmuştur. Zira BB‘ye halifeliği ilk yakıştıran şahıstır. BB bu yakıştırmayı çok sever. Y.Akdoğan‘ın ahkam kesen haline aldanmayın parayı çok seven, bir çok paravan şirketi olan, bunun ortaya çıkmasından çok korkan biridir. Başbakan‘ı inanılmaz stratejilerle ayakta tutmaya çalışan Akdoğan, BB‘nin kendisi için kalkan olduğunu çok iyi bilir. Bakanlar tarafından sevilen bir tek Danışman yoktur. Fakat en çok Akdoğan‘dan nefret ederler.Çünkü BB‘den sonra en çok ondan fırça yerler. MİT İLE BAKANLARI DİNLİYORLAR Özel seçilmişlerin çatışı B.Atalay‘ın başlarda onunla ilgili bazı tereddütleri vardı. Akdoğan, Atalay‘ın etkisini çok iyi biliyordu. BB‘nin danışmanı olmasına rağmen her fikri önce Atalay‘a sunardı. Atalay bundan inanılmaz haz alır, herkes onun gibi olsa derdi. B.Atalay İran‘ın kara para trafiğinin kılcallarına hakim biridir. Hangi bakanın kullanılabileceğini çok iyi bilir. Y. Akdoğan‘ı bakanlar üzerinde tehdit unsuru olarak kullanır. Özel Seçilmişlerden Fidan‘ın yetkilerinin bir kısmı Akdoğan‘a verilmiştir. Akdoğan bakanların ofisini, odalarını telefonlarını Mit tarafından özel oluşturulmuş bir yapıyla dinler, Atalay‘ın hepsinden haberi var. Kara para trafiğinde kullanılamayan her Bakan‘la aralarına mesafe koyarlar. Kabinelerin kimlerden oluşacağını çok iyi bilirler. Yeni Kabine açıklanmadan önce sadece BB‘den başkası bilmez görüşü tamamen bir efsaneden ibarettir. Dar oligarşik kadro bunu çok iyi bilir. Bir kaç dönem önceki kabine açıklanmadan evvel kabine de yer alacakların listesi M.Varank‘ın elinde dolaşıyordu. Bununla 137 övünürdü. BB‘nin telefonunu taşımakla görevli danışman M.Varank bile kabine listesinden haberdar olabiliyor ama sır saklamayı bilmiyordu. Sırları, ağırlığını orada burada hissettimek için kullanı verince gözden düştü. Sosyal Medya trollerinden sorumlu hale getirildi. Bir dönem kabine açıklanmadan bir kaç saat evvel, P.Sözcüsü H.Çelik bulunduğum bir ortamda ben de ekranlardan öğreneceğim diye sitem etti. Yani danışmanlardan en zayıf halka bile kabineyi bilirken Bakanlar ve P.Sözcüsü akibetlerini ekrandan öğreniyordu. Dolayısıyla BB‘nin dediği gibi bir paralel yapı gerçekten vardı. Dar Oligarklar ve Özel Seçilmişler paralel bakanlar kuruluydu. Bu yapı para trafiğini ellerinde bulundururken kullanışlı bakanlar da farkında olarak ya da olmayarak onlara hizmet ediyordu. Size bir kaç gün önce yolsuzlukta adı geçen kişilerden ziyade geçmeyenlerden korkun demiştim. Tam da kast ettiğim bu çatı yapıydı. Bakanları parmaklarında oynatan bu yapının özel kuryesi R.Zerrap‘tır Zerrap kendini bile idare edemezken bu kadar parayı mı idare edecek? Sıcak paradan Halife‘nin de ülkeye ve İslam‘a hizmet için istifade etmesi şarttı Zaten kendisi de yolsuzluk tanımını bu minvalde yapmıştı. Hiç kimse BB‘nin kendisi de dahil bir gün bunların ortaya çıkacağını tahmin etmiyordu. Gücün verdiği körlükle her şeyi aleni yapıyorlardı. Yine de kendilerine zarar verebilecek ve biat etmeyeceğini düşündükleri herkesi hatta alevileri bile cemaatçi diye pasifize ettiler. B. Atalay‘ın bütün bu pasifize işlerinde kullandığı kişi de E.Ala‘dır. E.Ala normalde düşünce üretebilecek biri değildir. Biraz saftır. E.Ala bu kara para aklama pastasından değil, arsa işleri ve ihale işlerinden nasiplenir. BB giderse onun da sonu olur. Bağırması ondandır. Bütün cabalamalarına rağmen kirli paranın peşine birileri düşüp takip edince 12-13 ay evvel haberdar oldular. BB aşırı sinirlenmişti. Bunları bulun diye bağırıyordu. Yoğun gayretler sonucu bir şeyler bulunamamıştı. BB‘nin haberdar olduğundan savcıların bilgisi olmuştu. Tam bir mücadele ortamına girilmişti. E.Ala ve H.Fidan‘ın ekibi bu işin içinde camiaya yakın yargı mensupları var diye rapor edince BB deliye dönmüş köklerini kazıyın bunların demişti. DERSHANE BAHANEYDİ Camianın insan kaynağı dershanelerdir diyen K.Özdemir‘in raporu işleve kondu. 2010 yılından beri BB‘nin elindeki en büyük koz dersanelerdi. Hocaefendi beni ortadan ikiye bölün ama dersaneleri kapatmayın demişti. Dersanelerinizi kapatacağız kozu camiaya sürekli ihtar edildi. Operasyona kılıf hazırdı. Dersanelerine dokunduk başlattılar denecekti. Yalnız operasyonun hemen patlak vereceğini farkında değillerdi. Savcıların bu kadar mesafe katettiklerinden haberleri yoktu. .Bir yıla kadar kimse operasyon başlatamaz o zamana kadar tüm tedbirlerinizi alın denmişti.Bir çok kişi operasyondan önce kıyıma uğramıştı. Operasyon sabahı hepsi şoktaydı. Zerrap, Bakan‘ları arayıp bir şeyler olacağını ima edince korkma hiç bir şey olmaz diyorlardı. Operasyon‘daki kilit ismlerden biri de Zerrap‘ın özel sekreteri olan kadındı. Zerrap göz altına alındığı esnada olay yerindeydi. Bir kaç gün sonra bizzat Beyefendi‘nin yardım ve talimatıyla yurt dışına çıkarıldı. Bir çok kayıt onunla gitti tabi. BB dersanelerini kapatıp rantalarına dokununca böyle yaptılar dedi.Sonra bunları çok daha önce tesbit etmiştik diye kendini yalanladı. R.Zerrap kimin, kiminle nasıl ilişkiler çevirdiğini en iyi bilenlerdendir. BB bile onunla ilgili olumsuz konuşamaz. Günler önce 15 gün içerisinde salıverilecek demiştim, KK‘da gurup toplasında dile getirince halkın tepkisinden korkup olayı soğuttular. Şu ana kadar Oligarşik Danısman Kadrosu‘ndan iki kişinin en yakın adamları R. Zerrab‘a gidip sabırlı olmasını salık verdi. Zerrab bunları kale bile almadı. Bizzat Danışmanlar‘la görüşmek istediğini aksi halde her şeyi açıklayacağını söyledi. 138 MİT YASASI YOLSUZLUKTAN ÖTE Oligarşik Kadro ve Özel seçilmişler bu kapristen hem rahatsız oldu hem de korktular.Bir Bakan‘ı devreye soktular. Bakan görüşmeye gitti. Hapishane teyakkuza geçirildi tüm kameralar kapatıldı. Görüşme yaklaşık 3 saat sürdü. Dışarı nasıl çıkarılacağı kendisine anlatıldı. Bakan‘ın anlattığı strateji bu gün gündemde olan MİT yasasıydı.Ülke‘nin akibetini etkileyecek maddeler 29 yaşında biriyle paylaşılıyordu. MŞT yasasında 3 önemli madde var. 1. MİT mensubunun mahkemelerde tanıklık yapmasını ortadan kaldıran düzenleme. 2.MİT‘in belge ve bilgilerine TBMM dahil hiç bir kurumun ulaşamayacağı. 3.Tutuklu bulanan yabancıların başka bir ülkeye gönderilebileceği. R. Zerrab şimdilik sessiz kalmaya ikna edilmiş durumda. Zaman neyi gösterir bilinmez. Allah Kadir‘i Mutlak‘tır. Reza Zerrab‘a istihbaratçıdır diyecekler, lakin Milli Irade içinde İran‘lı birinin ne işi var sorusuna henüz mantıklı bir cevap bulamadılar. Yeni MİT yasasında, MİT istediği kişilere sistemli sorgulama yapabilir deniyor. İstihbarat dilinde sistemli sorgulamanın adı ‘işkencedir‘.Camia‘nın suç işlediğine dair, hiç bir belge yok. Gözaltına almayı düşündükleri kişilere işkence yapmaya kapı açacak bir düzenlemedir bu. Fehmi Koru Habertürk‘te: ‘Akp kadrosunu çok iyi tanıyorum bu yeni Mit yasası onların düşüneceği bir şey değil‘ dedi Peki kim düşündü? Yeni MİT Yasası Batı Çalışma Gurubu‘nun 28 Şubat sürecinde kozmik bir şekilde hazırlamış olduğu MİT yasasıyla içerik olarak aynı. Meğer 28 Şubat bin yıl sürecek derken, RTE‘ye güveniyorlarmış. Yeni Mit Yasası geçerse Ergenekon‘un 54 yıllık hayali gerçekleşmiş olacak. Bu nesil kendi sonunu kendi eliyle hazırlayan birilerine ibretle şahit olacak. Bazen acısam mı bu insanlara diye düşünmüyor değilim. Yeni MİT Yasa‘sı akla şunu getiriyor. Bu adamlar nasıl bir suç işledi ki böyle bir koruma kalkanına ihtiyaç duyuyorlar? Oy oranı %1 olan bir camiayı bitirmek için bütün bir ülkenin kaderine etki edecek yasalar çıkarmak tek kelimeyle akıl tutulmasıdır. Bediüzzaman‘ı nasıl siyaset malzemesi yapacaklarını yazmıştım. Başbakan bu gün meydanlarda sürekli ondan örnekler verdi. Haklı insaflı olur… Bediüzzaman Said Nursi. heyecandan uyuyamazdınız… F. Gülen. Sizler‘e Allah neler nasip edecek bilseydiniz Yalan ve çalan korku imparatorluğu yıkılıyor Turpun büyüğü meğerse başbakanın oğluyla yaptığı sıfırlanma konuşmasıymış! Başbakanlık ses kayıtlarını yalanladı. Bu güne kadar neye yalan dedilerse doğru, neye doğru dedilerse yalan çıktı. Binlerce polis ve yargı mensubu boş yere mi sürgünden sürgüne gönderilip durdu? Üst üste çıkarılan kanunlarla neyin üzeri örtülecekti? Yapı kendi içinden bölünüp parçalanacak, Danışmanlar korkularını yüksek sesle dile getirmeye başladılar, korku duvarı aşıldı mı korku imparatorluğu yıkılacaktır. Camia‘ya seçimlerden sonra yapılması düşünülen operasyon, bütün riskler göz önüne alınarak seçim öncesine çekilebilir. Başbakan‘nın en büyük korkusu ve telaşı Bilal‘in fiziki takipteyiz babacım görüntüde olabilir dediği gibi ortaya, ses kaydında geçen sevkiyatın görüntülerinin çıkabilecek olmasıdır. Frekans seslerini bilerek söylüyorum bu ses dalgalarının montajlanması, konuşmanın gidişatındaki tonun montajla yakalanması mümkün değildir. Oligarşik Kadro ve Özel Seçilmişler, şunu düşünüyorlardır, BB ve oğlunu takibe almışlarsa bizim tüm kirli çamaşırlarımızı biliyorlardır. Koca çınar sanıp arkasına saklanarak bağırdıkları çınar bu akşam devrildi. Bu saatten sonra açıkta kaldılar. 139 Yeterince hain de bulamadılar.. Herkes iki kişinin arasında geçen konuşmanın şokundayken Havuz Medya‘sı dün ortaya attığı 7 bin kişilik dinleme yalanıyla meşguldü. 7 bin kişinin dinlenmesi için kaç tane eleman gerektiğini, kaç tane savcı kararı alınmasının zaruri olduğunu bilmeyenler iyi sallamış yahu! Savcı çıktı açıkladı, yine rezil rüsva oldular. Abdestiniz de namazınız da sağlam olabilir. Allah kabul etsin. İbadetinizi takdir ediyoruz, mesele kamu malını ilgilendiren günahlarınız! İslam hukukuna göre birinin zulmüne ya da günahına taraf olursanız o günaha ortak olmuş olursunuz. Hayrettin Karaman Hoca‘m bunu iyi bilir. Memleketin vatansever yargı mensupları derin yapılarla perde ardıda mücadele ederken Başbakan, Belediye Başkan‘ı bile değildi. Buhar olup memlekettenj uçmadılar ya. Elbet bu yolsuzlukların hesabı sorulacaktır. İSTİFA ETMELİDİR Kolay tesbitlerimi yapayım ve zor sorularımı sorayım. Başbakan ve oğlu açıkca yolsuzluk soruşturmasında delilleri karartarak 1 milyar doların bulunmasını engelliyorlar. Cemaata karşı atılan paralel devlet vaiz lobisi iftiralarıyla yürütülen ahlaksız kin ve nefret operasyonu şimdi net anlaşılmıştır.17 Aralık’ta operasyonun Bilal Erdoğan’ın evine de yapıldığını ama başbakanın özel harpten ekip getirtip polisi sokmadığını biliyordum. Başbakan ve oğlu telefon konuşmaları montaj olamaz, zira başbakanın sesi çok üzgün panik halinde korkmuş, oğlunun salaklığı üstünde zaten. Başbakan kısık sesle konuş dinlerler, para mara deme diyor, Bilal babacım senin paran diyor. Bizzat başbakan 30 milyon Avro şu iş adamına 20 milyon Avro şu iş adamına diye emir veriyor oğluna. Adam ülkeyi kendi holdingi zannetmiş sanırım. Başbakan bu sefer hayır işlemek için evimizde bir milyar dolar toplamıştık yalanını da söyleyemez; Bilal, ‘vakfa mı verelim’ diye soruyor, Başbakan, ‘yok, sıfırla, iş adamlarına dağıt’ diyor. Başbakan, oğulları ve kızları yargı karşısında çıkartılamazsa bu ülkede hukuk kalmaz, hiç kimse yargının işlediğine inanmaz, deniz tükendi, bu skandalla bitmiştir. İnsanlar madenlerde çöplüklerde boğaz tokluğuna üç kuruşa çalışırken, evindeki 1 milyar dolarla hayır işliyordum yalanını söyleyemezsin. Bu ülkede başbakan, oğulları, kızları ve kardeşi evinde hesabı bilinmeyen 1 milyar doların sıfırlanması hesabı verilmeden seçim de yapılamaz. Haksız elde edilen haraçlarla finanse edilen, havuz medyası ile zihinlerin bulandırıldığı bu seçim anlamını yitirdi. Başbakan Erdoğan ve Bilal Erdoğan’ın 1 milyar doları nasıl sıfırlayalım konuşmaları net hukuki delildir. Bundan sonra ya savaşarak ülkeyi daha fazla rejimine sokacaklar veya herhalde yargıya hesap vermek istemiyorlarsa Cem Uzan ve ailesi gibi yurt dışına kaçacaklardır. Başbakanın oğluyla yaptığı 5 evdeki 1 milyar doları iş adamları arasında dağıtma telefon konuşmaları turpun büyüğüdür, buna kılıf yoktur. Başbakan 17 Aralık’ta evlerinde tuttugu 1 milyar doların hesabını veremez, derhal istifa etmelidir; sıfirladığınız milyar dolar değil, kendiniz. Bilal Erdoğan’ın ‘bizi cemaatın kurmay heyet dinletiyor baba, cemaatın büyüklerinin hepsini temizle ki çaldığımız belli olmasın mealinde sitemi, cemaata ve Gülen’e yapılan zulmü izah eder. Haırsız Yavuz olmuş masumları katlediyor ve buna hakkı olduğunu savunuyor. ‘Erdoğan, evvelki gün ABD başkanı Obama‘ya Fethullah Gülen‘i şikayet etti. Hani Gülen’in arkasında ABD, CIA; MOSSAD vardı? Yalancılar size! Bülent Arınç, ‘yok Kıbrıs konuşuldu‘ dedi. Şimdi televizyonlar ve gazeteler bu akıl tutulması şikayeti konuşuyor. Şu ana kadar camiayı bitirmeye yönelik 17 adım atıldı. Danışmanların içinde öyle bir korku var ki, bu ara her söze küfürle başlıyorlar. İnsan iç siyaseti, dış siyaseti, dünya siyasetini bilmeyebilir ama insan kendini bilmelidir. Yalçın Akdoğan Hizmet‘in tüm küskünlerine ulaşalım demişti sürecin başında. Latif Erdoğan‘a gittiler, kendileriyle hareket etmesini söylediler. Latif Erdoğan bir hamle hakkınız var bitirdiniz bitirdiniz, bitiremezseniz bitersiniz dedi. Akdoğan bu sözün anlamını çok iyi biliyor. Akdoğan Üstad‘ın talebeleri saftır ne dersek inanırlar dediğinde Bakan Bekir Bozdağ kafa sallayarak onaylamıştı. Risaleden örnek vermesi tam riyakarlık örneği. Üstad‘ın talebeleri onların kirli siyasetini bilmeyecek kadar saf ve temizler doğrudur ama 140 hakikati kısa sürede fark edecek ferasettedirler. Camianın tüm gayrı memnunlarıyla görüşüldü yeterince destek bulunamayınca Başbakanı teskin edip yatıştırmak ve korkutmak amacıyla ‘belge yağıyor belge‘ dediler. MİT YASASI BAŞKANLIK SİSTEMİ İÇİN ÇIKARILIYOR Twitter’da fenomen olan Fuat Avni’nin yeni MiT Yasası tweetleri aşağıdadır, bu arada kaynamasın. MİT yasası geçmeden ve sansürle susturulmadan sözümüzü söyleyelim. Başkanlık sistemi ve Kürdistan kurma derdindeki MİT’i iyi okuyabilmek için Hakan Fidan‘ın göreve getirildiği şartları iyi bilmek gerek. 3‘lü zirve kararıyla başa getirildi. Başbakan, Cumhurbaşkanı ve, Beşir Atalay‘ın ortak kararıydı. Atalay‘ın en temel görevi doğudaki özerk yapıyı oluşturmaktır. 1972 yılından beri proje adamdır. Türkiye‘nin en krıtik olaylarında bu proje adamların asli rolü vardır, hedef odaklı çalışırlar. Sonradan evrilmiş değillerdir. Atalay 1993‘ten itibaren Kürt meselesine odaklı çalışır. Zaten yükselişi de manidardır. Öncesinde 2 yıl Humeyni ile birlikteliği vardır. Başkanlık sistemi fikriyle büyülediği Başbakanı Akdoğan da hilafetle süsleyince muhtar bile olamaz denilen adamı avuçlarına almışlardır. Başkanlık sisteminin konuşulmasının tek nedeni, eyalet yapısının özerlikle olan benzerliğidir. Başbakan dünden Başkanlığa hazır bekliyordur. Daha Fidan göreve gelmeden Erdoğan kendini başkan olarak görmeye başlamıştı. Kafasına sokulmuştu. Eyalet sistemi şarttı. Bir taşla 2 kuş vurulacaktı.Terör sorunu cözülecek, Erdoğan, efsane bir Başkan olarak gorevi yürütecekti.O andan itibaren dünya lideri dediler. Oslo görüşmeleri Fidan tarafından yürütülürken, kendisi görüşmede Başbakanı kastederek bizzat Beyefendi‘yi temsil ediyorum demişti. Öcalan‘la defaatle görüşmeye gönderilmişti. Fidan‘ın çocuk yaştan itibaren planlı yapının adamı olduğunu yazmıştım. Onun için çekirdekten gelme bu adama Atalay azami güveniyordu. Atalay, Acem‘in piyonu değil kendisidir. 3 vakit namaz kılanlardandır. Atalay, Anadolu insanından nefret eder. Rektörlüğü döneminde camianın hiç bir adamına göz açtırmayacaksınız diye yardımcılarına talimat verir. Erdoğan‘ın yanına yerleştirilen Fidan artık onun en çok güvendiği sırdaşıdır. Başbakan adına Öcalan‘la irtibatı kuvvetlendirir. Oslo‘da eyalet sistemine karar verilirken dikkat çeken bir isim vardı masada Nuriye Kesbir. Bu isim neden önemliydi. Öcalan ve Fidan eyalet sistemi konusunda çoktan anlaşmışlarken, Öcalan tarafında bazı problemler vardı. Ona güvenmeyenler mevcuttu. Öcalan eğere PKK içindeki etkinliğini kaybederse Erdoğan’ın başkanlığı hayal olacaktı. Tüm oyun bunun üzerine kurulmustu. Daha bir ay önce Atalay‘ın Öcalan bütün Kürtler‘in lideridir ifadesini lütfen hatırlayın. PKK‘nın değil bütün Kürtler‘in. Öcalan‘ın etkisini en çok kıran ve PKK içindeki Aleviler‘in üzerinde ağırlığı olan Sakine Cansız‘dı. Cansız açıktan Öcalan‘ı eleştiriyordu. Oslo‘daki görüsmeye katılmak isteyen Cansız‘ın yerine Nuriye Kesbir gönderilmiş oldu. Cansız Oslo‘nun peşini hiç bırakmadı. Üzerine gittikçe rahatsız olan Öcalan‘ın Fidan‘dan bir isteği oldu. Kibar yollu Cansız‘ın etkisizleştirilmesi gerektiğini söyledi. Fidan, Erdoğan’dan ve.Atalay‘dan asla bağımsız hareket etmez. Ne gerekiyorsa yapın arkanızdayız dendi.Öcalan‘ın talimatı yerine gelecekti. Fidan göreve başladığı ilk gün Erdoğan ona seni buraya iki meseleden dolayı getiriyorum dedi. A.Terör sorunu ne bedel ödenirse ödensin çözülecek. B. Her şeyde bize ayak bağı olan camia temizlenilecek. Hiç şaşırmayın, Erdoğan o gün camianın fişini çekmişti. Perde altında hep ikili oynadı. Zaten Oslo görüsmelerinde de hizmet hareketini doğudaki etkisi masaya yatırılmıştı. Cemaatın kalemi 17 Aralıkta değil, Oslo‘da kırılmıştı. CANSIZ’I ÖCALAN MİT’E ÖLDÜRTTÜ Cansız etkisiz hale gelecek Doğu‘da KCK yapılanması güçlendirilecekti KCK yapısı içinde istihbarat elemanları konuşlandırılmıştı bile. Cansız‘ın operasyonunun kod adı Lili Marleen‘di. Operasyon Ömer Güney üzerine kurgulandı. Tetikçiliğini o yapacaktı. .Avrupa‘daki PKK içinde etkili isimlerden biri de Mustafa Karasu‘ydu.Öcalan‘a çok yakın biriydi, Cansız onun için Ergenekon‘un adamı derdi. Oslo 141 görüsmelerini kurcalayan Cansız‘a mesaj göndermişti. Akıllı olsun yoksa ona Lili Türküsünü okuruz demişti. Operasyondan haberdardı. Mustafa Karasu ve yine etkili bir isim olan Rıza Altun referansıyla örğüte biri monte edilmişti. İran‘lı Dewran. Cansız‘ın yanındaydı. Operasyonun MİT ayağını görev bölgeleri Avrupa ve alanları PKK olan O.Y ile U.K üstlenmişti. Şu an MİT‘te daire başkanlığı yapıyorlar. Tetikçi Ömer Güney‘le defalarca görüşme yaptılar. Dinlemelerden birine takılan O.Y Atatürk Havaalanında göz altına alındı. Hemen özel bir emirle bırakıldı. Operasyon kusursuz bir sekilde gerçekleştirilirken, Ömer Güney‘e kapıyı da İran‘lı Dewran açmıştı. Düşünebiliyor musunuz Öcalan‘ın emriyle Mit adam öldürüyordu. BDP olaya nasıl tepki vereceğini bilememişti. Öcalan hemen devreye girdi. Hiç bir şey barış sürecini engelleyemez dedi. Kandil‘e göz dağı verilirken kontrol bende diyordu.İstihbaratçı gazeteciler devreye girdi. Günlerce eyvah yine kan dökülecek demiş milleti korkutmakla kalmamış Öcalan‘ın önemini vurgulayıp durmuşlardı. İstedikleri olmuştu. MİT’İN KCK YAPISI KÜRDİSTAN’I KURUYOR Doğudaki KCK yapısı içindeki istihbaratçılar her türlü oyunu bizzat organize ediyorlardı. Kürdistan’I MİT kendi eliyle KCK’ya 4 ülkede kurduruyordu. CIA ve MOSSAD’ın da zaten istediği buydu. Abdullah Öcalan bu oluşumun başına getirilecekti. Meydan onlara kalmıştı. Kimse dokunamıyordu. Şehir merkezine bile inmişlerdi.Merinos Eyalet Komutanlığı adı altında zengin iş adamlarından tehditle vergi adı altında para alıyorlardı. Şimdi süreç tam istedikleri kıvama geldiğinden BDP yüksek sesle özerklik talebini dile getiriyor. MİT artık onların suçlarına ortak. Yeni çıkacak MİT Yasası bütün bu kirli işlerin üstünü örtecektir. Yasa geçerse kimse yargılanamayacaktır. Belgeleri TBMM bile alamayacaktır. Erdoğan’ın, başkan olma hırsıyla girdiği bu yolda MİT tamamen kirlenmiştir. Emir ve talimatlar Erdoğan’dan geldiğinden yasa ona kalkan olacaktır. .Bu yasa sadece olacakların önünü açmak için değil olanların da üstünü öretmek içindir. Geçerse eğer yapılan ihanetler kapatılacaktır. PKK aklanırken camia da terör listesine konmuş olacak. Hiç bir şeyin hiç bir yerde hiç bir zaman kapanmadığını gördük. Allah Kadir-i Mutlak. MİT’in yapısı ve İran kumpası! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, maalesef Hitler’in kurmayı Joseph Goebbels’ın Hitler’e yazdığı taktikleri kullanıyor. Goebbels, “propagandası yapılan şeyin gerçek ya da yalan olduğu önemli değildir, önemli olan çok kişiye ulaşmasıdır” diye yazmıştı. Ancak kara propagandayı pervasızca kullananlar bilmeli ki, ‘yalan ve gösterişler gürültülü, hakikat ve samimiyet sessizdir’, gerçeklerin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın doktora tez konusunun kara propaganda olması elbette tesadüf değildir. Rahmetli Özal’ın kurmaylarından eski bakan Mehmet Keçeciler, ‘7 bin kişi dinlendi’ iddialarının Cemaat’e mal edilemeyeceğini söyleyerek, “Böyle bir şey asla kabul edilemez.” dedi. Son bir yıldır, korkutma, damgalama, günah keçisi ilan etme şeklinde kara propaganda teknikleri MİT tarafından hoyratca kullanılıyor. Seçilen anahtar kelimelerle zihinlerde yanlış çağrışımlar yaptırılıyor, zihinler yönetiliyor. Bu anahtar iftira, bühtan, karalama merkezli kin ve nefret pompalayan kelimelerin listesini çıkardım, bu bir doktora veya kitap konusudur. Bu kelimeleri kullanan insanın müslüman kalması zordur, siyasette yalan caizdir fetvası aldılarsa bilemem. Camia neden tek ‘günah keçisi yapılıyor sorusunu herkes soruyor. 7 bin dinleme yalanını savunmaya devam eden havuz medyası, her görüşten onlarca aydın, yazar, siyasetçi ve sanatçıda ‘korku ve nefret’ hasıl etmeye ve ‘paralel’ damgalamasını oturtmaya çalışıyor. Elbette Başbakanın “15 gün sonra size operasyonu canlı izleteceğim” dediği “Büyük Casusluk ve Vatana İhanet” soruşturması için sahte, 142 çakma delil oluşturuluyor. 28 Şubat sürecinde Vural Savaş’ın izlediği taktik kopyalanmış; medyada açacağın davanın delilini oluşturma eski bir yöntem. Gazeteci ve yazar Hasan Cemal, Erdoğan’ın bağımsız yargı önünde hesap vermesi gerektiğini savundu ve bu hükümetin meşru yollardan son ermesi gerektiğini yazdı. Resmen ülke siyasi bir dizi seyreder hale sokuldu, milleti komplo teorisi manyağı haline getirdiler. Erdoğan ve Havuz Medyası, yolsuzlukların ortaya çıkmasından sonra büyük bir telaş içinde sağlam çelişkilere imza atıyor ve büyük bir travma geçiriyorlar. Ülkemin başbakanı cemaatı ABD Başkanı Obama’ya gammazlıyor. Erdoğan bu gerçeği kendi milletvekillerine itiraf etmiş: Obama’ya, “İçişlerimize karışan o zat sizin ülkenizde misafir. Oradan buraya müdahale ediyor” demiş ve hiç utanmamış. ‘Başbakan hem Cemaat’in ABD ve İsrail’le hareket ettiğini söylüyor hem de Obama’ya Gülen’i şikayet ediyor. Bu saçmasapan iki yüzlü tavrı eleştirmek, akılsızlığın yorumunu yapmak hakkımız değil mi? Başbakan siyaset için çok rahat yalan söylüyor. Şimdi de diyor ki “o telefon konuşması montaj”. İyi de nasıl inanalım, bunca yalandan sonra? Neden doğruyu konuşmuyorsunuz? MİT, tüm dinlemeleri Gölbaşı’ndaki merkeze almaya çalışıyor. Hiç bir savcı bundan sonra dinlemenin manipüle edilmediğinden emin olamayacak, hatta yürütmenin baskısı, izni ve emri olmadan sağlıklı bir soruşturma ve kovuşturma dahi yapamayacaktır. Daha düne kadar doğru istihbaratın yüzde 87′sini elinde bulunduran Emniyet İstihbarat, “cemaatci” bahanesiyle tokatlandı, yüzde 3 güvenli isthbarat başarısı bulunan MİT’e yakayı kaptırdı. Havuz medyası kullanılarak legal 2 bin küsur dinlemeyi çarpıtarak medyalarında 7 bin yaptıran MİT tezgahının hedefi, parti devletinin “Gestopası”nın istediğini mahkeme kararı olmadan dinlemektir. Polis savcı ve hakim üçgeninde sağlam bir delil zinciriyle yapılan dinlemeler tarihe karışıyor, bundan sonra MİT’in yasal izin almadan yapacağı dinlemeler olacak ve bu durum ülkeyi bir Gestopa rejimine götürüyor. Yargının yaptığı tüm yasal dinlemelerin cemaatın üzerine yıkılması, Hakan Fidan’ın yazdığı bir tiyatro, tam bir cambazlık ve sihirbaz illuzyonuydu. MİT’in kurduğu yeni KGB sisteminde yargı gereksiz bir unsur ve ayak bağı. Yeni MİT yasası ile dokunulmazlık zırhında serbest suç işleyecekler. Twitter’de 4 günde 124 bin takipçiye ulaşarak fenomen haline gelen Fuat Avni, herkesin merak ettiği MİT’de neler oluyor sorusuna cevap verdi. Evvela Fuat Avni ben değilim, ama twitter’da destekledim ve meşhur olmasına katkıda bulundum. Kim olduğunu elbette biliyorum ama başbakana ve meraktan çatlayan MİT mensuplarına söyleyemem. Bu karanlık dönem dağılana kadar kimseye söylememe konusunda kendi kendime söz verdim, yerin kulağı var. Okuyalım: MİT’in yapısı nasıldır? MİT‘in içinde birbirini iyi bilen 3 ana gurup vardır. 1.İran‘ın hedefleri doğrultusunda hareket eden Özel Seçilmişler‘in kontrolündeki yapı. 2.Her türlü kirli işlerde kullanılabilen eskiden Ergenekon‘a çalışan, etkinliğini kaybetmesine rağmen hala blok halinde hareket eden yapı. 3. gurup Sünnisi, Alevisi, ateisti, dindarı, sağcısı, solcusuyla memleketin selameti için çalışan gurup. Son 20 yılda hayli güçlendiler. MİT içindeki 2. yapı zaman zaman 1. yapının kontrolüne geçer.2 gurup kirli işlerde ittifak ederler. Hakan Fidan bunlara hakim olduğunu zanneder. Bu iki yapının içinde Alman, İngiliz, İsrail, ABD istihbaratçıları diledikleri gibi at koştururlar. MİT Müstaşarı Hakan Fidan o yüzden kontrolü sürekli kaybeder. Her yapının MİT dışında beraber hareket ettikleri kurum ve kişiler vardır. Asker, emniyet, yargı mensubu, basından gazeteciler ve iş adamı ayakları bulunur. MİT o yüzden bu kadar etkilidir. Ak Parti iktidara geldiğinde en güçlü yapı olan Ergenekon yapısı zayıflatılırken, özellikle ilk 5 yıl bağımsız olan 3. yapı çok kuvvetlendi. 143 Siyasi İslam geleneğinden gelen Başbakan, Özel Seçilmişler‘in telkinleriyle MİT‘in ancak bu geleneğe evrilirse milli olacağı yanlışına inandırıldı. Başbakan buna ikna olunca İran yapılanmasına gün doğdu. Böylece 1. yapı zayıf olan 2. yapıyı da bünyesine katarak bağımsızları hedef aldı. Yıllardır bağımsız gurupla çalışan, emniyet ve yargı güçleri, 17 Aralık‘ta tepelerine bindi. Menfaat birlikteliği olan 1.ve 2. gurup dağılmaya başladı. Peki, operasyonu kim yaptı? Neden bu güne kadar beklendi? Dersanelere dokunulunca operasyon başlandı demek cehalettir.Türkiye‘nin gücünü dershanenin koruyucularından ibaret sanmak ahmaklıktır. İran ambargosu kalkmasa ve İran elini Türkiye‘deki kılcallardan çekmeseydi, operasyon yapılamayacaktı. Bilgi ve belgeler yine istiflenecekti ama rejim krizine dönüşen yolsuzluklar vebrüşvet belkide ortaya dökülmeyecekti. İran denizi bitti. Tahran başbakan ve şürakasına kazık attı. Başbakan ve Özel Seçilmiş‘lerin üzerindeki koruma kalkanı kalkmıştı. 7 yıldır beklenen an gelmişti. Derinden yürütülen operasyonlara gün doğdu. Nükleer antlaşmadan 3 gün sonra Hakan Fidan‘ın yardımcılarından biri Başbakanlık‘ta bir devrin sonu geldi dediğinde kimse bir anlam verememişti. Kara para trafiğinin kilit ismi Babek Zencani‘nin göz altına alınacağı dilden dile dolaştı. İnanılmaz bir telaş yaşadılar. Boşluğa düştüler. İran nükleer anlaşmayı yapıp üzerindeki ambargo kalktığında kara para aklama işi bitmiş oldu.İlk darbe ağababaları olan İran‘dan geldi. Neden 17 Aralık‘a kadar beklenildi? 1. ve 2. yapının İran‘ın tam desteğiyle korunduğundan başbakan rahattı. Ancak şunu hesap edemedi, İran elbette işi bitirince çekilecekti. 11 yılda kimin ne kadar pisliğe bulaştığını çok iyi biliyorlardı. Bal tuzakları, Muta operasyonu ile çok sayıda bürokrat ve politikacı kirletildi. Tehdit ve şantajla Tahran’a nüfuz ajanı yapıldı. Memleketi sahipsiz zannedenler açıktan her türlü ihaneti ve günahı işledi. Başbakan ve Ak Parti kadrolarına hiçbir zaman güvenmediler. Vesayetin ne olduğunu iyi biliyorlardı. 11 yıl her şeyi belgeleyip kayıt altına aldılar. Çünkü bağımsız yapı tek bir aidiyete mensup değildi. Türkiye mozaiğiydi. 20 yıldır zannedilenin üstünde çok daha güçlüydü. Tedbirliydiler. Bağımsız yapı içinde camiayı asla tasvip etmeyenler bile camianın adamları diye tasfiye edilmeye çalışıldı. En büyük hataları bu oldu. Aynı zaman diliminde algı işlenmeye baslandı. Camia Mit‘i ele geçiriyor engel olacağız burası son kaledir dendi. Başbakan buna çok şartlanmıştı. Peki, belgeler neden yavaş yavaş veriliyor? Arap ülkeleri veya Ukrayna değiliz yüz yıllardır istihabarat geleneği olan bir ülkeyiz. Her şey bir anda boca edilse ülkede iç savaş çıkar. Neden her şey bir anda ortaya dökülmüyor? Ülkenin menfaati düşünülüyorda ondan. Taşlar yerine yavaş yavaş oturtuluyor. Strateji izleniyor. AKP bilsin ki 11 yıldır hangi kirli işe bulaştıysalar bilgisi, belgesi, kaydı var. Milleti nasıl kandırdıkları gün gün ortaya çıkacak. Ülkeyi seven herkes bilsin, ülkenin selameti için hayatını vakfetmiş kişiler onların tahmin ettiklerinin çok üstünde Allah Kadir‘i Mutlaktır. HAKKIMI HELAL ETMİYORUM Hanımının adı Efendimizin annesinin adı, kendisinin iki adından biri Efendimizin “Receb Allahın ayıdır” buyurduğu üç aylardan mübarek Receb-i şerifin adı. Diğeri Cenab-ı Hakkın “Size verdiğimiz rızıkların tertemizinden (helalinden) yiyin” ayetende geçen ve tertemiz manasındaki Tayyib kelimesi, çocuklarının adları; Efendimiz (sav) in, Hz Bilal-i habeşinin ve sahabiye annelelerimizin adları. Görülüyor ki siz dindar bir ailesiniz. Hem böyle dindar bir aile olacaksınız, hem dinimize dünyada kimsenin yapamıyacağı karalamayı yapacaksınız. Böyle isimleri dahi dine dayanan, dindarlıkları, değil Türkiye bütün Dünyaca bilinen sizlerin şu mübarek, pırıl pırıl, nur gibi dine ve O nun mensubu olan 144 müslümanlara sürdüğünüz leke on senede yirmi senede temizlenmez de, 40-50 senede temizlenir mi bilmiyorum. Bundan sonra hiç bir müslümanı ” o müslüman adam, dindar adam”diyemiyeceğiz. Çünkü cevabı hazır “müslümanları da gördük”. Çocukluğumuzda çoğu insanda “hocalar yiyicidir” kanaatı vardı ve müslümanların itibarı yoktu. Düğün yemeği gibi toplu yemeklerde, bilhassa hocaların bulunduğu sofralarda hep hoca-manda hikayeleri anlatılırdı ve kahkahalarla gülünürdü. Bir bakkal dükkanında, bakkal imama “hoca kahveden üç çay söyleyip gelsenya ” diyebiliyordu. Senin her gün ayrı ayrı yaftalarla yerip yerin dibine batırmaya çalıştığın o cemaat tâ Bediüzzaman Hz lerinden başlıyarak müslümanların itibarını kurtarabilirmiyiz diye en muhtaç olan talebelerine kadar ne zekat aldı, ne sadaka. Ve Allaha şükür hoca- manda hikayeleri de unutulmuştu. Ama bundan sonra müslümanları hangi hikayaler, hangi hakaretler bekliyor bilmiyoruz. Dinimize bu akıl almaz kötülüğü yapanlara HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. Selamla başlayıp yüz milyonlar EURO ları nasıl kaçıracaksınız, nerelere saklıyacaksınız görüşeceksiniz sonra yine selamla bitireceksiniz. Bari İslamın şiârı olan o mübarek kelimeleri ağzınıza alıp kirletmeseniz. Selamla başlayıp selamla bitirenlere HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. Başta bütün bir milletin mes’ûliyetini yüklenip, milletin başı manasında bir ünvanla makamına oturan, ama milletinin hakkına sahip çıkmayan, üstelik evlerinden bunca EURO ların kaçırılmasının ardından “aferin, çok iyi ettiniz” dercesine HSYK kanunu tasdik eden sayın (içimden gelmese de) Cumhur başkanına HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. Özürlü, hasta çocuğu olup fakirlikten ameliyat yaptıramayan, tedavi ettiremeyen, fakirlikten hayvan damı gibi evlerde oturan binlerce, belki milyonlarca vatandaşı olan bir ülkede bu kadar milyarların yenilmesine sadece makamı ve partisinin hatırına ses çıkarmayan Bakan ve millet vekillerine HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. (Neyin hatına bilemiyeceğim )bütün zulümler, bütün haksızlıklar ortada iken hala bunları destekliyen yazarlara HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. Ve en acısı, en acısı kimlerin ve neyin hatırına ise 70 milyonun, tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını , hatırını arkaya atıp “bunlar size az gelir yiyin daha da yiyin ” dercesine bunlara fetva veren hocalara! HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. “Ben askerde telsizciydim, her zaman önümde devletin keğıdı kalemi vardı, ama ben devletin bir tane keğıdını kullanmadım, devletin kalemiyle kendim için bir harf yazmadım” diyen, beş sene müdürlüğünü yaptığı yurtta talebenin yemeğinden bir lokma yemiyen, gerektiğinde (müşahedemle) soğanı katık yapıp karnını doyuran, dikili bir ağacı olmayan, 70-80 tane esri olan, helalinden besliyemem ve hizmetime de mani olur endişesiyle izdivacı dahi düşünmeyen, bir cani gibi kovalanırken dahi gitmesi gereken her yere giden ve hizmetlerini kesinlikle aksatmıyan, okumaktan, okutmaktan ve fakir talebeleri himaye etmekten başka birşey düşünmeyen, hak mezheblere sımsıkı bağlı, sünnî akîdeden hiç taviz vermeyen, hayatını Kur’an ve Sünnet çizgisinde en hassas şekilde sürdüren, hizmetlerini yürütürken kimsenin medyuniyeti altına girmeyen, nereden besleniyorsunuz diyerek Amerikaya ve Suudi Arabistana işaret edenlere “bir dolar, bir riyal aldığımızı isbat etsinler kendimi pencereden atarım” diyebilen, kendisi için milyonların canını fedaya hazır olan, kendisine atılan o çirkef sözler (kem söz sahibine aittir) milyonların vicdanını delik deşik ederken O “uslubumuzu bozmayalım” dediği için sabreden bir din âlimine o çirkin isnatlar yapılırken makam ve mevkiinden ötürü, particilikten ötürü, farklı bir cemaatta bulunmaktan vs. den ötürü susanlara da HAKKIMI HELAL ETMİYORUM. Aksine herşeyi göze alıp Yahya Alkan, Şeyh Nureddin Mutlu hocalarımız gibi zatlara çok teşekkür ediyor ellerinden öpüyor, onlar gibi hakkın yanında olan hocalarımıza uzun ve bereketli ömürller diliyorum. Neyimiş Camia bu partiyi yıkacakmış da kendisi parti kuracakmış. Hoca Efendi bir parti kuracak veya kurduracak olsaydı şu zamandan daha uygun bir zaman mı bulacaktı? Herkes biliyor ki bu pisliklerle bu parti bitmiştir. Gidecek bir alternatif olmadığı için bekliyor. Beklentisi olmayanlardan neredeyse hergün az da olsa istifa haberleri görüyoruz. Bugün Erdoğanın etrafından duranlar alternatıfsizlikten durmaktadır. 145 İşte böyle bir zamanda Hoca Efendi ” Bediüzzaman Hz. lerinin Şeytandan ve siyasetten Allaha sığınırım sözünün manasını şimdi daha iyi anlıyoruz” diyor, bizim Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçmamız gerektiğine işaret ediyor. Biz de Allahın yardımıyla kaçacağız, inşaAllah o pisliğe bulaşmayacağız. Bitirirken şunu da hatırlatmak istiyorum; bu yazıyı okuyanlardan belki yüz binlerce belki milyonlarca insan ben de “HAKKIMI HELAL ETMİYORUM” diyecektir. İsmail Büyükçelebi http://ibuyukcelebi.blogspot.ca/2014/02/hakkimi-helal-etmiyorum-hanmnn-ad.html Hangi birini yazacaksınız? Biz nasıl bir ülke olduk Allah’ım demekten kendini alamıyor insan. Yatsıyı bulmadan sönen yalancının mumundan mı, sorumsuzca sorumluluklarını tüketen sorumluların beyanlarından mı, hakaret kelimesinin dahi anlam çerçevesini aşan hakaretlerden mi yoksa bu köşenin muhtevasını belirleyen dinî değer ve hükümleri hiçe sayan savrulmalardan mı? Notlarıma baktım; “sahte veli, yalancı peygamber, içi boş alim müsveddesi.” Ardından “çanlarına ot tıkayacağız; biz varsak siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz” tehdidi. Sonra “Kimsin sen? Senin ağababalarını yenmişiz” sözleri. İtikadî ve hukukî açıdan değerlendirme yapacaktım bunlara ama sıra gelmeden yenileri devreye girdi. Bu yazıyı yazarken yeni ilavelerin olacağından da hiç şüphem yok. Onun için yazıyı kaleme almak için oturduğumda haber sitelerine baktım. Bugünün flaş konusu Yeni Şafak ve Star’ın listesini verdiği 3 ve 7 bin kişinin –nedense aralarında anlaşamamışlar veya tashih hatası olmuş!- dinlenme meselesi. Yazı bitince yeniden bakacağım, bakalım neler olacak? Devreye giren yeniler nedir? Şefkat Tepe dizisindeki rüya sahnesinde Efendimiz’in (sas) ışık sûretinde sembolize edilmesi. Akit gazetesinin ezan karikatürü. Başında kippa, boynunda Hz. Davud yıldızını resmeden bir müezzinin ezanda “haydi salaha ve felaha“ yerine “haydin yalana, kumpasa ve ihanete” diye ezan okuyuşu. Ertesi gün tasması bir Yahudi’nin elinde köpek şeklinde resmedilmiş ve Türkiye’ye dışarıdan havlayan insan karikatürü. Kim o insan? Şiddeti zuhurundan gizli? Hâlâ daha tahmin edemiyorsanız ya Türkiye’de yaşamıyorsunuz ya da bu gazeteleri takip etmiyorsunuz demektir? Sivas ve Kütahya’daki seçim propaganda konuşmalarında “Aile nedir, çoluk-çocuk bilmez o”, Yozgat’ta Hizmet’in yurtlarında hükümete beddua için yataklarından kaldırılan kız çocukları” ve Afyon’da Bediüzzaman’ın Afyon Cezaevi’nde çektiği sıkıntılar üzerinden Hocaefendi’ye yapılan göndermeler. Haklı değil miyim dostlar nasıl bir ülke olduk demekte? Değil benim gibi haftada bir defa 3500 vuruşla bunlara cevap vermek, her gün müstakil bir gazete çıkarsan yetmeyeceği açık. Bu hafta diğerlerinin eskimesi, rüya meselesinin ise çok dile dolanmasından hareketle rüya ekseninde yazayım istiyordum. Hani Kur’an’ın aralarındaki fark mahfuz “menâm, büşrâ ve hulm” kelimeleri ile anlattığı rüyadan. Allah Resulü’nün (sas) “nübüvvetin 46 parçasından biri” ve “mübeşşirat” dediği, ashabına zaman zaman “bugün mübeşşirat göreniniz yok mu?” diye sorduğu rüyadan. Ehl-i hakikatin Efendimiz’in (sas) istihare tavsiyesine ilave ettiği rüyadan. Âyân-i sâbitenin misal ve berzah âlemine sembollerle akseden rüyadan. Ümmü Eymen Validemizin tespitine göre Efendimiz’in (sas) ruhunun ufkuna yürümesi ile kapanan vahyin bereketini devam ettirdiği rüyadan. Madde ve fizik ötesi âlemi “aklı gözlerine inmiş” maneviyat körü insanlara gösteren rüyadan. Ruhun idrak ufkunu münkirlere bile tasdik ettiren rüyadan. Belki de ilk insan Hz. Adem’den bu yana beşerin ayrılmaz bir parçası, nice hak dostunun, hakikat âşığının, gönül mimarının hayatlarına yön veren rüyadan. Objektif bir bilgi sebebi ve kaynağı olmamasına rağmen subjektif manada tabire ihtiyaç duymayacak ölçüde fizikî âlemde 146 tezahür eden, kader’den kaza planına geçen rüyadan. İsterseniz daha müşahhas ifade edeyim; “Şeytan benim suretime giremez.” diyen Allah Resulü’nün (sas) Çanakkale’de at sırtında Müslüman Mehmetçik’le birlikte küffara karşı birlikte savaştığının görüldüğü rüyadan. Bahsedecektim ama gördüğünüz gibi yerim bitti ve edemiyorum. Şu kadar söyleyeyim; Şefkat Tepe’de resmedilen o rüya masa başında senaryo olarak yazılmış değil, aksine bizatihi görülmüş. Bu bir. İkincisi; İslamî kurallara uygun biçimde -ki daha önceleri âsâ, gül ve Osmanlı minyatür sanatında beyaz sarıklı, yeşil cübbeli bir hâle şeklinde sembolize edilmiştir- ekrana yansıtılmış ve ışık sembolü kullanılmıştır. Ben meselenin Hz. Peygamber’e (sas) karşı duyulan hassasiyet olduğuna nedense inanamıyorum. Dizinin Konya’da valilik tarafından çekimlerinin yasaklanması da bunun göstergesi. Eğer dinî hassasiyet, Peygamber sevgisi olsaydı rüşvet, irtikap ve yolsuzluktan adam kayırmacılığa, yalan söylemekten kul hakkına tecavüze kadar uzayan açık dinî emir ve yasaklara aynı ölçülerde riayet edilirdi. Yer bitti, yazı da bitti. Yaklaşık 45 dakika oldu. Tekrar bakıyorum haber sitelerine. O da ne; o telefon dinlemelere izin verdi denilen savcı açıklama yapmış; “O tarihlerde ben özel yetkili mahkemelerde savcıydım, bundan haberim yok.” İşte böyle dostlar; hangi birini yazacaksınız ki? Ahmet Kurucan, Zaman, 27.02.2014 HEPİMİZ 28 ŞUBATÇIYIZ… KIVIRMAYALIM… İstiklal Mücadelesi veren bir milletin evladını İstiklal Mahkemelerinde yargılayanlar, Ulucanlar’da asanlar, kesenler kimlerdi, nereden gelmişlerdi? Şefkatli, merhametli bir milletin içinde, o caniler, zorbalar, katiller nasıl barınabilmişti ve kendi çocuklarına nasıl kıyabilmişlerdi! Gelelim 28 Subat’a… Faturayı sadece bir kaç paşaya, medyadaki bazı gazetecilere, milletvekillerine, bürokratlara, hatta bazı cumhurbaşkanlarına, başbakanlara kesip işin içinden çıkıyoruz. Böylelikle, giriftar olduğumuz müşterek günahımızdan (collective guilt) kurtulmanın yollarını arıyoruz! Halbuki bu günah, gelecek nesillerin de ibret alabilecekleri bir tevbe-i nasuh gerektiriyor. O da toplumun demokrasi bilincini içselleştirmesine ve birlikte yaşama anlayışının yerleşmesine vabeste…Heyhat, toplum olarak, bundan hala çok uzağız. Şimdilik, 28 Şubatçıları yargılamak için eğer bir Nurnberg Mahkemesi kuracaksak , topyekün bir millet olarak sanık sandalyesine oturmamız gerekiyor. Evet, ne yazık ki suçlular ve suçlu olma potansiyeline sahip olanlar aramızda: sen ben o siz biz onlar… 28 Şubat döneminde ben de özel okulun birinde idealist bir muallimdim. Gestapolar tarafından takip, teftiş hatta tedhiş edildiğimiz o meşum günlerde, alelade işlerimi bile sakit bir infialle görüyordum. Verdiğim bir mücadele vardı; bu, genç yaşımda beni yormuştu; hatta derin bir ümitsizliğe boğulmak üzereydim. O dönemlerde yapılabilecek en iyi şey askere gitmekti, ben de gittim. Haziran fırtınasının ortalığı kasıp kavurduğu günlerde askerdim. Sonra, nice öğretmenler tanıdım, dindardılar, perukluydular, aralarında yakınlarım da vardı. Bir sabah ellerine zarflar tutuşturuldu: “Devlet memurluğundan çıkarıldınız” “Umut ne kadar azdı.” Onbinlerce özbeöz vatan evladının hayatı karartıldı. Ellerindeki master ve doktora diplomalarıyla ortada kalakaldılar, sekreter bile olamadılar; evlerinde ah vah edip kafayı yedi onbinlercesi. Binlerce avukat, doktor, mühendisin canına okundu. 147 Toplumda yüzde bir bile tabanı olmayan bir şirzime -i kalil, masum insanlardan cüzzamlı, vebalı insanlar üreten üfunetli bir sistem yarattı.. Bugün 28 Şubat bitti diyenlerin hiç biri de o günlerin mağdurlarından değildi. Güce tapanbu topraklarda, 28 Şubat ruhunun her an hortlayabilme ihtimali ve potansiyeli sürekli sözkonusu olacak, 28 Şubat farklı şekil ve şemaillerde bin yıl değil, ebediyen sürecek. Ülkemizdeki neme lazımcı, hepbanacı ve hamsofta kaba yobaz bir din anlayışı, kafatası milliyetçiliği, bağnaz laiklik her zaman 28 Şubatlara zemin hazırlayacak… Bu meyanda, isterseniz o dönemin perde arkasındaki bazı aktörlerine kısaca bir göz atalım: Bölüğünü, taburunu, tugayını fişleyen komutanlar ne kadar 28 Şubatçıysa, mangasındaki erleri dini durumlarına göre,üstlerine gammazlayan Tokatlı onbaşı, Çankırılı yazıcı, kısa dönem asker arkadaşlarının fişlemelerini maharet ve ievkle bilgisayara geçiren ilahiyatçı yedek subay da o kadar 28 Şubatçıydı. Askerliklerini rahat yapıp bitirdiler, terhis olunca da gerektiğinde hortlamak üzere 28 Şubatçı zihniyetlerini de yanlarında alıp memleketlerine döndüler. Yegane vazifesi okulundaki öğretmenlerini gammazlamak ve raporlamak olan gölgesinden korkan ülkücü, mukaddesatçı, muhafazakar,dinidar bilumum müdürler de dönemin malum zihniyetli gaddar Maarif nazırı kadar 28 Şubatçı. Kazanılan bütün işten atılma davalarına hiç geciktirmeden cevab-ı red veren Danıştay devletlüleri… Başıörtülülüleri Milli Eğitim Müdürlüğü binalarına sokmayan kapıdaki görevli, itiraz dilekçesini imza karşılığı almayarak çöpe atan kraldan fazla kralcı evrak kabul memuru siz 28 Şubatçı değil misiniz? Ve bugün Türkiye’de yaşamıyor musunuz! Kararlara imza çakan muhterem siyasiler…Bugün attıkları o imzayı hala savunmuyorlar mı! Cumaları kürsüde ellerine tutuşturulan hutbeleri harfi harfine okuyan, imani meseleler bir yana, her biri bitki çiçek börtü böcek uzmanı olan resmi hizmete mahsus imamlar…Neylersin viran olası hanede evlad u iyal var…değil mi! Üniversitedeki odasında pısırık pısırık oturup da dua hakkını, inşallah sıra bana gelmez diye kullanan miskin akademisyenler… Her dönemin adamı, idare-i maslahatçısı seni… Bugün analizleriyle mangalda kül bırakmayan muhafazakar köşe yazarları… Ellerinde çetele, halkı sokak sokak ev ev fişleyen mahalle muhtarları… Sadece vicdanlarımızı değil, ceplerimizi de kurutan 28 Şubat’ın siz sayın banka memurları, ultra çağdaş memureleri…ihlaslı kazanç kurumlarının genel müdürleri… 28 Şubat şahsı manevisinin prototipi ve mümessil- i azamı Demirel’i 40 yıldır bu memleketin başına musallat eden siz bilumum sağcı, muhafazakar, mukadesatçı halk kitleleri… Muhafazakar dergilere, gazeteler vs. reklam vermekten korkan muhafazakar işadamları… Ve ben… Her gün çalıştığı okulun öğretmenler odasına gelip üniformalarıyla oturan, keyfine göre derslere girip okulu teftiş eden askere “komutanım siz niye kışlanızda değilsiniz” bile diyemeyen ben….Nihayetinde terk-i diyar eden ben, ben de 28 Şubatçıyım. Milli iradenin şaha kalktığı Kurtuluş Savaşından hemen sonra bile,milletin iradesini darbe ve sadmelerle mefluç eden gizli komitaların heveskar gönüllüleri aramızda oldukça… işimiz zor. Ama duam şudur: Allah bir daha bu millete ebediyete kadar 28 Şubat zulümleri göstermesin; ve biz 28 Şubatçılara ilk taşı 29 Şubatta doğanlar, masumlar atsın Engin Sezen http://esezen.blogspot.ca/ Neydi, Ne Değildi, Ne oldu 28 Şubat? 28 Şubat 1997 ’post-modern’ darbesi, hukuksuzları çağrıştırdığı için devleti kurtarmayı değil çöküşünü anımsatıyor. Bu nedenle bin yıl devam edemedi, 17. yıldönümünde acılarıyla anılıyor. 148 50 milyar dolarımızın havaya uçtuğu, irticanın bahane edildiği şahane bir soygun süreciydi. Sisi gibi bir homoseksüel istihbaratcı olabildiği için bir ’Travesti darbe’siydi 28 Şubat. Ak Parti, bugün 17 Aralık 2013′den beri değil, Eylül 2011′den beri Yeşil bir 28 Şubat süreci yürütüyor, 200 milyar dolarımızın nasıl hesapsız kitapsız har vurulup harman savrulduğunu gizlemeye çalışıyor. 17 yıl önce olan “postmodern” darbe şekil değiştirdi, bunun adı, AKP’nin cemaata attığı kazık veya bir “dostmodern” darbesidir. Her şeyden önce 17 yıl önceki darbenin arkasında her darbe gibi ABD ’nin tam desteği bulunuyordu. 28 Şubat sürecinin başlangıç tarihi, sanıldığı gibi Demirel’e askerlerin brifing verdiği ve kendisinin darbeyi yönetmeye başladığı Aralık 1996 değil 15 Ekim 1996 tarihli ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan ABD Ankara Büyülelçisi Mark Grossman’a gönderilen ’ Çok Gizli’ kriptolu bir mektuptur. Darbe için düğmeye basılmış ve Refahyol’un Amerikan çıkarlarına uymadığı bildirilmiştir. Grossman, bugün Neoconların borazanı Fox tv’nin satın aldığı TGRT’nin Başdanışmanıdır. Mossad ve CIA’nın derin devletimizi tüm enstürumanlarıyla başarıyla kullanarak, yarısından çoğu ’aptal’ yerine konan bir milleti, birbirine düşürerek nasıl maymun gibi oynatılabileceklerini simgeleyen bir tiyatro resitaliydi 28 Şubat. Bugün yaşanan yeşil 28 Şubat da tam bir tiyatro, palyaçolar geçidi! Cemaat, bu nedenle bedduaya rahatlıkla ‘Amin’ diyor ama Ak parti, diyemiyor. Hükümeti yıkmak isteyen MİT içindeki Mossad ve CIA ekibi çete maalesef, bu defa yeni yöntemlerle halkımızı aptal yerine koyuyor. Başbakan, ailesi ve bakanlarla ilgili son 7 yıldır hazırlanan yolsuzluk ve rüşvet dosyaların boyu başbakandan daha uzun! Ayrıca özel harp destekli dinleme ve takiplerle, 40 seks kasedi de var ellerinde. Cemaat ile Ak Parti’nin arasını bunlar 2009′dan beri ince politikalarla açtılar. Başbakan mecburiyetten ne deseler yapıyor, aslında cemaati siyasi rakip gördüğü için işine de geliyor. Cemaat, yolsuzlukla ve rüşvetlerle aynı karede görülmek istemediği için fırsattan yararlandı ve ipleri kopardı. Ak Parti içinde ne kadar dürüst adam varsa durumdan rahatsız, ama sesleri çıkamıyor. Cemaata zulmettirenler 28 Şubat’taki derin devlet ve aynı dış merkezler; AKP buna alet oldu, tarihe gömülecektir. Zalimin yanında olamam, zulmü asla sevemem, zalim güçlü diye önünde eğilemem. 17 yıl önceki darbe, İstanbul baronlarının, dükalığının Anadolu kaplanlarını yeşil sermaye yaftasıyla kafese sokma darbesiydi. Beşbinden fazla mütedeyyin iş adamının önü sadece dindar oldukları için kesilmiş ve dış sermaye ve gizli dış yapılanmalarla organik bağı olanlar korunmuştu. Bunu kapı önüne konduktan sonra ilk itiraf eden gazeteci Can Ataklı’ydı. Refahyol devrilir devrilmez “İyi oldu. Biz de destek verdik” diyen Rahmi Koç baş destekçiydi. Karşılığını aldı. Kocaeli’nde Ford-Koç ortaklığına Demirel’in ’ Gelsinler Köşkün bahçesini vereyim’ demogojisiyle bedava arsa verildi. Aynı grubun İstanbul’da 100 dönümlük bir çam ormanını talan ederek paralı üniversite kurmasına göz yumulmuştu. Bugün Acarİstanbul faciasının arkasında da Doğan Holding ve avaneleri duruyordu. Yıkamıyorlardı. Hürriyet, 28 Şubat’ı ’Sivil Darbe Zaferi’ diye hep alkışladı, alkışlayacaktı. Bir ülkede hukuk, anayasa herkese aynı uygulanmıyorsa laik olmuş olmamış ne yazar! Ertuğrul Özkök gibi eskiden sosyal eşitlik sevdalısı eski solcularımızın patron olduğu, darbeyi savunarak ’bardak’ olduklarının ilanıydı 28 Şubat. Hızını almayan büyük sermaye basınının “Andıç” adı verilen talimatnamelerle doğrudan doğruya yönetilmesine 28 Şubat paranoyası imkan sağlamıştı. Cengiz Çandar, Mehmet Barlas ve Mehmet Ali Birand gibi tecrübeli, üstelik laik gazetecilerin, PKK teröristi Sakık’ın itiraflarını değiştiren MGK Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın marifetiyle ’vatan haini’ diye kovulduğu basın tarihimizin yüzkara dönemiydi 28 Şubat. Paranoyak dönemlerde en sık kullanılan psikolojik savaş damgasıdır vatan hainliği. Andıçlananlar, demokratik, gelişmiş bir ülkede yaşadıklarına inansalar, andıçın sorumlularını cezalandırmak için tazminat davası açarlardı. Yapanın yanına kar kalmazdı. 28 Şubat, hukuksuz davranışları cezalandırılamayanların demokrasiyi kırpıp kırpıp yıldız yaptığı anomalidir. Bu psikozdan beslenenler serbest gezdiği sürece yeni darbelere ilham kaynağıdır 28 Şubat. 149 Çevik Bir’in o dönemin gazete patronlarına baskı yaparak, haber toplantılarına katılarak manşet attırdığı, demokratik bir ülkede asla hayale gelmeyecek üsullerle çalışıldığı zaman dilimiydi; gazetecilerin servis haberleri kanıksamadığı ve gazeteciliğin provokatörlük haline dönüşüp meslek etiğinin iflas ettiği onursuzluk zinciriydi 28 Şubat. Darbecilerden korkup, yazarlara çizerlere baskı yapmanın utancı kabullenildi. Medya patronlarının bu ayıbı içine sindirdiği, her gazeteyi yönlendirmek için bir Albay tayin edilen, bakanlara zoraki asker danışman verilen askeri vesayetin gölgesinde gölgesinden korkulan bir hayaletti 28 Şubat. Bugün 28 Şubat sürecini küçümsemeye çalışanların Çevik Bir ve Güven Erkaya’ya karşı “kıskançlık hissiyle” hareket ettiğini söyleyen Özkasnak, “Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO’nun Varşova Paktı’nı teslim alması gibi” dedi 28 Şubat’ı ilk defa ’ Post modern’ darbe diye övünerek tanımlarken. Utanmadan hukuk dışılıklarını savunanların medyada boy gösterdiği bir dönemeçte hakkı söyleyenlerin hain sayıldığı, zalimler korosunun nöbet tuttuğu, bakanlıklara gölge cuntacı bakanların kurulduğu ve başbakana Başbakanlık Kriz Merkezi tarafından genelgeler yazılıp imzalatıldığı için ülkenin başbakanının kim olduğu belli olmayan devletsizlik dönemiydi 28 Şubat. Bozacının şıracıyı savunması normaldi. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Erol Özkasnak’ın “28 Şubat post – modern bir darbedir” açıklamasını değerlendirirken “TSK ikaz görevini yapmıştır ve iyi de olmuştur” dedi. ” 28 Şubat olmasaydı acaba ne olurdu? Onu ben sizin takdirlerinize bırakıyorum” diyen Evren, sözlerini şöyle noktaladı: “Bu, MGK’da alınmış bir karar. MGK, Anayasal bir kurum. Söylenecek bir şey yok.” Darbeyi savunmak anayasal bir suç iken, darbeyi savunanlar halkımıza sürekli korku pompalayanlar ve darbe zeminini kurgulayanlardı. Gerçek bir hukuk devleti olsaydık “anayasal bir suçu” itiraf edenler çoktan yargının önüne çıkmış olurdu. Cami ile kışlanın arasını açan, vatandaşın devletine olan güvenini sarsan, suç işleyen güçlüyse, apoletliyse suçsuz sayılan, suçluların halen suçlarını suç olarak görmemeyi sürdürdüğü ve yargılanamadığı patolojik bozukluğun fiziki patlayışı, dam başında saksağanlığın daniskasıydı 28 Şubat. Ulusal çıkarlarımızı koruma ve kollama görevi “Batı Çalışma Grubu”gibi hukuksal demokratik sosyal devlet yapısında yeri olmayan illegal cuntacı asker-sivil bir çeteye teslim edildiği ve askeri hiyerarşi bozulduğu için askeriyemizin yıprandığı bir süreçti 28 Şubat. 3 milyon insanımızı fişleyen grubun fişleri 1999 İzmit depreminde Gölcük’te yerin derinliklerine gömülmeseydi, ülkemiz bir açık hava hapishanesi veya ağlama kampına dönebilirdi.’ Bu ülkeyi adam etmek için gerekirse beş milyon irticacıyı toplama kamplarına alır, açlıktan öldürürüz, nasıl olsa nüfusumuz fazla’ diyebilen ve bu espiriye gülebilen vicdansızları, kalpsizleri, demokrasiden nasibini almamışları içinde barındırıyordu 28 Şubat. Kimse bu yapılanmaların legalliğini sorgulamaya cesaret edemedi ve yol kesen hayduta hesap sorulamadığı gibi karşısında tırsıldı. Yargı mensuplarının illegal yapıdan brifing aldığı ve alkışlatıldıkları için yargı bağımsızlığının mevta oluşunun adıydı 28 Şubat. Halkın hiçe sayıldığı ve inançlarıyla alay edildiği, aydınların basiretlerinin bağlandığı ve hakkı haykıramadıkları yanlışlar zinciriydi. 18 maddesinden sadece bir tanesi uygulanabildi ve 8 yıllık temel eğitime geçildi. Diğer 17 maddesinin neden yazıldığı meçhuldü. Faaliyetiyle çeşitli “sivil toplum örgütleri” ve üniversiteler de bu sürece eklemlendiği için NGO anlayışına fesat karıştırılan ve ilim yuvalarına siyasetin alet edildiği fetret dönemi darbesiydi 28 Şubat. Başörtülülere zenci muamelesi yapılan, üniversitelerde nazi tarzı sorgulama odaları kurulan üniversitelerin ilmin değil insanlık ayıbı filmlerin çevrildiği mekana dönüştürülmesinin resmiydi 28 Şubat. 28 Şubat kararları, alınırken kullanılan kaynak eser nedeniyle sorunluydu. 28 Şubat’ın asıl müsebbibinin asker değil, medya ve sivil toplum örgütleriydi. O dönemde, ülkede aydın kimse kalmamıştı sanki; Faik Bulut gibi eski bir terör suçlusunun kitabından yararlanıldı ve bu ülkenin yetiştirdiği ilim adamlarına hakaret edildi. Bulut’un kitabında yer alan cümlelerle, MGK kararlarındaki bazı cümleler aynıydı. BÇG’den çıktığı söylenen el altı açıklamalar vardı. Bunlar bile kitapdaki cümlelerden, virgülüne kadar intihal edilmişti. Kalıp olarak alınmıştı. Türkiye’ye karşı örgütlü yapılara 150 teori üreten kişinin aynı zamanda devletin en hassas kuruluşlarına da teorisyenlik, kılavuzluk yaptığı bir süreçti 28 Şubat. ’Laik rejimi kurtaralım’ ayaklarıyla yola çıkıp bankaların içini boşaltanların cirit attığı, devletin yol geçen hanı gibi soyulduğu ve hortumculuğun doğal karşılandığı, ülkenin 3. dünya ülkesi görünümüne hapsedildiği karanlık günlerdi. Gerçek hortumcuların ve ülkeye zarar verenlerin kimler olduğunu askerlerden, yargı mensuplarına kadar herkes gördü, bildi, tanıdı. Ülkeyi çok korkunç bir ekonomik krize sürüklemelerinden sonra inandırıcılıklarını kaybetmelerine rağmen halen yüzümüze baka baka tek tutundukları daldı 28 Şubat. Halk, artık darbe ortamı oluşturmak isteyenlere acaba şimdi hangi bankayı hortumlayacaklar gözüyle bakıyor. Banka hortumlayan işadamlarının hep laik kimlikli olmaları da laik darbecilerin sırtında koca bir kambur olarak duruyor. Yeşil sermaye diye öz halkını kategorize eden azınlıkların ülkemizin koruyucu ve kollayıcısı bazı askerlerimizi tepe tepe kullandığı, ama evdeki hesaplarının çarşıya uymayacağını gösteren oyunun dramalarla, acılarla dolu son perdesi sandık 28 Şubat’ı. Son vesayet değilmiş meğer. Allah, bu millete bir daha darbeler, 28 Şubatlar yaşatmasın dedik ama sapı bizden yeşil baltalar eliyle yaşıyoruz bugün. Devleti soyan, içini boşaltanlar, yaptıkları şahane vurgunu gizlemek için cemaatı günah keçisi seçti. Fişlemeler, sürgünler, baskılar, zulümler hiç değişmedi. 28 Şubat’ın sonuçları aslında toplum mühendislik projeleri iflas eden derin devlet kalıntılarının kendi kendilerini tasfiyeye başladıkları tarihin adıdır. Bize bunca acıları yaşatmasalardı, derinden derine ülkeyi karıştırmayı sürdürebileceklerdi. Nitekim darbeye bulaştıkları için pişmanlıkları dile getiren ve oyuna getirildiklerini kabul eden asker-sivil ehli insafların sayısı her geçen yıl artıyor. 28 Şubat tarihi bize, darbelerin tarihe karışması gerektiği arzusunu hatırlatıyor; tahrik ettiği, karşısına aldığı geniş halk kitlesi düşünülürse, uyuyan aslanı uyandıran tarihi sürecin remzidir 28 Şubat. Başbakan Erdoğan’ın tıpkı Demirel gibi darbenin başına geçmesi mukadder sonunu değiştirmeyecektir. Cemaat, bu süreçte, sadece kendini savunuyor ve maalesef AKP’nin yok edileceğini de görüyor, bu gidişattan belli. Global ve yerli şeytanlar, önce mümkün olduğu kadar cemaata zarar vermeye çalışıyorlar. Zira, AKP’yı çantada keklik görüyorlar, çok fazla kirlendikleri için onları saf dışı etmek çocuk oyuncağı. Son üç aydır kamuoyunda rezil edilip AKP’ye ve başbakana olan güven nasıl bitti değil mi? Halk, darbeciyi çöpe atar, elbette darbenin perde arkasında duran suflör ve senaryo yazarları , cemaat hizmetini öyle kolay kolay diz çöktüremeyeceklerini biliyorlar. Dahasına katlanmaya hazırım İkindi sonrası. Küçücük salonda herkes kendine bir yer bulmuş. Bir bardak çay için bile olsa oturacağını tahmin ediyoruz. İstinad noktamız, hatırı sayılır misafirlerin varlığı. Tahminimiz doğru çıktı. Herkesi cepheden, yandan görebilecek konumda yerleştirilmiş koltuğuna oturdu ve başladı sohbete… Şimdi size 10-15 dakikalık sohbetin en sonuna götürecek ve tekrar başa döneceğim. Hani bazı filmler vardır, senarist olmadığınız, o filmi daha önce hiç izlemediğiniz halde sonucu tahmin edersiniz ya; ben de sohbetin böyle bir sonla biteceğini tahmin ettim. Gözyaşı ile bitecek dedim içimden. Gidişat onu gösteriyordu. Mantıkî hiçbir boşluğun olmadığı, akla gelmesi muhtemel sorulara cevapların verildiği, sorularla muhtevanın derinleştirilmeye çalışıldığı ve hepsinden önemlisi his ve heyecanın yavaş yavaş zirve yaptığı bu sohbetin gözyaşları ile biteceğini tahmin etmek bu türlü sohbet meclislerine âşina olan insanlar için zor olmasa gerekti. “Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum ki…” diye son cümlelerine başladı ve “cennet” dedi. Sonra cennetin bütün güzelliklerini tarif ve tavsif etti. Kur’an ayetleri, Hz. Peygamber’in (sas) beyanları ile temellendirilebilirdi bu tarif ve tavsifler… Ardından; “İşte, böylesi bir 151 cennete girmek mi yoksa şu katlandığınız sıkıntıların, yaşadığınız daralmaların onlarca katına katlanarak insanlığa hak ve hakikati anlatmak mı? Bu uğurda yaptığınız hizmetlere hiçbir şey olmamış gibi devam etmek mi?” Gür sesle birisinin “ikincisi” dediğini duyduk hep birlikte. Sesin geldiği yere kafasını çevirip tasdik makamında başını salladı ve son cümleyi söyledi: “Sizin hissiyatınızı benim hissiyatımdan daha dûn görmüyorum ama kendi namıma söyleyeyim; şu sıkıntılı halime rağmen bunların çok daha fazlasına katlanmaya hazırım.” Kopacaktı zaten salon, bu cümleler kopmanın başlangıcını teşkil etti. Hocaefendi ağlaya ağlaya odasına girerken, salonda gözyaşları Sahibine doğru yola çıkıyordu. Geriye döneyim şimdi; sohbet Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Perişanım bugün cânâ perişan olmayan bilmez. Cevahir kadrini cevher fürûşân olmayan bilmez.” dizeleri ile başladı. “İnsanın böyle ahvâl karşısında perişan olması biraz imanının seviyesi, biraz insanlığının derinliği, biraz su-i akıbet endişesi, biraz hüsn-ü akıbetin neler vaat ettiğini bilmekle olur. Sûfiler gerçek insanî değerleri üns billah’a bağlamışlar. Zirve seviyesinde bunu temsil eden peygamberler de insanlar üns billah’a gelmiyorlar diye ölüp ölüp dirilmişler. Sırasıyla evliya, asfiya, mukarrabîn. Zilliyet planında bu insanlar duymuş aynı sıkıntıları.” Burada durdu, çoklarımızın bildiği nice isimler saydı. İmam Rabbani’den Şeyh Sibgatullah’a, Abdulkadir Geylani’den Muhammed Küfrevi’ye kadar birçok isim. Sonra cümlelerini şöyle sürdürdü: “Büyük insan yetimi bir nesiliz biz. Görmedik böyle insanlar…” Defalarca dediğim gibi denge insanı. Sözün tam burasında, “Mutlak manada bunları tezkiyede bulunmak Allah’a karşı ayrı bir saygısızlıktır ama büyük insanlar bunlar bilebildiğimiz kadarıyla.” dedi. Benim burada dikkatimi çeken şey iman ve üns billah münasebeti oldu. Şuara ve Kehf surelerinde hemen hemen aynı mealde iki ayetle anlatılan bu hakikati biz hep muhataplarının iman etmesi olarak anlıyorduk. Daha doğrusu ben öyle anlıyordum. Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) iman etmeyenler ekseninde böylesi bir sıkıntı içine girdiğini ve Kur’an’ın, “Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendini helak edeceksin.” ayetiyle onu tebcil ve takdir ettiğini düşünüyordum. Doğru, bu anlamada bir problem yok ama üns billah dediğinizde ötesini de görüyorsunuz; o da iman edenlerin imanda seviye kat’ etmemeleri de aynı ölçüde olmasa bile Efendimiz’i (sas) dilgîr etmiş. Bir anahtar hüviyetinde olan bu yaklaşımı merkeze alırsanız, bunu destekleyecek onlarca, yüzlerce hadise bulmak mümkün Efendimiz’in (sas) hayatında. Tafsilatı müstakil bir yazı konusu olan bu hususu şimdilik bir kenara bırakıp sohbete dönelim. Tahmin edeceğiniz gibi sözün bundan sonraki akışında başta peygamberler olmak üzere günümüze kadar uzayan büyüklerin din-iman uğrunda çektikleri sıkıntıları anlattı. Oldukça uzun süren bu bölümden sonra dedi ki: “Onların çektikleri ile bizimkiler mukayese bile edilmez. Biz maddi sebepler planında yapılması gerekli olan şeyleri hiç ihmal etmeden yapıp vazifemize devam etmeliyiz. Gelecekte kimin haklı, kimin haksız olduğu görülecek. O günler geldiğinde siz de diyeceksiniz ki; iyi ki katlanmışız bu sıkıntılara. Eğer bunlara katlanmasaydık hizmet muzaaf veya mük’ap olarak katlanmayacaktı.” Önemli bir cümle bu. Kehanet değil, dünden hareketle bugünü, bugünden hareketle yarını görmenin ifadesi. Allah’a, O’nun sonsuz lütuf ve ihsanlarına halis bir iman ve itminanın göstergesi. Artık siyasî literatürümüze de giren cümleyle “abdestinden ve namazından emin oluşun” tezahürü. Nitekim devamında söylediği şu cümleler bu yorumlara haklılık kazandırıyor: “Verdiği şeyler vereceği şeylerin teminatıdır; en inandırıcı referansıdır. Biraz önce söylediğim o büyük kametlere nispetle zahmetsiz, meşakkatsiz yaptığımız hizmetlere azmimizi, cehdimizi katlayıp devam edeceğiz. Üstad’ın aktardığı gibi ‘gemiler sizin arzusuna, isteklerinize göre seyretmez.’” Birisinin hatırlatması ile şahsen tekrarından benim utandığım “sahte veli, yalancı peygamber, âlim müsveddesi…” gibi sözler devreye girdi. Cümleyi bitirmesine imkân vermedi. “Önemsememek lazım. 152 Herkes kendi karakterinin gereğine göre amel eder. Çevre görmüyor mu? Hepsini bir anda göremeyebilirler. Ama zamanla görecekler. Acele etmeyin…” “Dua vakti geldi, abdest tazeleyecek olanlar tazelesin.” dedi ama kimse yerinden ayrılmadı. Bir mahzuniyet çökmüştü herkesin üzerine. Hakaret kelimesinin hafif kaldığı son sözlerin hatırlatılması ayrı bir havanın esmesine sebebiyet verdi her nedense. Huzurun insibağına boyanmış simalar, meltem misali esen rüzgârdan istifade eden gönüller bu mahzun ortamda teselli ve tesliye babında bir şeyler demek istiyordu. Fakat mehabetin araya koyduğu mesafeyi, huzurda bulunmanın lazım-ı gayr-ı müfârıkı olan saygının eşiğini aşıp kimse de bir şey diyemedi. Hocaefendi gibi mütecessis bir insanın bunu görmemesi, duymaması, hissetmemesi mümkün değildi. Bana sorarsanız; gördü, duydu ve hissetti ki yazının başlangıcında söylediğim “Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum ki…” cümleleri ile yeniden söze başladı. Gerisini biliyorsunuz. Farklıydı bugün burası. Farkı fark etmek için “fark” makamında olmaya gerek yoktu. Hele hele Faruk olmaya hiç ihtiyaç yoktu. Allah’a şükür, tasavvuf erbabının dediği gibi “Cem’den sükût, fark’ta sübût” noktasını yakalamış, “cemâl ile celâl’i bir bilip kemâl’in mazhariyetine ermiş” bir mürşid-i kâmil vardı ve onun gönüllere akan beyanları muvakkaten de olsa muhataplarını oralara çıkarıyordu. Hamd O’na, minnet O’na, şükran O’na (cc). Ahmet Kurucan, Zaman, 01.03.2014 153 154 3. Dolmabahçe krizi! Diyeceksiniz, biz daha 1. ve 2. Dolmabahçe krizlerini bilmiyoruz ki, 3. kriz nedir bilelim. İlk Dolmabahçe krizi, Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile başbakanın sır kalan görüşmesidir. Büyükanıt, eşi ve kızı ile ilgili hazırlanan skandallarla dolu dosya üzerinden cemaatı infaz etmeye çalışan MİT’in karanlık şebekesi, avcunu yaladı. Zira o dosyaları benim gibi sağ görüşlü sayılan gazeteci ve yazarlara servis edip, suçu cemaatın üstüne atmaya çalıştılar. Bu fitneyi yayan kürşad hareketi sitesinin gerçek yüzünü deşifre ettim ve sağ medyada haber yapılmasını engelledim. Büyükanıt cemaatı günahı kadar sevmez ama onu korumak zorunda kaldım. 1. krizde halen gizemli kalan, başbakanın ‘cemaatı infaz edelim, yoksa kellemi istiyorlar’ diyen Büyükanıt’a verdiği cevaptır. Bugün ne cevap verdiğini öğrendik, artık merak etmiyoruz. Niyeti kötü, hem de çok kötü… 2. kriz, başbakanın Uzakdoğu seferine çıkmadan önce beyefendilerin seçilmiş 47 köşe yazarını topladığı tarihi Dolmabahçe baskısıydı. 17 ve 24 Aralık’ta başbakanın sıkı bir tüccar olduğu, makamını kullanarak milyarlarca doları tokatladığı ortaya çıktı. Bu örtbast edilmesi imkansız hortumculuğu, şahane vurgunu örtmek için “cemaat paralel devlet” bahanesi yazarlara empoze edildi. Kimse, “madem başbakan ticaret yapmaya hevesli, siyaset millete hizmet yeridir, devlete yaslanarak servet devşirme, ihale alma yeri değildir” diyemedi. Sadece TUSKON Başkanı Rıza Nur Meral, dün bunu nihayet söyledi, haksız kazanç sağlayan ve haksız rekabet yapan başbakanı mindere eşit şartlarda davet etti. Dolmabahçe’den sadece Zaman yazarı Ali Bulaç doğruları yazdı. Fehmi Koru ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Fethullah Gülen Hocaefendi arasında arabuluculuğa soyundu. Bunun nasıl bir oyun olduğu Koru’nun, “Erdoğan’ın kasetleri doğru olsa bile inanmam” tavrıyla deşifre oldu. Gül’de oyunun içinde, Koru’da… 3. Dolmabahçe krizi, Erdoğan’ın biat alma girişimidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe sarayında 15 gün önce İslami cemaat liderlerini toplayarak seçimde oy ve cemaatı infaz için biat almaya çalıştı. Başbakan ilk sözü Nur grubundan Üstadın talabesi Mehmet Fırıncı’ya verdi ve Gülen Hocaefendi aleyhine konuşmasını istedi. Başbakan Fırıncı’ya ‘anlat’ diyor ve Fırıncı, “biz Hocaefendi’nin bu işlerde parmağı olduğunu düşünüyor ve sizi destekliyoruz” diyordu. Fırıncı, açıklama yapmış ve “böyle bir görüşme olmadı” demiş. Benim kaynağım görüşmeye katılan biri, yani sağlam. Siyasete karışınca Nurcu kalınmıyor işte! Sonra sözü başka bir Nur talabesi kardeşimiz alıyor (şahit olan aktaran arkadaş herkesi ismiyle tanımıyor, ismini unutmuş) ve başlıyor sallamaya. O sırada başka bir Nur talabesi kardeş tersliyor ve karşı çıkıyor. Gülen’i savunma konumunda olan kardeş Yeni Asya grubundan olabilir. Başbakan, Gülen ve cemaatına infazı onaylamayan Nurcu lideri Dolmabahçe salonundan hemen kovmaları için korumalarına baş kaş göz ediyor ve dışarı atıyorlar. Mahmut Ustaoğlu Hocaefendi ve Cübbbeli Ahmet Hoca’da başbakanın cemaatı ve Gülen’i infaz kararını onaylamıyorlar ve onlarda kovuluyorlar. Emin misin diye sordum aktaran şahit arkadaşıma. 90 yaşına merdiven dayamış Mahmut Hoca sanmıyorum ki katılmış olsun. Hem Cübbeli Ahmet Hoca oradaysa ne diye katılsın? Hem Ak Parti’ye oy verecekleri konuşuluyor. Cübbeli Ahmet Hoca, kendisini Silivri’ye attıran komployu cemaatın değil MİT’de başbakana çalışan ekibin kurduğunu öğrendiğinden beri başbakana serbest atış yapıyor. Hapiste Gülen Hocaefendi’yi rüyasında gören Cübbeli Ahmet Hoca, tavrını zaten belirledi: AKP’ye oy yok. Biat etmeye gelince, Cübbeli, asla hırsıza biat etmez. Bunu açıkca vaazlarında söylüyor. Vaaz vermesin diye Başbakanın danışmanının Mahmut Ustaoğlu’nu aramasından çok rahatsız olmuş. Asıl bombayı Dolmabahçe’de Süleyman Efendi talabeleri patlatıyorlar. Aslında Hizmet ile araları limonidir, desteklediklerini hiç duymamıştım. Zaten Mehmet Denizolgun ve Ahmet Denizolgun arasında cemaat ikiye bölünmüş durumda. Biri MHP’yi destekliyor, öteki AKP’yi. 3 kişiyle katılmışlar. Toplantıdan daha birgün evvel iki gruptan biri AKP’ye destek kararı almışlardı ama ertesi 155 gün ne olduysa kararları değişti. Bundan başbakanın haberi yok, orada öğreniyor. Süleyman Efendi talabelerinin başbakanın Gülen ve cemaatını infaz kararına destek vermekten vazgeçiren, üç Süleyman Efendi talabesinin de gördüğü aynı, ortak bir rüya. Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Gülen Hocaefendi’ye destek olunmasını üç kardeşin rüyasına da girerek emretmiş. Bunu aynen toplantıda aktarmışlar. Başbakan tabi delirmiş, etrafı tekmelemiş ve provakasyonla suçlamış onları. 3. kriz böyle çıkmış ve salondakilerin yarısı hemen bu vahim şerde biat toplantısını terk etmişler. Fiyasko ile sonuçlanmış toplantı. Kısacası,başbakanın İslami cemaatlerden destek alarak cemaatı ve Gülen’i infaz girişimi elinde patladı, Peygamberimizle (sav) savaşılmaz, daha anlamamış. Bu toplantıda olanları toplumdan gizlemeye çalışıyorlar ve olduğunu bile inkar ediyorlar. Bana peygamberimizi gören arkadaşların çok ilginç başka rüyaları da geldi ama paylaşmadım. Başbakanın sonu belli olduğu için uğraşmıyorum. Şeytan, Peygamberimizin (sav) suretine, simasına rüyada veya yakazaten giremiyor, gören bunu kalben hemen anlıyor. Nereden biliyorsun diyorsanız, tecrübe ile sabit. Herkes Adıyaman Menzil grubunun durumunu ve tavrını soruyor. Şeyh Abdülbaki Hazretleri, Hocaefendi’yi pek sever, sosyal medyada, “Gülen’e sövenin nikahı düşer fetvası” dolaşıyor. Ancak Menzil grubundan çok sayıda kişi AKP eliyle devletin üst düzeyine taşındı. Menzil’e ciddi baskılar yapıldı, herkesin dilinde olan söz konusu fetvasını söylemediğini itiraf etmesi talep edildi. Dik, sağlam ve mert durmanın gittikce zorlaştığı bir dönemdeyiz. Menzil, sanırım AKP’ye yine oy verecektir, risk almayı sevmezler. Nakşibendilerin durumu en karışık olanı. Esad Coşan Hocaefendi’nin damadıyla 28 Şubatcı askerler, özel harp tarafından Avusturalya’da bir trafik kazası süsü ile öldürülmesinden sonra Nakşiler dörde beşe bölündü. Tek çatı yapılanması bitirildi. Şeyh Nazımı Kıbrısi, Adnan Oktar’ı Mehdi tanıyacak kadar uçuk bir grup. Adnan Hoca, “Mehdi’nin özellikleri arasında hırsızlık yok, o halde devleti soyan Erdoğan Mehdi değil, bir rakibimi daha safdışı bıraktım” diye bugünlerde çok sevinçli! Ancak televizyonunda başbakana “yalakalık” ve “dalkavukluk” yaparak biatlarını bildirdi. Nakşilerin diğer şeyhi, ABD’nin Rochestar kentinde yaşayan Çorumlu hemşerim Yusuf Hoca, eski bir cami imamıdır. Şahsen tanırım, kapasitesi belli, köy imamlığını geçemez. Norşin Medresesi’nin başında bulunan Doğu’nun en önemli kanaat önderlerinden Şeyh Nurettin Mutlu’dan sonra Nakşibendi şeyhi Muhammed Ziyaeddin’in torunu Şeyh Abdülkerim Çevik de başbakanın tavrından duyduğu üzüntülerini dile getirdi. Şeyh Çevik, böyle bir cemaatin hizmetlerini ‘yok’ görmeyi ‘talihsizlik’ olarak nitelendiriyor. Bitlisli kanaat önderi Celaleddin Farukoğlu da “Allah ve Kur’an yolunda yapılan hizmetleri kim takdir etmezse Allah ile kendi arasını bozuyor demektir.” uyarısında bulundu. Doğu şeyhleri hep Gülen’in yanında yer aldı. Haydar Baş’ı Kadiri bile saymıyorum, MİT’in karanlık şebekesi elinde oyuncak olanları adam yerine koymak bir iltifat olur. Kadirilerde Elazığ ve Kerkük grubunun tavırları önemlidir, oyları AKP’de, gönülleri Hocaefendi’nin yanında. Cerrahiler Gülen’i severler ama onlara da ciddi operasyon yapıldı, Bilal Erdoğan’ı az kalsın şeyh ilan edeceklerdi, ortaya çıkan bunca zibilden sonra bunun imkansız olduğunu anlamışlardır. Karagümrük, Tosun ve Ömer Tuğrul Babalar sağlamdır. AKP’nin Nur cemaatleri oylarına dört elle sarılması manidar. Bir yandan Said Nursi Hazretleri’ni politikalarına alet et, bir yandan Nurculuk hareketinin en mümtaz temsilcisi Gülen’e ve cemaatına yok etme operasyonu düzenle! Mustafa Sungur abi sağ olsaydı, Nurcu kardeşler bu kadar savrulmazdı. En azından Çantacı Necmi Abi ve Mehmet Fırıncı saçmalasa bile bir uyaranı bulunurdu. Şimdi basiret bağlandı, feraset öldürüldü. İşaratul İcazı devlete bastıran Yalçın Akdoğan şeytana külahını ters giydirme derdinde. Soralım: Sözleri, Lemaları, Mektubat’ı ne zaman basacaklar? Basmazlar. Bir, eserlerin basımı 6 üstadın talabesi tekelindedir, devlet basarsa para kazanamazlar. İki, Bekir Berk abi 156 1991’de basım hakkını Gülen’e devrettiği için gerçekleri bir türlü kabullenemiyorlar, yoksa sadeleştirme bahane. Nur hizmeti içinde ve özellikle Erzurum’da müstesna yeri bulunan Mehmet Kırkıncı Hoca, Gülen gibi bir Hak dostunu karalayanları Allah’a havale etti ve iflah olamayacaklarını söyledi. Hepimizi şaşırtan Ahmet Akgündüz oldu. Oğluna Belçika’da müşavirlik ve Hollanda’da başında olduğu üniversiteye denklik karşılığında hizmeti çok ucuza sattı. Okuyucu ve Yazıcı kardeşler tasfiye edilen Gülen cemaatına sempati duyanlar yerine yerleştiriliyor. Ankara’da belediyenin yaptırdığı 400 kişilik öğrenci yurdu bedava hediye edildi onlara. Yani Nurcular oy versin diye atmadıkları takla kalmadı AKP’nin. Hocaefendi iyi demişti: “Allah rızasından başka neye satılırsanız satılın ucuza gitmişsiniz demektir.” Faruk Arslan NOT: Aşağıdaki haberi gönderen bir okuyucum yazımdaki konuyu tashih etti. Risale-i Nur’ları bastırma hakkı konusu Risaleleri basan yayınevleri hakkında genel bilgi verir misiniz, isale-i Nur’ları bastırmak isteyenin önüne engel çıkabilir mi, basım işleri için birilerinden izin almak gerekir mi? Yazar: Sorularla Risale, 17-3-2010 Bu soruların cevaplarını şu anda Antalya’da ikamet etmekte olan ve Üstad’ın avukatlığını yapmış bulunan Avukat Gültekin Sarıgül Bey’den sorduk. Kendileri yazılı olarak bize aşağıdaki bilgileri faksladılar. Şöyle ki:**Risale-i Nur külliyatını basmak isteyen bir yayınevinin neşriyatına, bugünkü haliyle hukuken mani olmak mümkün değildir. **Hali hazırdaki neşriyat evlerinden evvel, yeni yazı ile Risalelerin neşir yetkisi Antalya’da İleri gazetesi sahibi Suphi Türel Bey’e Üstad hazretleri tarafından şifahen verilmiştir. Küçük risalelerden bazıları 1954 yılında Antalya İleri Matbaası’nda neşredilmiştir. Bilahare külliyatın tamamının daha mütekamil manada neşredilmesi takdir buyrulmuş, Ankara Hukuk Fakültesi talebesi merhum Atıf URAL, “Sözler” kitabını o günkü dar imkanlar tahtında neşretmiştir. Bu bir başlangıç olmuştur. Bilahare Ankara’da Said Özdemir ağabey’e neşretme mevzuunda, Üstad Hazretleri tarafından yetki verilmiştir. Keza aynı devrede İstanbul’da Ahmet Aytimur ağabeye de yine Risaleleri neşretme yetkisi verilmiştir. Bu yetkilendirmeler şifahidir. Noter marifetiyle bir vekaletname şeklinde olmamıştır. **Üstad’ın eski ağabeylerden on iki zevatı, naşir olarak tayin ettiğine dair Emirdağ Lahikalarındamektubu vardır. Bu mektup bir nevi vasiyetname şeklindedir. Ancak hukuken bağlayıcı vasfı bulunmamaktadır. Ancak manevi ciheti düşünüldüğü takdirde neşriyat mevzuunda bu muhterem zevatın muvafakatı düşünülebilir. ** “ENVAR” yayınevi takriben otuz yıl evvel, cemaatimizin bir cenahı nezdinde icra edilen istişare neticesinde kurulmuş ve Abdülkadir Badıllı ağabey sehabetinde neşriyatına devam etmiştir. Sonraki takip edilen yıllarda yayınevi Ahmet Aytimur ağabeyin uhdesine tevdi edilmiştir. ** “SÖZLER” yayınevi, daha önceki yıllardan beri, gayri resmi icra edilen kitap neşriyatının devamı mahiyetinde yetmişli yılların başlarında kurulmuş, mülkiyeti Mustafa SUNGUR Ağabeye tevdi edilmiştir. ** “İHLASNUR” yayınevi elli yıldan bu tarafa Said Özdemir Ağabey tarafından icra edilen neşriyatın sonradan iktisap ettiği durumdur. Yani; yayınevi şekline iblağ edilmiştir. Halen de devam etmektedir. 157 ** “TENVİR” neşriyatın Mustafa ACET’ten icazet aldığı şeklinde bir rivayet var. Her ne kadar böyle olsa bile, cemaatin büyük ekseriyetinin tasvibi mevzubahis değildir. ** “YENİ ASYA” ve “SÖZ BASIM” herhangi bir izin ve müsaadeye bağlı olmaksızın, kendi hizmet ekiplerince verilen karar tahtında neşriyat sahasına çıkmışlar, ancak Üstad Hazretlerinin tashih ettiği şekle sadık kaldıklarından cemaat nezdinde kendilerine karşı bir muhalefet olmamıştır. **Üstad Hazretlerinin yeğeni merhum Suat ÜNLÜKUL, 1989 yılında Nur külliyatının tamamıyla alakadar telif hakkını Antalya 1. Noterliğinde tanzim edilen devir senediyle, Av. Gültekin SARIGÜL’e devretmiştir. Üstad Hazretlerinin kanuni varisi olmak hasebiyle hukuken kıymet ifade eden tek vesika bu devir senedidir. Fakat bugünkü haliyle, bu senede istinaden, herhangi bir neşriyatın durdurulması mümkün görülmemektedir. Bir ihtimal olsa bile asla böyle bir şey düşünülmemiştir. Çünkü külliyatın bütün Müslümanlara aidiyeti esastır. Yeter ki; asli şekline sadakat gösterilsin. Ayrıca sermayenin tamamen neşriyata hasredilmesi, ancak hasıl olan gelirden Üstad’ın vasiyeti üzere yüzde yirmisinin ayrılarak, Üstad’ın zekatı olarak hizmet ehli kardeşlere verilmesi de şart kılınmıştır. ** Cemaat mensuplarının herhangi bir iştiraki olmaksızın, himmet ehli bir iki zat-ı muhteremin imkan tahsisi etmeleri, ayrıca tamamen şeffafiyet tahtında neşriyatın yürütülmesi gibi, tahaddüs eden zaruretler tahtında cemaatçe icra edilen istişare neticesinde RNK neşriyatın vasıtasıyla daha hesaplı ve daha kaliteli bir şekilde risalelerin neşredilmesi cihetine gidilmiştir. Av. Gültekin SARIGÜL’den istek üzere herhangi bir ücret mevzubahis olmaksızın RNK neşriyata muvafakat edilmiştir. ** Merhum Tahir ağabeyin, Hizmet vakfından ayrılırken kendi yerine Muhterem Fethullah hocayı mütevelli heyet mensubu olarak tayin ettiği bir vakıadır. Bu kitap neşriyatı mevzuunda bir müsaadeyi tazammun etmemektedir. Ancak sonraki yıllarda Tahir Ağabeyin kaldığı Tavruz Apartmanı yedinci kattaki dershanedeSungur Ağabey, Abdullah Ağabey, Salih Özcan ve Merhum Bayram Ağabey ve Av. Gültekin Sarıgül arasında icra edilen istişarede Risale-i Nur kitaplarının asli şekline sadık kalmak kaydıyla Fethullah Hoca ve arkadaşlarına neşriyatta muvafakat edildiği beyan edilmiştir. Bu muvafakat Fethullah Hocaya, hemen akabinden Gültekin SARIGÜL tarafından ulaştırılmıştır. Herhangi bir rahatsızlığa meydan vermemek için ancak belki yirmi yıl sonra “IŞIK” yayınevi devreye girmiştir… http://www.sorularlarisale.com/makale/12967/risaleleri_basan_yayinevleri_hakkinda_genel_bilgi_veri r_misiniz_risalei_nurlari_bastirmak_isteyenin_onune_engel_cikabilir_mi_basim_isleri_icin_birilerinden_izin_almak_ gerekir_mi.html Sıffın hicret demektir! Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu Azeri dostum ısrarla, “Muaviye’ye hazret deme, o cehennemliktir” diyor ve neden Fethullah Gülen Hocaefendi Muaviye’yi sahabe statüsü veriyor diye acımasızca eleştiriyor. 20 yıldır bu arkadaşımı Hocaefendi’nin sahabe mesleğine duyduğu aşk konusunda ikna edemedim. “Yahu sahabeler hiç mi aralarında kavga etmemişler” diyerek beni hep tersliyor. Muaviye tartışmamız Yezid’e lanette birleşmemizle son buluyor. Bugün cemaat ile Ak Parti arasında yaşananları tarihe ibret vesikası olarak geçen Sıffın savaşı ile izah getirenler, kim hangi tarafı temsil ediyor şaşırmış durumda. Teşbihte hata olmazsa, Hz. Ali’yi (r.a) temsil eden ehli velayet Gülen 158 ve cemaaatı ise, ehli siyaseti temsil eden saltanat meraklısı başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP olduğu ortaya çıkıyor. Sanırım infazda bu noktaya doğru gidiyoruz. Kim kazanır ve kim kaybeder tartışmasına girmeden en sonda yapacağım tesbiti en başta söylemek zorundayım: “Sıffın savaşı sonucu, Arap kavmiyetçiliği soya dayalı saltanat sistemini kurmuş, yüzbine yakın sahabe ve ehli beyte dünyanın dört bir köşesine hicret ederek İslam’a hizmet düşmüştür. Fetihleri Emevi saltanatı yaptı sanılsada İslam’ın kalplerde yerleşmesini sağlayan ehli velayeti seçen ehli beyttir. Muaviye sonrası Yezid ile Başvezir Haccacı Zalim, iktidara biat etmeyen 30 bin müslümanı keserek ehli siyasetin ne kadar zalim olabileceğini göstermiştir. Sonuçta ortada zulümler olsa da İslam kazanmış, sahabe efendilerimizin pek azı doğdukları beldelerde ölmüştür. Kısacası Gülen cemaatına belki de hicret yolu gözüküyor.” Sıffın savaşı öncesinde fitne Hz. Osman’ın (r.a.) hunharca susuz bırakılarak şehit edilmesiyle başlamıştı. Müşriklerden su kuyularını birer birer satın alarak Mekkelilere bedava su sunan Hz. Osman’a bu zulmü reva görenler müslümandı. Fitne, Hz. Osman efendimizin akrabalarının devletin üst düzeye getirildiği ve atanan valilerin debdebe içinde yaşadığı dedikosu ile başlamıştı. Sufi bir yaşamı seçen pek çok sahabe de durumdan rahatsızdı. Hariciler akımı işte bu puslu havada münafıklar tarafından ortaya çıkarıldı ve asırlarca müslümanları ikiye böldü. Hz. Ali, evlatları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine giden süreci körükleyenler aslında güya Hz. Ali’yi çok seven Haricilerdi. Hz. Ali kaç defa fitneyi bastırmak için üzerlerine gitse bile halk kitlesi içinde adaletin çatladığına dair güçlü bir inanç vardı. Böyle bir fesat ortamında meydana gelen Sıffın savaşında her iki taraftada sahabeler vardır, farklı içtihatlarla birbirine muhalif cenaha düşmüştür. Cennetle müjdelenen Talha bin Ubeydullah (r.a.) ve efendimizin (sav) cesur havarisi Zübeyir bin Avvam (r.a.) bu süreçte şehit edilecektir. Zübeyir bin Avvam’ı (r.a.) öldüren bedbaht Harici Hz. Ali (r.a.) huzuruna çıkıp bunu müjde olarak sunacak kadar gözü dönmüş bir cahildir. Hz. Ali (r.a.) ona hadisi okur ve Zübeyir bin Avvam’ı (r.a.) katledenin cehennemlik olduğunu hatırlatır. Muaviye Hz. Ali’ye biat etmemeye kararlıydı. Buna gerekçe olarak önce Hz. Osman’ın katillerinin kendisine teslim edilmesi gerektiğini söylüyor, hatta daha da ileri giderek Hz. Ali’nin Osman’ın katlinden sorumlu olduğunu ileri sürüyordu. Ve Şam halkını da halifeye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Muaviye’nin Hz Ali’nin biat çağrısına cevaben yazdığı mektup şöyledir: “… Sen Muhacirleri Osman’ı öldürmeleri için tahrik ettin. Ve Ensar’ın onu himaye etmesini engelledin. Sonuçta cahil Sana itaat etti ve güçsüz güçlendi. Şam halkı ise Osman’ın katillerini teslim alıncaya kadar Seninle savaşma kararı aldılar. Eğer Sen onların isteğine uyarsan hilafet meselesi bir şûrada görüşülecek tir. And içerim ki Senin benimle olan durumun Talha ve Zübeyr’le olan durumundan çok farklıdır. Zira o ikisi Sana önceden biat etmişlerdi. Ancak ben biat etmedim. Ve ayrıca Şam halkı, Basra halkı gibi değil. Çünkü Basra halkı Senin halifeliğini kabul etmişti. Ancak Şam halkı böyle bir şey yapmadı. Tüm bunların yanında ben Senin İslam’daki önceliğini, Resulüllah ile olan yakınlığını ve Kureyş arasındaki dereceni inkar etmiyorum.” Muaviye, Sıffin Savaşı’ndan sonra Hakem Olayı’nda hile yapmıştır. Hakem Olayı’nın ardından yapılan antlaşmada Hz. Osman’ın katilleri konusu hiçbir şekilde yer almazken, Muaviye kendini halife ilan ettirmiştir. Muaviye, siyaseti bir yalancılık dili haline getirerek Başbakan Erdoğan’a ilham veriyor. Bu süreçte Allah Resulü’nün “Seni asi bir grup öldürecektir” dediği Ammar b. Yâsir öldürüldü. Bu düşünüp, ibret alanlar için büyük bir işaretti. Ammar’ın öldürüldüğünü gören ve o zamana kadar tarafsız kalmış olan sahabeden Huzeyme Hazretleri savaşa girdi ve şehit olana kadar savaştı. Çünkü Resulüllah’tan, “Ey Ammar! Seni asi bir topluluk öldürecektir” hadisini işitmişti. Hz. Ammar’ın öldürülmesi Şamlılar arasında büyük etki yarattı. Abdullah b. Amr, Muaviye’ye gelerek, 159 “Resulüllah’ın hakkında, ’Seni asi bir grup öldürecektir’ buyurduğu kişiyi öldürdük” dedi. Muaviye’nin cevabı ibret verici oldu: “Sus, onu biz mi öldürdük? Onu Ali ve arkadaşları öldürdü. Onu buraya getirdiler ve kılıçlarımızın önüne attılar.” Şamlılar Hz. Amr bin el-Âs’ı, Hz. Ali tarafındaki Iraklılar da Hz. Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi hakem tayin ettiler. Şamlıların “Kur’an’ın hakemliğine davet etme” hilesi neticesini verdi. Hz. Ali’nin ordusunda dalgalanmalar oldu. “Allah’ın Kitabı’na icabet edelim” demeye başladılar. Nihayet Iraklılar Ebu Musa’yı, Şamlılar da Amr b. As’ı kendilerini temsil etmek maksadıyla hakem tayin etiler. Ve taraflar tahkim antlaşmasını imzaladılar. (H.37). Her iki tarafın hakemleri sözleşme metnini yazmak üzere bir araya geldi. Amr, sözleşmeye, ”Emirü’l-mü’minin” ifadesinin yazılmasını kabul etmedi. İmam Ali bunun üzerine şöyle dedi: “Bugün Hudeybiye gününe benziyor. O zaman Süheyl b. Ömer Peygamber’e, ‘Sen Allah’ın Resulü değilsin’ demişti. Sonra Resulüllah Bana şöyle dedi: Buna benzer bir olay Senin de başına gelecek ve Sen haksızlığa uğrayacaksın.” Sözleşmesinin en önemli maddesi ateşkes ilan edilmesiydi. Taraflar aralarında sorunların çözümünde Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünnetine başvuracaklardı. Her iki hakemin de doğru yoldan ayrılmadıkları sürece canı ve malı muhteremdi ve yine her iki hakem Kur’an ve sünnete göre hareket etmezlerse taraflar arasında savaş devam edecekti. Hakemler Şam ile Irak arasında bir noktaya istedikleri kişilerle birlikte gelecek ve Ramazan ayının sonuna kadar bir karar alacaklardı. Eğer gerekirse bu süre hac mevsiminin sonuna uzatılabilirdi. Hariciler, Hz. Ali’nin bu kararını beğenmeyen 12 bin kişidir ve Kufe’ye girmeyerek hilafet meselesini tartışmaya açtılar. Bundan sonra ne laftan anladılar nede kılıçtan. Bu tür çekişmeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhün böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muâviye’ye bey’at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş bu kararlarını müslümanlara bildirmeye gelmişti. Amaca ulaşmak için siyasete hile karıştırılması şöyle başladı. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı ve Allah’a hamd ve senadan sonra konuştu: “Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr’ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye’yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini hafife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden alıyorum” dedi. Sıra Amr’a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; “Şüphesiz Ebû Musa’nın söylediklerini duydunuz. O Ali’yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye’yi halife tayin ettim” deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek ” Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın” diyerek orayı terketti. Ebû Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke’ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşrü halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan’ın elinden halifeliğin alınmasına kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye’yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar Şam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir. İki halife ortaya çıktı. Hakem olayı böyle bir hileyle sonuçlandıktan sonra İmam Ali’yi hakeme gitmeye zorlayan bir grup İmam Ali’nin hakeme gittiği için büyük bir günah işlediğini, tövbe etmesi gerektiğini söylediler. İmam Ali’nin dinden çıktığını düşünen bu sapık hareket Bedevi Arapların da katılımı ile güçlendi. Bu gelişmeler Nehrevan Savaşı’na yol açtı, ardından fitne büyüdükçe büyüdü. Hz. Muaviye döneminden itibaren Ömer b. Abdülaziz’e kadar Emevî idarecileri tarafından hutbelerde Hz. Ali’yi kötüleme adeti/bid’atı devam etmişti. Fakat Hz. Muaviye’nin bizzat bu işi yaptığı veya 160 yaptırdığı sabit değildir. Kendisinden sonraki halife namzedi olarak oğlu Yezid için halktan biat almış ve bu durum büyükler tarafından hoş karşılanmamıştır. Ancak bunu, hilafet ve saltanat yüzünden yeni kavgaların çıkmasını önlemek için yapmıştır. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki siyasi kavgada, Ehl-i Sünnet’e göre Hz. Ali haklı, Hz. Muaviye ise içtihat ve muhalefetinde hatalıydı. Ama Hz. Muaviye dahil hiçbir sahabiye karşı olumsuz konuşmak, hakarette bulunmak bizler için caiz değildir. Hz. Muaviye’nin vefatından sonra (60/680) oğlu Yezid’in halifeliği ilan edilmişti. İçki ve sefahate düşkün birisi olan Yezid’e bazı ileri gelen zatlar biat etmek istememişlerdi. Hz. Hüseyin, Abdullah ibn Zübeyr, Abdullah ibn Ömer bunların başında geliyordu. Bu arada Kûfe’deki Yezid muhalifleri de Mekke’ye gitmiş olan Hz. Hüseyin’e yüz elli kadar mektup göndererek, kendisine biat için onu Kûfe’ye davet etmişlerdi. Hz. Hüseyin’i Kerbela’da şehit eden fasık Yezid -sahabi değildir- üçbuçuk yıllık saltanattan sonra otuz sekiz yaşında sarhoş olarak avlanırken bindiği yaban eşeğinden düşüp boynu kırılarak ölmüştür. Ak Parti’nin cemaatı infaz girişimi dini değil siyasi bir havayla yapılmaktadır. Herşeyden önce, politika adına birilerinin hakkı korunurken, birilerinin hakkına da tecavüz edilmiştir. Kamu hakkı Allah hakkıdır, yenmiştir. “Haklı haksızı Allah bilir; biz karışmayalım” mantığının bilimsel açıdan hiç bir geçerliliği yoktur. Cemel Vakası ve Sıffın’de Hz. Aişe, kadınsal duygusallığının, Talha ve Zübeyr dünyevi çıkarlarının etkisiyle, dini duyguları emellerine alet etmişlerdir. Birçok İslâm aliminin “hüsn-ü niyet ve ictihad farklılığı” tezleri havada kalmaktadır. Hele hele Muaviye ve Amr b. As’ın sahabe oluşları noktai nazarından hareket edilerek, bu ictihad farklılığı kriteriyle değerlendirilmeleri, ciddiye dahi alınamaz. İsyankar bir valinin saltanatı ele geçirmek için, bir halifenin kanını ve Allahın kitabını siyasi emellerine alet etmekten başka şekilde değerlendirilemez. Ak parti İslam dinini siyasetine alet ederek, yalancılık ve yolsuzluğu legalleştierrek dine en büyük lekeyi sürüyor. Buna sessiz kalmak dilsiz şeytan olmak demektir. Meçhule Giden Gemi ‘Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’ Söz sultanlarından biri ”meçhule giden bir gemi kalkar” demiş ya 22 Mayıs günü İstanbul’ dan kalkan gemiyi tarif etmiş sanki o günlerden bugüne . 27 Mayıs günü tüm hazırlıklarını yapıp yola çıkan gemidekiler, bir ülkenin tarihini ters düz edeceklerinin belki hiç farkında değillerdi. Çünkü gemidekilerin bir çoğunun amacı İsrail in kuşatması altında ezilen Filistinli kardeşlerine uygulanan ambargoyu kırıp, yardım ulaştırmaktı. Ancak bu seyahatta acaba herkesin niyeti bu düzeyde miydi? Aslında meselenin kodlarını çözmek için olayı çok öncelerden almak gerekir. 2009 yılında Davosta yaşanan ‘One Minute’ olayından sonra İsrail-Türkiye ilişkileri yeni bir boyuta girmiştir. Bir anda Arap halkları nezdinde Kahraman-Neo Osmanlı olarak anılan Türkiye’ nin bu imajını, plan uygulayıcılar asıl projeleri için kullandılar. Artık isminin dahi geçmemesi istenilen BOP’ un yeni versiyonu olan Arap Baharı olayları ile Ortadoğunun çehresi değiştirilmeye başlanmıştı. Bu konuda iki 161 anektod, meseleyi özetlemekte bize yetmektedir. Birincisi ABD Dış işleri Eski Bakanı Rice’ ın 2003′ te yayınladığı ve Fas’ tan Basra’ ya kadar olan yönetimlerin dönüştürülmesi gerektiğini savunan raporudur. Diğeri ise Hürriyet Gazetesi yazarının köşesinde bahis ettiği 28 Şubat’ ın en etkili ismi Ç.B nin İsraile sunduğu Ortadoğu değiştirelim teklifidir. Bunun üzerine İsraillilerin verdiği yanıt ise ilginçtir. ”Bu işin içinde biz olursak bu iş olmaz, siz kendi başınıza yaparsanız başarılı olur.” sözüdür. Arap Baharı ile çevre coğrafyada yönetimler bir bir değişirken, Ortadoğu’ da ülkemizin artık söz sahibi bir ülke olduğu tezleri ortalıkta dolanmaya başlamıştır. Çevre ülkelerle sıfır sorun politikasıyla yola çıkan Türkiye’ den rahatsız olanlar, ülkenin iç dinamiklerini kullanarak -değerli yalnızlık pozisyonuna getirecek- planı sahneye koydular. Ülkemizi uluslararası alanda sıkıştırmak isteyenler ülkenin yumuşak noktasını bularak nokta atışı bir plan kurgulamışlardır. İşte bu süreçte İsrail ile Türkiye’ yi karşı karşıya getirip ülkemizin Batı’ dan kopmasını, böylece tek başını kalmasını sağlayan plan; meşhur gemi hadisesi ile başlamıştır.Belki içindeki katılımcıların halisane duygularla yola çıktığı bu yolculukta plan uygulayıcılar, devreye girerek, ülkemizin itibarını sarsmışlardır. Gemi hadisesinin öncesi ve sonrası iyi incelendiğinde son derece profesyonel bir istihbarat operasyonu olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu olay ile Türkiye kaybederken, Sion-Pers ittifakı kazanmıştır. 22 Mayıs’ta İstanbul’ dan yola çıkan geminin hikayesi oldukça ilginçtir. 25 Mayıs’ ta yola çıkmak için vardığı liman Antalya’dır. Alanya Limanı’ nın en önemli özelliği ise -özellikle- İsrail’ e ait gemilerin en sık uğradığı yer olmasıdır. Hatta hatırlatmakta fayda var; One minute olayından sonra bu limanın yönetiminden, BB’ nın İsrail den özür dilemesi gerektiği şeklinde beyanlar gelmişti. İsrail’ e bu kadar önem veren bir limandan İsrail ambargosunu delecek bir geminin, yola çıkması manidar değil midir? Alanya’ dan hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkmaya hazırlanan gemide ilginç bir gelişme daha yaşanmıştır. Yola çıkacağı vakit gemiden Türk bayrağı indirilmiş, Komor Adaları bandrası alınıp bu ülkenin bayrağı çekilmiştir. Bu aslında çok kritik bir hamledir. Tüm dünyaca Türk Yardım Gemisi olarak bilinen gemi hukuki anlamda Komor Adaları’nın gösterilmiştir. Böylece uluslararası sularda saldırıya uğrayan geminin Nato ülkesi olan bir gemi olmasına engel olunmuştur. Yoksa Nato anlaşmasına göre üye olmayan İsrail, üye olan Türkiye’ ye daha doğrusu Nato’ ya karşı saldırıda bulunmuş olacaktı. Yani İsrail-Nato krizinin önüne başlamadan geçilmiştir. Bu stratejik zekayı okumak olayın boyutlarını çözmek adına önemli bir adım olacaktır. Gene bu kalkış sürecinde enterasan olaylar peş peş gelmiştir. Bu olayların en ilginçlerinden birisi de hükümet milletvekillerinin son dakika, genel merkezden yapılan uyarı ile gemiye binmekten vazgeçmeleridir.Vazgeçen milletvekillerinden bazılarının yardım derneğinin dolaylı ortaklarından olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. 28 Şubat’ ın saç ayaklarından biri olan Kudüs Gecesi’ ne rahatsızlandığı için son anda katılmaktan vazgeçen gazetecinin, aynı tesadüfü bu yardım gemisi olayında da gerçekleştirmesi ayrı bir mana kazanmaktır. Yardım gemisine bineceği önceden ilan edilen bu şahısın oğlu, o gün babasının umre ziyaretinde olduğunu beyan etmiştir. Gemi meçhule giden yolculuğunu sürdürürken zamanlaması manidar bir olay meydana gelmiştir. Gemi baskınından saatler öncesi İskenderun’ da bulunan Deniz Komutanlığına ait birliğe roketatarlı saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırıyı her ne kadar bölücü örgüt üstlense de ,yapılan eylemin özelliğinden, bir istihbarat operasyonu olduğu o günlerde vurgulanmış ve özellikle İsrail bağlantısı ele alınmıştır. Daha sonra olayın sorumluları, çıkarıldıkları mahkemede İsrail bağlantılarını itiraf etmişlerdir.Ülkemiz bu olayla uyanırken aynı günün ilerleyen saatlerinde İsrail birlikleri yardım gemisine operasyon düzenlemişlerdir. Olayda, 9 yolcu İsrail komandoları tarafından öldürülmüştür. Bu yolculardan 8 i Türk diğeri ise Türk asıllı Amerikan vatandaşıdır. Aslında 800 mürettabatı olan gemide 162 sadece Türkler’in öldürülmesi tesadüf müdür yoksa bilinçli midir, bunu sizlerin takdirine bırakıyorum. Altı gemilik filoda, beş gemi sorunsuz ele geçirilirken- içinde dernek başkanı dahil ilginç kişilerin bulunduğu- altıncı gemide olay çıkması yine tesadüfler zincirinden birisidir. Gemide bulunan ilginç karakterlerden birisi E.T’ dir. Bu kişi yine 28 Şubat’a giden süreçteki önemli saç ayaklarından biri olan feribot kaçırma olayının baş karakterlerinden birisisdir.E.T. Avrasya Feribotu’nun kaçırılması olayında hapse girmiştir. Hapisten çıktıktan sonra ise kendisinin ifadesiyle yardım gönüllülerine katılmıştır. Burada ilginç bir tesadüf daha karşımıza çıkıyor; yardım gemisinin baş aktörü olan, yardım derneğinin başkanının da aynı feribot olayıyla anılmasıdır.Feribot olayının iki önemli karakteri yıllar sonra yine İsrail’ in işine yarayan bir meselede başrolü oynamaları ilginç değil midir? Gene bu gemide ilginç karakterlerin birisi Amerikalı- sözde- aktivist Edward Peck’ tir. Kendisi ABD’ nin Moritanya Eski Büyükelçisi’ dir. Amerikan ordusunda çeşitli görevlerde bulunan Peck daha sonra müsteşarlığa yükselmiştir. Bağdat Misyon Şefliği yapan bu kişi daha sonra dış hizmetler görevlisi olarak çeşitli Ortadoğu ülkelerinde görev almıştır. Dış işlerinde, Mısır’ dan sorumlu, gizli operasyon biriminde görev alan Peck son olarak Terörle Mücadele Birimi’ nde yardımcılık yapmıştır. Bu derece operasyonel kabiliyeti olan birinin yardım gemisindeki işini sorgulamak gereklidir! O günlerde ortaya atılan, gemide CIA bağlantılı El Kaide’ cilerin olduğu iddiaları da unutlmamalıdır. Aslında o gün planlanmak istenilen Türk-İsrail savaşıdır. Savaş çıkmasa bile Ortadoğu da Türk etkinliğinin kırılıp Pers yükselişinin önünü açmaktır. O gün Türk donanmasının gönderilmesine karşı çıkarak, büyük krizi önleyen ‘isimsiz kahramanları’ ise tarih bir gün elbet kayda alacaktır. Bu olaydan sonra yardım gemisi başkanının, İran dini liderinden -hediye- aldığı yüzük ise kulaktan kulağa yayılmaktadır. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz olayda ana muhalefet partisinin bir görevlisinin” ”BB bu şahıs hakkında ”İran istihbaratının adamıdır.” dedi.” sözü bu parçaları birleştirince daha anlamlı hale geliyor. Gemi olayı ile Türkiye’yi köşeye sıkıştıran zihniyet, Pers yükselişinin önünü açmıştır. Planın bir sonraki ayağı ise ülkemizin bu yeni sürece entegre olmasının önünde engel gördükleri camiaya, operasyon yapmak olmuştur.Bugün yaşanan hükümet-cemaat çatışmasının başlangıç noktalarından birisi: meçhule giden gemi meselesidir. Bu meselenin arka planı aydınlandığında nasıl bir ihanet ile karşı karşıya geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Meseleyi son bir anektodla kapatalım. Bir rivayete göre Asrın Söz Sahibi’ nin mesele ile ilgili kullandığı sözlerin manasını anlamayıp, ” Çıksın, özür dilesin!” diyenlerin; o gece ciddi bir ‘tokat yeme! durumuyla karşı karşıya kaldıkları, kulaktan kulağa yayılmaktadır. O gün yenecek tokatın belki önümüzdeki seçimlerde gelebileceği, bu gün yaşananlara göre aşikardır. Osman Yılmaz http://gundemdesifre.com/2014/02/09/mechule-giden-gemi/ İskariyotlar her zaman oldu- Ali Ünal Hz. İsa’ya (as) havarî olmakla şereflenmiş, 12 Havarî’den biriydi Yahuda İskariyot. Fakat, peygamberler arasında Rûhullah olarak anılan Hz. İsa’ya ihanet ederek, O’nu Romalıların eline verdi. Neyin karşılığında? Matta İncili’nde yazdığına göre otuz gümüş (para) karşılığında. Fakat Yahuda bu otuz gümüş parayı da kullanamadı; gitti kendini astı. Yahuda İskariyot, bir prototiptir; kazanma kuşağında kaybetmenin; zirveye ramak kalmışken, Cennet’e adımını atacakken düşüp rezil ve sefil olmanın ve Cehennem’e yuvarlanmanın; Kur’ân’ın tasviriyle, Allah’ın âyetlerinin âlimi kılınmışken, derinin vücuttan soyulması gibi o âyetlerden sıyrılmanın ve üzerine varıp uzaklaştırmak için kendisine bir şey atsan, acaba bir kemik midir diye seğirtip dili dışarıda soluyan, kendi haline bırakıp bir şey 163 yapmasan, yine kemik peşinde yanına sokulup, dili dışarıda soluyan bir kelb sîreti kazanmanın; yine Kur’ân’ın tasviriyle, Kitab’ı yüklendikten, öğrenip üzerine aldıktan sonra ona karşı sırtında ciltler dolusu kitap taşıyan bir merkebe dönmenin prototipi. Yahuda İskariyot, 30 gümüş paraya satıldı. Bazı İskariyotlar vardır, yüzbinlerce kardeşiyle birlikte, yetişmesini bütünüyle kendisine borçlu olduğu üstadını, hocasını, onun yerini almak hevesiyle satar; tatmini mümkün ve mukadder olmayan bir hevese satılır. Bazı İskariyotlar, çocukluğundan beri içini kemiren, fakat tatmini imkânsız büyüklük ve büyük olma kompleksine satılır. Karun misal bazı İskariyotlar vardır, servete satılır da, karşılığında Firavunlara milletini, peygamberini satar. Evet, satmanın en acısını da insana kardeşleri yaşatır. Onun en büyük sebebi de kıskançlıktır. Safiyullah lâkaplı bir rasûlün evlâdından biri kıskançlık sebebiyle, “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim.” diyen kardeşini öldürür. Yine, tertemiz kul manâsında İsrail lâkaplı bir başka büyük rasûlün on oğlu, babaları kendisini daha çok seviyor diye kıskançlıkla küçük kardeşleri aleyhinde ittifak eder ve ölsün gitsin diye çölde kuyuya bırakıverirler. Sonra da onu bir kervanın çıkardığını görünce kelepir fiyatına satıverirler; bu pazarda satma, satılma ile aynı manâyadır. Bu yetmediği gibi, kendisine iftira da atarlar. Firavun’un nikâhındaki bir kadın dünyanın dört büyük kadını arasına girerken, bir diğer büyük rasûlü hem karısı, hem bir oğlu satar; yine bir diğer büyük rasûlü, yine karısı satar. Risaletine, misyonuna kâinatın, duasına Âhiret’in yaratıldığı İki Cihan’ın Efendisi’ni Ateş’in Babası lâkabına lâyık amcası satar; O’nu yabancı diyarlardan sahiplenenler havârileri, yani Ensar olma mertebesiyle ebedlere kadar rahmetle anılma makamına yükselirken, kabilesi satar, aşireti satar. Yakınlığın, kardeşliğin hâsıl ettiği kıskançlık öyle onulmaz bir derttir ki, kardeşi kardeşe küfrün sebep olduğu düşmanlıktan daha çok düşman eder; öyle bir derttir ki, Kur’ân, tarih boyu sağlanan bütün kutlu birliklerin bağy, yani kıskançlığın, “Niye ben değil de o; niye bana değil de ona?” kıskançlığının yol açtığı tecavüzler sebebiyle parçalandığını buyurur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalanmasıyla ortaya çıkan beyliklerin en küçüğü Osmanlı Beyliği’ydi. Ama samimiyet ve hârice karşı cihadla diğerlerinin önüne geçti; ne var ki, bir yandan mefkûresini hep hâriç istikametinde yayarken, diğer yandan iki asra yakın Karaman beyliği gibi iri beyliklerin hedefi olmaktan kurtulamadı. Yahuda İskariyot hep var oldu; o bakımdan, bugün yaşananlara, Hocaefendi’ye ve “Camia”ya reva görülenlere ve bunlar karşısında ebkem kesilenlere hiç şaşırmıyoruz. http://www.zaman.com.tr/ali-unal/iskariyotlar-her-zaman-oldu_2202758.html Müslüman Martin Luther kazanacaktır! Epey iddialı bir başlık attım, zira bu benzetmeyi Foreign Affairs’dan ödünç aldım. Victor Gateean imzalı 20 Şubat’ta yayımlanan haber yorumun orjinal başlığı şöyleydi: “The Muslim Martin Luther? Fethullah Gulen Attempts an Islamic Reformation”. 15. Asırda Hıristiyanlığın Protestanlık olarak yırtılmasına yol açan Martin Luther ile Gülen’i kıyaslayanlar, genelde siyahi Martin Luther King ile birbirine karıştırırlar. Gülen’in İslami bir reform yapmaya çalışan ABD’nin sembol isimlerinden Martin Luther King’in müslüman versiyonu olarak gösterilmesi, öküz altında buzağı arayanları daha fazla tahrik edecektir. İki Martin Lutherde benzer özelliklere sahip. Siyahi olan King, renk ayrımcılığına dayalı ırkçılığa karşı çıkmıştı, diğeri bir vaizdi, politika ile işi yoktu. Gülen’de bir vaiz 164 ve siyasette bezi olmadığı açık, Hizmet Hareketini bir siyasi partiye çevirmemesinden belli. Bir “renk körü” olan Gülen, ideolojik ayrımcılığa karşı mücadele ediyor ve 20. asrın en büyük hastalığı olumsuz milliyetçiliği ve kavmiyetçiliği ayakları altına alıyor. İki Martin Luther de kazandılar, elbette Gülen’de kazanacaktır. Batı dünyasının medyası, hatta Türk medyası Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde eski dar Milli Görüş gömleğine dönen AK Parti ile Gülen arasındaki tartışmayı bir güç savaşı olarak yorumladılar. Hizmet Hareketi, siyasi bir parti olmadığı için AK Parti’nin rakibi değil, dengi hiç değil. Yolsuzluk, rüşvet ve hortumculukla mücadele her vatandaşın görevi, peki sivil toplum örgütlerinin görevi değil midir? İşte neden Hizmet Hareketi, Ak Parti ile 12 yıllık birlikteliğini sona erdirdi sorusu burada ortaya çıkıyor. Gülen, dünyanın 165 ülkesine yayılmış, yüksek insani değerleri ilke edinmiş, vizyonu sağlam bir sivil toplum hareketinin önderi. Türkçülük yaparak Ak Parti’nin her günahını sineye çekmesi beklenmemeli. Sabır taşı çatlayınca, 2011’den beri yapılan ciddi uyarılar dikkate alınmayınca ipler koptu. Normal bir soruşturma, krize dönüştü. Gülen ve Hizmet Hareketi öncüleri, söz konusu makalede gözlemlendiği gibi başarılı biçimde Martin Luther’in dilini kullanıyor ve reform misyonunu İslami kaynaklardan alıyor. Neyi savunuyordu Martin Luther? Eşitliği, sosyal adaleti, devletin siyahlara eşit haklar tanımasını ve ayrımcılık yapmamasını. Gülen’de aynı temel insani hakları talep ediyor ve ideolojilerin kamplaştırmaya ve ötekileştirmeye yol açması karşısında dev bir baraj, set gibi sağlam, dimdik duruyor. Umarım Gülen’in hayatı Martin Luther gibi sonlandırılmaz: Devlet terörüyle! “Önce öldür, sonra dinle bakalım ne diyor kültürü”, bu günlerde ülkemize hakim maalesef. Hizmet Hareketi’nin paralel devlet veya örgüt havasında sokulması hukuki anlamda imkansız. Çünkü üyelik kaydı olmayan, hiyerarşik bir sistemi olmayan, gönüllü esasına dayanan bu manevi yapıda taban ile tavan arasında uçurum bulunmuyor. Politik hedefleri olmayan, devleti ele geçirmeye çalışmayan bir sivil toplum hareketi demokrasilerin olmaz ile olmazıdır. Zaten Hizmet’e örgüt damgası vurmak için 40 yıldır uğraşanların elleri böğürlerinde kaldı. Bunu başarabilselerdi, Gülen hakkında 2000 yılında açılan ve 2008’de kesin beraat ile sonuçlanan örgütçülük ve bölücülük davasından kesin beraat çıkmazdı. Demek ki, başka bir yöntem deneyeceklerdi, çünkü hukuk buna imkan vermiyordu. MİT formulü 2009’da bulundu. Gülen, Ak Parti’in tersine İslam’in, dinin politikaya karıştırılmasına, misyonunu devraldığı Said Nursi gibi şiddetle karşı çıkıyor. Söz konusu makale bam telini yakalamış, Gülen’in Müslüman Kardeşler ve AK parti tarzında siyasetin dine zarar verdiğini düşündüğüne vurgu yapmış. Gülen’in yaptığı iddia edilen reformda işte burada net görülüyor. Dinin siyasi bir kimlik haline getirerek esası yalancılığa odaklanmış politikada kullanılması anlayışı Ak Parti’nin hukuk usulsüzlükleri ile çöküyor. İslam bir ideoloji değil, yüce bir din, bu nedenle siyasi bir partinin iktidara gelme aracı olamaz. İslam’ın elmas hakikatları aksi taktirde yolsuzluk yapan, rüşvet alan siyasilerin cebinde kömüre dönüşür. Gülen, İslam dininin özünü koruyor, aslına döndürmeye çalışıyor, AK parti ise kirletiyor. Gülen aslında reform yapmıyor, dinin emir buyurduğu temel insani hakları hatırlatıyor ve “kim olursan ol kamu hakkı yemek yetim hakkı yemektir” diyor. Ak Parti, İslami etik ve kuralları hiçe sayıp helal ile haramı birbirine karıştırdığı için Hizmet’in prensiplerine ters düştü. Ve Hükümet, bir “Gestopa ve KGB devleti” kurma yoluna girdi. Ak Parti ile cemaat arasında süren temiz toplum ve kirli siyaset mücadelesi ve tartışmasını Kanadalı Profesör John Kresden’a sordum. Winnipeg Üniversitesi’nde yıllarca İslamizm dersleri vermiş olan John’u Kitcehener’da ücra bir kasaba kilisesinde İslam’ı anlatan bir seminer verirken yakaladım, Tim Hortons’da ülkemizdeki sorunu anlattım ve çözüm önermesini istedim. Köşedaşım Engin Sezen ve bizden fazla diyalog hizmetinde koşturan Pastör dostumuz Leon ile hayatında ilk defa Gülen ve Hizmet adını duyan John’u bilgilendirdik. John, tarafsız bir gözdü benim için. Kilisede anlattığı müslümanlık dersinden sonra bir kilise müdavimi John’a müslüman mı oldunuz diye sordu. Bir 165 Mennonit olan John’un kafasında hemen Orta Çağ Avrupasında Hollanda, Almanya ve İsviçre’de küçük Mennonit tarikatına yapılan cadı avı kafasında canlandı. Bir kültür grubu veya mezhep olarakta görülen Menonitler, Pensilvenya’ya sığınan mazlum, saf, temiz kalmış bir grup. Siyasete asla bulaşmama kararı almışlar. Yolsuzluk ve rüşvet üzerinden kopan fırtınayı dinleyen John acı acı güldü ve Hizmet hareketine hicret yolu gözüküyor babında konuştu: “Martin Lutherler er geç kazanırlar ama iyi ruhlar ve kötü ruhlar mutlaka elenme döneminden geçer.” Sonuçta Gülen’in son aylarda her gelen ziyaretçiye ve duvarlara, aleme bakarak ağzından çıkan tek kelimenin şu olduğunu duydum: “Allah’ın dediği olur ama kullarının duasına, ibadetine, ameline, aksiyonuna da bakar.” Allah en güzel vekildir, bekleyip neticeyi göreceğiz… Eğer ülkemiz temiz bir toplumu hak etmiyorsa, ne iseniz sizi o türden idareciler yönetecektir. 28 Şubat ile tüm Türkiye Gülen’i tanımıştı, şimdi ise tüm dünya Gülen’i bu Yeşil 28 Şubat sürecinde konuşuyor ve gerçek İslam’ı temsil eden müslümanların haksızlık karşısında susmayacağını öğreniyor. Kıskançlık, haset, kin ve nefret hislerini bastıramayan, tedavi edemeyen, kendi içinden çıkanı hazmedemeyen Türk toplumu bireyleri ile Hizmet’in benimsediği yüksek insani değerlere dayalı insanlık hizmeti arasındaki derin uçurum hortladı ve fark gittikçe açılıyor. İslam, 21. yüzyılda en gür seda olacaktır, ama bunu sağlayacak keyfiyetteki insanlara “casus”, “vatan haini” diye iftira ve bühtan atan sapı bizim milleten kazmalarla nereye kadar gidebilirsiniz ki! Başbakan ve şürakasında bu kalite yok ise, Gülen ne yapsın! Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri savunamayan bireyler, hangi ideoloji, ırk ve dinden olursa olsun, Martin Luther’i hiç anlamamış demektir. Foreign Affair’in tesbiti ile bitireyim: Ak Parti ve Gülen münakaşasında sosyal adaleti sağlayacak İslami kültürün yok edilmesi asıl trajedidir. Canadatürk, 01.03.2014 Çakma delil nasıl oluşturulur? Ahmet Hakan’ın sunduğu CNN Türk’te yayınlanan “Tarafsız Bölge” programında AKP Milletvekili Mehmet Metiner, Cemaate operasyon için “DELİLLER OLUŞTURULUYOR” itirafında bulundu. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası Başbakan Erdoğan hemen hemen her konuşmasında, her mitinginde Cemaate operasyondan bahsediyor, “inlerine gireceğiz” diyordu. Metiner’in bu İTİRAFI ortada bir delil olmadığı için acaba operasyon için“DELİLLERİN OLUŞTURULMASINI” mı bekliyorlar sorusunu akıllara getirdi? Doğrusunu isterseniz hiç şaşırmadım. Sahte delil oluşturarak ordumuzdan 1986’dan beri 10 bin askeri öğrenci, subay ve astsubayın nasıl kapı önüne konduğunu burada ilk defa yazıyorum. Süfyanizmi temsil eden derin oligarşik yapının kullandığı insanlar, ideolojiler değişiyor, darbe ve zulüm mantığı değişmiyor. Türk ordusundan iftira ile atılanların gerçek öyküsü Samanyolu tv’de Ötesiz İnsanlar dizisinde başörtüsü dramı ile beraber anlatılıyor. YAŞ kararlarında kesin ihraç çıkması için dönemin despot askeri vesayeti, delil bulamayınca sahte bir delil oluşturmuş, her atılma dosyasının üstüne bu delili koyuyordu. Merhum Turgut Özal bile bu çakma delil karşısında direnememişti. Peki, neydi bu sahte delil? Ben nereden biliyorum bunu? Kader işte! O sahte delili işkence altında imzalayan astsubay Turgay Cüce, Eskişehir 1. Ana Jet Üssü’nden babamı tanıyan biriydi. 4 yıl Yunus Emre caddesinde ihraç edilmesine yol açtığı Halim Dağlar ile beraber aynı evde kalmıştı. Ve bir gün Turgay Cüce 1990’da atıldıktan sonra kendi ayağı ile Alanya’da dükkanıma, elime düştü! Asker emeklisi babam sert mizaçlı biriydi, asla sevdiğini belli etmezdi. Emrine itaat esasdı. Emekli olduktan sonrada adetlerini değiştirmemişti. Askerlik ruhuna işlemişti. Sabah 6′da evde herkes yatağından asker gibi kalkmalıydı, kalkmazsa zorla kaldırırdı. Doğduğumdan beri askerdim. Mantıksızda olsa babamın emirlerini yerine getirmezsem asker fırçası yerdim. Askeriyede hep namuslu ve dürüst insanlarla muhatap olmuş babam, sivil hayatda önceleri çok bocalamıştı. 166 Aldatmayı, yalanı, üçkağıtçılığı, sahtekarlığı asla affetmezdi. Oysa sivil hayatda bunlar toplumun gündelik alışkanlıklarıydı. Emekli ikramiyesi ile 1985’de satın aldığı Alanya’daki bakkal dükkanında herkesi halen asker olarak görmesine içimden gülerdim. Ama asla terbiyesizlik yapmazdım. Bir keresinde dayanamamıştım, yarı şaka yollu sözümü söyledim: “Baba müşterileri bari asker gibi fırçalama, adam isterse bizden almaz, eğer günlük fırça çekme ihtiyacın hasıl oluyorsa, fırçayı bana çek, ben kaldırırım.” Kızdığı zaman babamın karşısında kaymakam olsa fırçayı yemesi Allah’ın emriydi. Alanya’da zaten Zabıta amirinden, emniyet müdürüne, kaymakama kadar asker fırçasını yemeyen kalmamıştı. Bu nedenle babamın Alanya’daki ismi “Komutan” olarak kalmıştı. Alanyalıların ismim yerine bana ‘”Komutanın Oğlu” diye hitap etmesine alışmıştım. 1987’de 4 yıl askeri lisede okuduktan sonra namaz kılmaktan kapı önüne konmuştum, babamın bakkalında çalışıyordum. 1990’ün Temmuz ayı yaşanıyordu. Bir gün dükkanımıza ürün satmak için gelen kamyondan eski hava astsubayı Turgay Cüce çıktı. Babam, bu genç astsubayın ordudan atıldığını hayretle öğrendi ve gerekçesini sordu. Beni tanımayan Turgay, yaşadıklarını sansürsüz anlattı: “1989’da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım. Gözlerim bağlandı ve hücre hapsine atıldım. Hücrede 28 gün işkence gördüm. Soğuk betonda yatırıldım. Lambalar gece gündüz açıktı. 28. gün gözlerim bağlı olarak götürüldüğüm işkence odasında tenasül uzvuma elektrik bağlandı. Bekardım. Kısır kalmaktan, hiç çocuğumun olmamasından korktum. Ne getirirlerse imzalayacaklarını söyledim. Boş kağıda imza attım.” Burada kendimi tutamadım, çıldırmıştım: “Sen eşek misin, aptal mısın? Hiç boş kağıda imza atılır mı?” Babam, beni şaşkın Turgay’a tanıştırdı ve başımdan geçenleri bir çırpıda anlattı. Sakinleşmemiştim. Hiddetle sordum: “Peki boş kağıdı nasıl doldurduklarını biliyor musun?” Turgat Cüce, yapmış olduğu cüceliğin boyutlarını kestirememişti. Suçluluk duygusuyla başını salladı. Yaptığı eşekliğin onbinlerce insanı mağdur edebileceği hiç aklına gelmemişti. Ağlayarak anlatıyıordu: “Nasıl doldurduklarını atılma dosyamda gördüm. Oysa beni atmayacaklarına dair şeref sözü, asker sözü vermişlerdi. Türk ordusunda ”Nurcu Dahhakcı” bir yapılanma olduğunu kabul etmişim. İmamlık sistemi var demişim. Tarikatda üst mertebede olan astsubayların subaylara emir verdiğini vurgulamışım. Orduda askeri hiyerarşiyi yok eden disiplini bozan bir dinci yapılanmaymış bu. En kötüsü “Dahhakcı”ların, yani tarikatın ilkokul mezunu lideri emir vermeden orduda kimsenin kılını kıpırdatmayacağı ileri sürülmüş. Hava Kuvvetlerinden hiç bir uçak kalkmayacak, Kara kuvvetleri tankları yürütemeyecek, topçular topları kullanmayacakmış. Bu deli saçmalarına kim inanır değil mi?” Ağzımdan şu kelimeler döküldü: “Sen su katılmamış bir eşeksin Turgay abi!” Bana bu zamana kadar inanmayan babam da dayanamamıştı: “Oğlum, sen benim oğlandan daha eşekmişsin! Benim oğlan hiç olmazsa susma hakkını kullanmış, susmuş.” “Başka ne sordular sana?” 167 “Bana Eskişehir 1. Ana jet üssünde namaz kılan astsubayların isimlerini sordular.” “Kimlerin ismini verdin?” “Sadece dört kişinin. Halim Dağlar, Necdet Öz, Nedim Özüak ve İbrahim Aşık…” “İyi halt yemişsin, aferin! Kendin cücesin ama dev bir eşeklik etmişsin, eşekler cennetinde bile yatacak yerin yok. Eşekoğlu eşek seni!” Bundan sonra YAŞ kararı ile atılan tüm subay ve astsubayların dosyasının birinci sayfasına Turgay Cüce’nin ifadesi konacaktı. Boş kağıda atılmış bir imza ve içi insani şeytanlar tarafından doldurulmuş yalancı bir metinle binlerce insanın kanına girilecekti. Hiç bir askeri irade ve sivil politikacı bu saçmalığa direnemeyecekti. Öyle ya, orduda hiyerarşi düzenini bozan dini bir yapılanma vardı! İmam olan astsubayı subayların dinlemek zorunda olduğu gulyabani bir yapı! En baştaki imama göre uçak kaldıran, tank yürüten bir ordu mu olurdu? Ordu için bu bir felaketti. Tabii doğru olması şartıyla. Kurmay zekası ile övünen omuzu bol apoletli, bol yıldızlı subaylarda akıl tutulması veya ideolojik körlük mü vardı? Kendilerini dalgaya alan bir ifadeye hemen hepsi koşulsuz iman ediyordu. Veya öylesi işlerine geliyordu. Oysa ortada koskoca bir yalan vardı ama kimse yanlışa kalkışıp “kral çıplak” diyemiyordu. Bilinçaltımdaki sesleri susturamıyordum: “Bir gün bütün bu eşeklikleri dünya aleme duyuracağım!” Şahit ol, duyurdum Yarabbi! AK Parti’yi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı kullanan aynı fesat komitesi, son üç ayda on bin kişi mağdur etti, şimdi de sıra sahte delillerin oluşturulmasına geldi. Araf’ta kalmış şakirtlerden üstünü kendilerinin doldurduğu ifadeler almak çok daha kolay bugün. Yapacaklarından emin olabilirsiniz. Milyarlarca dolarlık yolsuzluğa bulaşmış Başbakan ve ailesi, kendi günahlarını örtbast etmek için derin oligarşik çete ne dese yapacaktır, ‘paralel devlet’ diye cemaat suçlanacaktır. “Devlette ikilik olmaz, devlet düzeni, disiplini ve hiyerarşisi bozuluyor” diyerek mutlak biat ve itaat damarından girdiler Erdoğan’ın kanına. Oyun aynı oyun, bu oyunu fark edemeyen müslümanların basireti ve feraseti satın alınmıştır! Erdoğan delilleri karartıyor Fuat Avni’den sonra twitter’de fenomen olmaya başlayan başka bir twitter kullanıcısı da Ebru Canlı müstear ismini kullanan @CanliEbru adlı hesap sahibi. 17 ve 25 Aralık soruşturmasını yürüten, ancak sürgün yiyen polis veya savcılardan biri olduğu izlenimi bırakan gizemli Ebru Canlı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yayınlanan ses kayıtlarıyla ilgili montaj ve dublajı ispatlayamadığı için delilleri tamamen karartmaya yöneldiğini ileri sürdü. Eğer bu iddialar doğru ise, ülkemizde sadece hukuk değil devlet de kalmamış demektir ve bu tweetler ciddi bir suç duyurusudur. Ebru Canlı, “Başbakan çıkıp bunları yalan desin, ben de diğer bilgileri paylaşayım.” dedi Okuyalım: Başbakan HSYK’yı kendine bağladı. Ardından tahliyeler ve terfiler gelmeye başladı. İstanbul Yeni Başsavcı vekili Faruk Erşen Yılmaz kim? Faruk Erşen Yılmaz, Yolsuzluk ve Rüşvet soruşturması sanığı Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in öz teyze oğlu olduğunu biliyor musunuz? 168 Tahliyelerin neden yapıldığı, tapelerin niçin yok edildiği, soruşturmaların kimlerce yapıldığı şimdi daha net anlaşıldı. 23 Şubat akşamı internete düşen ve Başbakan ile Bilal Erdoğan. arasındaki konuşmaları içeren tape gündeme bomba gibi düştü. 23 Şubatta yayınlanan tape Erdoğan’ın evinde milyar dolar tutması ve 17 Aralık sabahı evindeki paraların evden çıkarılmasını içeriyordu. Daha önceki tapelere ya cevap vermeyen ya da sonrasında cevap veren Başbakan 23 Şubat gecesi derhal Dar Oligarşik Kadrosuyla toplandı. 23 Şubat tapeleri önemliydi, zira Başbakan’ın yolsuzluk ve rüşvet çarkının merkezinde olduğunu ispat ediyordu. Sobelenen Başbakan ve besleme medyası ile tetikçileri kayıtların montaj, dublaj, illegal olduğu vb pek çok yalanı ileri sürdü. 23 Şubat tapelerini inkâr eden BB’a muhalefet partileri dâhil herkes “TİB ve TÜBİTAK elinin altında, yalan olduğunu ispat et” dedi. Erdoğan’ın ve HİSleriyle ünlü bakanının tüm baskı ve tehditlerine rağmen TÜBİTAK uzmanları tapelere montaj, dublaj raporu vermedi. Erdoğan ve e HİSleriyle ünlü bakanının sahte rapor talebini geri çeviren TÜBİTAK uzmanları görevden alındı. Başbakan ve ve avanesi müthiş panik halindeydiler. TÜBİTAK’tan istedikleri sonucu alamayınca TİB’e yöneldiler. Başbakan çok açık ve net bir şekilde talimatını verdi: 23 ŞUBAT DÂHİL 17 ve 25 ARALIK SKANDALI İLE İLGİLİ TÜM TAPELERİ ve KAYITLARI SİLİN. Erdoğan’ın DELİLLERİ YOK EDİN talimatı üzerine TİB Başk. “Alo Cemalettin”, Adalet Bak., MİT ve EGM İstihbarat yetkilileri toplandı. Adalet Bakanlığına “17 ve 25 Aralık soruşturma dosyaları ve fezlekelerini inceleyip kaydı silinecek görüşmeleri tespit” görevi verildi. TİB, MİT ve EGM İstihbarat da Adalet Bakanlığının verdiği bilgiye göre kendilerindeki CDR kayıtlarını silecekti. TİB, MİT ve EGM İstihbarat CDR kayıtlarının silinmesiyle delillerin tam olarak karartılamayacağını biliyorlardı. Çünkü TİB, MİT ve EGM dışında 3 GSM şirketinde de Trafik ve Konum verileri vardı. Bu şirketlerdeki kayıtların da silinmesi gerekiyordu. 3 GSM şirketindeki delilleri sildirme görevi “Alo Cemalettin”e verildi ve 28 Şubatta 3 GSM şirketinin tepe yöneticileriyle biraraya geldi. “Alo Cemalettin” 3 GSM şirketinin yöneticilerine, “bazı görüşmelerin trafik ve bazı kişilerin konum verilerini silmeleri” talimatı verdi. 3 GSM şirketinin yöneticileri kayıtları silmeleri halinde suç işleyeceklerini belirtip talimatı yapamayacaklarını ifade ettiler. “Alo Cemalettin” ise “bu hayat memat meselesi, hangi kanun sorunsa değiştiririz, gereğini yapın yoksa sonuçlarına katlanırsınız” dedi. 3 GSM şirketi de delillerin silinmesine olumlu yaklaşmayınca farklı mekanizmalar devreye sokuldu. Sahiplerinden ”Becerikli Abdullah T” nin devreye girmesiyle Avea; yönetimindeki 3 AKP’linin devreye girmesiyle Turkcell ikna edildi. Vodafone “Paralel Yapıyla işbirliği yapmakla suçlanacağı” tehdidi ve hakkındaki soruşturmaların kapatılacağı taahhüdüyle ikna edildi. 3 Mart akşam üzeri 3 GSM şirketi ikna edilmiş ve TİB, MİT ve EGM İstihbarat delilleri silmeye hazır hale geldi. Gözler Adalet Bakan’ındaydı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının üstünün kapatılması için silinmesi gereken kayıtların listesini 4 Mart öğlen TİB’e verdi. “Alo Cemalettin” Adalet Bakanlığından aldığı silinecek trafik ve konum verilerini hemen MİT, EGM ve 3 GSM şirketine yolladı. 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının en önemli delillerinden olan haberleşme kayıtları 4 Mart akşamından beri siliniyor. Haberleşme kayıtları silindiğinde yapılan bazı görüşmeler olmamış; bazı kişiler farklı yerde bulunmuş gibi görünecek. Böylece 17 Aralıkta Erdoğan’ın oğlu Bilal ile yaptığı görüşme kayıtları ve kızı Sümeyye’nin İstanbul’da bulunduğu kaydı yok olacak. Tüm kayıtlar silindikten sonra Başbakan “Alo Cemalettin”den alacağı sipariş bir yazı ile bakın bunlar montaj diyecek. Yerseniz elbette. 169 Wikileaks : Tayyip Erdoğan’ın İsviçre’de 8 hesabı var WikiLeaks internet sitesi, ABD’nin karşı çıkmasına rağmen yeni belgeleri Le Monde, El Pais, Der Spiegel, Guardian ve ilk öncü olarak New York Times’da 28 Mart 2013′de yayınladı. Twitter fenomeni Fuat Avni, Erdoğan’un İsviçre’de 40 milyar doları var deşifresiyle WikiLeaks iddialarını doğruladı. MUHALEFET SESSİZ Türkiye’de büyük yankı uyandıran bu açıklamalarla ilgili muhalefetten henüz ses çıkmadı.. AKP’li bakanlar ve Erdoğan hakkında ciddi iddialar muhalefet için argüman olabilecek nitelikte.. Ancak gece geç saatlerden bu yana gündemi meşgul eden iddialarla ilgili ne Chp ne de Mhp’den bir açıklama gelmedi.. Wikileaks‘in yayınladığı belgeler arasında Erdoğan’ın İsviçre’de 8 hesabı olduğu iddia edildi. YOLSUZLUK BELGELERİ Belgelerin içinde ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın AKP hükümetindeki yolsuzluk iddialarına dair geçtiği gizli belgeler de bulunuyor. Ankara’dan 30 Aralık 2004 tarihinde geçilen belgenin 21. maddesinde Erdoğan’ın İsviçre Bankası’nda 8 ayrı hesabı olduğu iddia ediliyor. CİDDİ YOLSUZLUKLAR VAR 21. maddede şu ifadeler yer alıyor: “AKP iktidara yolsuzlukların kökünü kazıyacağını söyleyerek geldi. Halbuki AKP’lilerin bize anlattığına göre, partinin ulusal, bölgesel ve yerel seviyesinde ve bakanların aile üyeleri arasında çıkar çatışmaları ve ciddi yolsuzluklar var. ERDOĞAN’IN 8 BANKA HESABI İki ayrı kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre, Erdoğan’ın İsviçre bankalarında sekiz ayrı hesabı var. Erdoğan’ın varlığının oğlunun düğününde gelen hediyeler ve dört çocuğunun okul masraflarını karşılıksız ödeyen Türk işadamından kaynaklandığını söylemesi ise çok yüzeysel” YOLSUZLUĞA KARIŞAN BAKANLAR Aynı belgenin 22. maddesinde ise yolsuzluğa en çok karışan bakanların İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen ve AKP eski İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu olduğu iddia edildi. Başbakan Erdoğan, Libya’ya gitmeden önce havaalanında düzenlediği basın toplantısında dün açıklanan Wikileaks belgeleriyle ilgili kısa bir değerlendirme yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, WikiLeaks internet sitesinde açıklanan belgelerle ilgili olarak, ”Şu anda WikiLeaks‘in eteklerinde neler var, bunları bir döksün görelim. Ondan sonra da bunların ne kadar ciddi, ne kadar gayri ciddi olduğunu öğreniriz. Çünkü WikiLeaks‘in ciddiyeti şüphelidir. Bu bakımdan şu anda sadece biz eteklerindeki taşın dökülmesini bekliyoruz. Ondan sonra da değerlendirmesini yapar, gerekli açıklamaları yaparız” dedi. 170 WikiLeaks: ERDOGAN AND AK PARTY AFTER TWO YEARS IN POWER:TRYING TO GET A GRIP ON THEMSELVES, ON TURKEY, ON EUROPE Biz yazamıyoruz onlar yazıyor Wikileaks iddialarını Türkiye’de sadece 2 gazete yazarken Avrupa basını Recep Tayyip Erdoğan’ı manşetlerine taşıyor. WikiLeaks belgeleri ile ilgili Türk basını ne kadar ortamı yumuşatmaya çalışırsa çalışsın, Avrupa basını yazmaya devam ediyor. Üstelik de, “Bunları yazanlar da, yayınlayanlar da alçaktır, namussuzdur“ sözlerini hiç de dikkate almadan. Der Spiegel, Başbakan Tayyip Erdoğan ile ilgili ABD’lilerin değerlendirmelerini ilk yazan olarak tarihteki yerini alırken, İsviçre basını da “tersten çakmaya“ devam ediyor. Basler Zeitung’tan sonra bu kez ülkenin en çok satan gazetesi Blick ve Neue Züricher Zeitung (nzz), Erdoğan’ın İsviçre bankalarındaki hesaplarıyla ilgili iddiaya yer verdi. Blick, Erdoğan’ın açıklamasını “Ben ve İsviçre’de para mı? Varsa istifa ederim“ başlığıyla verdikten sonra, “kaderin garip bir cilvesi”ne değindi. BLICK: MALVARLIĞI BİZE EMANET Blick, ABD Büyekelçiliği’nin kriptolarında Erdoğan’ın İsviçre’de en az 8 hesabı olduğu iddialarının bulunduğunu belirttikten sonra, şu yorumu yaptı: “Türk lider için büyük aksilik… Aslında o, geçen yıl Erdo-dev (Erdowahn) unvanını almış ve İsviçre’yi minare yasağı konusunda faşist bir devlet olarak tanımlamıştı. Şimdi ise malvarlığını İsviçre’ye emanet ettiği ortaya çıkıyor. Ve bundan da haberi yokmuş?” Blick devam ediyor: “Erdoğan’ın çok kızgın olduğu görünüyor. Kendini öne atıp, mal varlığı ve İsviçre’deki hesaplarla ilgili iddiaların doğru olduğu ispatlanırsa istifa edeceğini söylüyor. Ama mal varlığının kaynağını da tam olarak açıklayamıyor. Çocuklarının nasıl olup da yüksek vergiler ödediği sorusu da hala cevap bekliyor…” BAŞROLDA HEP TÜRKİYE VAR WikiLeaks’in belgeleriyle ilgili Avrupa basınındaki haberlerin tümü Türkiye ağırlıklı. Rus Mafyası, Putin, Berlusconu, Ahmedinejad tabii ki var ama onlar başrolde değil… Başrolde ve manşetlerde yine Türkiye var. Türk basınının aksine, Avrupa basını “sözünü esirgemiyor“ da üstelik. Her yapılan haberde, ABD kriptolarında Türk hükümet üyeleri ve başbakan Erdoğan için verilen tanımlamalar tekrar tekrar kullanılıyor. Euronews, “Erdoğan ABD’ye kızgın“ başlıklı haberinde, “Türkiye ile ABD ilişkileri açıklanan belgelerden sonra biraz dumanlı. Başbakan Erdoğan, kendisini İsrail’e kini olan göz yumucu bir İslamist olarak tanıtılmasından rahatsız“ diyor. 171 Haberde ayrıca İsviçre’deki 8 hesap konusu işleniyor ve Erdoğan’ın buna karşı öfkelendiği vurgulanıyor. HÜSEYİN ÇELİK TARTIŞMA KONUSU… Özellikle İsrail nefreti konusu ile ilgili haberler önemini yitirmeye başlamışken, ABD’li diplomatların tespitini doğrularcasına gelen Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklama yine gündem oluyor. Çelik’in, “Bu belgelerin açıklanması en çok hangi ülkenin işine geliyor bakmak lazım. İsrail çok memnun“şeklindeki sözleri Avrupa basınında “ironik“ bir şekilde yer buluyor. Almanca yayın yapan İsrailHeute isimli internet sitesi, bu açıklamayı geniş şekilde duyuruyor. Haberde, “Türkiye suçluyu buldu; İsrail“ denirken, ABD dökümanlarında Türkiye için neler yazıldığının bir özeti veriliyor, İsviçre bankalarında hesap olup olmadığı konusunun büyük tartışma yarattığı vurgulanıyor. İslamcılar’ın sık başurduğu “İsrail’i hedef seçme“ yönteminin bu olayda da kullanılması, kafalardaki soru işaretlerini artırıyor ve yargıları pekiştiriyor. NZZ: İSVİÇRE’DE KARA PARASI VAR Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları ve İsviçre’deki hesaplar konusu Neue Züricher Zeitung (NZZ) isimli İsviçre gazetesinin de baş konusu. Gazete, “Türkiye’nin başbakanı ABD eski elçisinin cezalandırılmasını talep ediyor“ başlıklı haberinde,“Erdoğan’ın İsviçre’de kara parası var… Bunu ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi belirtiyor. Erdoğan kızgın“ diye yazıyor ardından da, Erdoğan’ın servetini oğlunun düğününde takılan takılarla açıklamaya çalıştığını, kızlarının ise bir işadamı tarafından ABD’de okutulduğu vurgulanıyor. İletişim çağında, tüm haberler aynı anda her yerde işte böyle yayınlanıyor… Die Presse isimli gazete, diğer onlarcası gibi konuyu manşetlerine taşıyanlardan… Erdoğan’ın “İsviçre’de param yok“ açıklamasını başlığa taşıyan gazetenin internet sitesinde, ABD’li diplomatların Erdoğan’ın kişisel karakterini olumsuz tasvir ettiği, onu bir maço olarak tanıttığı, otoriter eğilimli ve kendini beğenen biri olduğunu vurguladıklarını belirtiyor. Die Presse, Erdoğan’ın gelirlerini oğlunun düğünüyle açıklamaya çalışması ve kızlarının ABD’de bir işadamı tarafından okutulması konusunu da haberinde işliyor. Avrupa’nın yazılı basınının yanı sıra TV’leri de konuyu geniş işleyenlerden. N-TV’nin dışında, genişçe gelişmeleri aktaranlardan biri Alman Devlet Televizyonu ARD oldu. ARD: ABD’YE BU KAISER LAZIM Ana Haber Bülteni Tagesschau’nun internet sitesi, “Washington’un Anadolu’daki bu kaiser’e (Volkstribun) ihtiyacı var“ başlığıyla duyurduğu haberinde kızdıracak yorumlar yaptı. Tagasschau’da, “Wikileaks’taki Erdoğan’la ilgili açıklamalar hoş değil; ABD Elçiliği tarafından göz yumucu bir İslamist olarak tanımlanmış… Washington’un Ankara’ya ihtiyacı var, çünkü onların İran’la bağlantıları kuvvetli“deniliyor. 172 Ulrich Pick imzalı olan ve ARD-Hörfunk-Studio İstanbul mahreci taşıyan yazı, ABD Elçiliği’nin belgelerinde Erdoğan için ne denilmişse yeniden özetleniyor. Geniş bir haber analiz yayınlayan Tagesschau, Erdoğan’ın İran’ın dışında Suriye ile ilişkileri geliştirdiğini, İsrail’le ilişkilerin kötüleştiğini, 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile ABD ilişkilerinde sıkıntılar yaşandığı sözde Ermeni soykırımı gibi konularda da sorunların sürdüğünü irdeliyor. http://istihbaratalani.wordpress.com/2013/03/29/wikileaks-tayyip-erdoganin-isvicrede-8-hesabi-var/ Genel Ben cemaat okullarında yetişmiş, bugüne kadar ak partiye oy vermiş bir insanım.bugünden sonra elbette vermeyeceğim. ama anlayamadığım bir husus var o da CHP gibi bir partiye oy verme mantığı? öyle boş bir insan değilim, siyaset üzerine eğitim aldım. ayrıca sağcı solcu demeden tüm kesimleri takip ederim fakat yine de CHP ye oy vermeyi vicdanım kabul etmiyor. Belki sizde cevabı vardır, bir danışmak istedim. eğer bu mesajı görüp de cevaplarsanız çok mutlu olurum. vaktinizi çaldım hakkınızı helal edin. CHP’ye oy verilecek diye size kim söyledi? Yok böyle bir baskı. 30 Mart yerel seçim, AKP dışında herhangi bir parti adayına oy verebilirsiniz. Normalda çöpünüzü toplayacak adamı seçeceksiniz. Başbakan bu yerel seçimi yolsuzlukları ve cemaata operasyona bir güven oyuna çevirdiği için kesinlikle AKP’ye bir oy bile verilmeyecek. Genel seçime 1.5 yıl var, yeni bir alternatif o zamana kadar çıkacak, CHP’ye oy vermek zorundayız diye bir şey yoktur. İhvan-ı Müslim nasıl bitirildi? İhvan-ı Müslim nasıl bitirildi? Dar oligarşik yapının rolü… Aşağıdaki yazılar tweetten alıntıdır. Yazı sahibi fuatavni’dir. https://twitter.com/fuatavni Mısır’daki İhvan-ı Müslim neye, kime güvenerek hareket etmişti? Binlerce insan silah kullanmadığı halde eylem de şehit edildi. Hükümet hem kendini hem de bu güzelim hareketi bitirme noktasına nasıl getirdi? İşte bu da gerçeğin özü… 1. BB’nin gelmiş olduğu Siyasi İslam çizgisinin en önemli ayağını Arap Ülkeleri ile olan duygusal bağlar oluşturur. 2. Hamasi duygularla Arap Ülkelerine olan yakınlık, Siyasi Islam geleneğinden gelenleri oralarda ticari ve siyasi bazı oluşumlara itmiştir. 3. Milli Görüş geleneğinden gelen BB, Türkiye’deki konumunu güçlendirdikçe Arapları da içine alan bir liderlik dürtüsü baş göstermişti. 4. Zaman zaman buna benzer ifadeler kullanır, İslam coğrafyasına sahip çıkmalıyız derdi. Mesaj alınmıştı. Danışmanlar zaafını farketmişti. 5.Y. Akdoğan BB’ye İslam halifesi yakıştırmasını ilk yapan kişidir. Bilerek mi yapmıştı, ağzından mı kaçırmıştı, bilemem. BB çok haz almıştı 173 6. BB’nin her hazzı aynı zamanda bir zaafıdır. Danışmanlar bunu değerlendirmek için her fırsatı kullanırlar. Halife söylemi yaygınlaştırıldı 7. İslam halifesine inandığı andan itibaren BB?nin düşünceleri sarpa sarmaya başladı. Kavramlar karıştı.İç ve dış politikaya bakışı değişti. 8. BB’nin yanında uzun zamandır yer alan, partinin her türlü reklam ve tanıtım işleri yapan Erol Olçak’a yeni bir alan açıldı. Arap ülkeleri 9. Oligarşik Danışmanlar için en önemli ve hesabı sorulmayan alanlardan biri reklam ve tanıtım pastasıdır. Pastadan payı az alanlar darılır. 10. Pastadan az pay alan ve Erol Olçak’ın ne kadar büyük vurgunlar yaptığını bilen Danışmanlar soyadına göndermede bulunarak alçak Erol der. 11. Erol Olçak, Özel Seçilmişler’in kadrosundan destek alarak ki en büyük destekçisi H.Fidandır, Arap Ülkelerinde pr çalışmasını güçlendirdi 12 BB’nin İslam Halifeliği güçlü algılar üzerine inşa edilecekti. Arap Ülkelerinde aylarca bu algı için görev yapan istihbaratçılar oldu. 13. Bu kişiler özel olarak sokalarda gösteriler düzenlemeye duvarlara Arapça Erdoğan yazmaya başladılar. Bayraklar posterler taşıyorlardı. 14. BB, ziyarete gittiği ülkelerde kalabalıkların içinde H.Fidan’ın adamlarının olduğu onlarca kişi Erdoğan sloganı atardı. Poster taşırdı 15. Erol Olçak oradaki bütün olayları organize ederdi.Para karşılığında bazı aileler çocuklarına Tayyip ismini koyuyordu. BB’nin diğer zaafı 16. BB o ülkeler gittiğinde nasıl oluyorsa o aileler mutlaka karşısına çıkardı. Anlayacağınız her şey mizansendi. Erol o konuda çok mahirdi. 17. BB’yi halife olduğuna inandırdıkları yetmezmiş gibi olumsuz bir durum olduğunda adam kendini iyice halife sandı diye dalga geçerlerdi. 18. BB’nin Suriye’de Esed’le Mısır’da Mübarek’le arası çok iyiydi. E.Olçak bunu onların etrafındakilere verdiği maddiyatla sağlıyordu. 19. Dışardaki Erdoğan algısı tamamen devletin maddi olanakları ve istihbaratçıları tarafından oluşturuluyordu. BB gaza getiriliyordu. 20. E.Olçak KDK’daki bazı kişiler para karşılığında Arap gazetecilere Erdoğan’ı öven makaleler yazdırıyor bunu gelip ona okuyorlardı. 21. Erdoğan’ın o dönemlerdeki konuşmalarına bakarsanız kendisini nasıl İslam Alemi’nin lideri olduğuna inandırdığını görürsünüz. 22. Mısır’daki olaylar patlak verdiğinde BB’nin Danışmanları bunu fırsata dönüştürdüler. İstihbaratçılarımız orada cirit atıyordu. 174 23 Ellerinde Erdoğan?ın posterleri vardı. BB bu görüntülerden birini ekrandan gördüğünde keyifli keyifli gülüp bunlara destek olmalı demişti 24. Mısır halkına destek diye ayrılan paraların bir çoğu E.Olçak ve paydaşları tarafından kendi aralarında pay edilmişti. BB bunu bilmez. 25. Mısır’daki olaylar durulduğunda BB, Mısır’ı ziyarete gitti.Tarihi bir yanlışlık yaptı. Laiklikten nefret eden halka laiklik önerisi yaptı. 26. Yıllarca parayla pulla oluşturulmaya çalışılan Erdoğan algısı bir konuşmayla heba oldu. Halkın BB’ye ve Türkiye’ye bakışı değişti. 27. Mısır’da yıllarca hizmet etmiş ve halk tarafından çok sevilen Sunni İslam geleneğinin en önemli temsilcisi İhvan-ı Müslimindir. 28.İhvan iktidara hazırlandığı andan itibaren H.Fidan ve adamları sürece dahil olmuş onları yönlendirmiş BB bizzat organize etmiştir. 29. İktidara gelen Mursi’nin en önemli akıl hocası BB olmuştur. Ülke içindeki muhalifler yanlış adımlar atıldığı kanaatini dile getirmiştir. 30. Mursi, BB’nin cesaretlendirmesi sonucu yıllara yayarak yapması gereken icraatlerde acele davranmıştır. Mısır?da darbecilere gündoğmuştur 31.Mısır’da dış politikayı iyi bilen her kim Türkiye’ye darbe riskini anlatmışsa da bizimkiler tarafından bunun mümkün olmadığı söylenmiştir 32 BB, Mursi’ye aynen şunu söylemiştir? Bizden önceki siyasi irade dik duramadı dağıldı biz 27 Nisan Muhtırası karşısında dik durduk, kazandık 33. BB ve dış politika cambazlarına aldanan Mursi, maalesef darbeyi önleyememiş ve Mısır felakete sürüklenmiştir. Rabia kana bulanmıştır. 34. İhvan heyetinden bazıları Türkiye’ye son geldiğinde felaketin sorumlusunun BB? olduğunu zikredince Dış İşleri’nce kovulmuştu. 35. Mursi bir kaç kez sitemde bulunsa da artık Türkiye’nin uzaktan Sisi’ye küfredip 4 parmağını kaldırmaktan öte yapacağı birşey yoktur. 36. Mısır’da yıllarca hizmet eden Hasan El-Benna’ların,Seyit Kutup’ların İhvanı Müslimin’in beli kırılmıştır. Sünni bir gelenek bitirilmiştir. 37. Mısır’da dökülen masum kan BB’nin basiretsizliği yüzünden 4 parmak işareti yapan her ele bulaşmıştır. Allah Kadir-i Mutlak… ‘Allah’ım yardımın ne zaman?’ demeyin! “Allah’ım, yardımın ne zaman, demeyin.” Dün akşamın flaş cümlesi buydu bana göre. Çarpıldım denir ya hani halk arasında; inanın bana çarpıldım hatta irkildim bu cümleyi duyunca Hocaefendi’nin ağzından. İki sebepten dolayı. 175 İlki, hafız değilim ama bu dua cümlesinin ayette yer aldığını biliyorum, hatta bu ayetin yer aldığı sayfa ezberimde. Bakara Sûresi’nde geçen söz konusu ayet sırf iman ettiklerinden dolayı dayanılmaz ölçüde bela, musibet, şiddet, mihnet, felaket ve işkencelere maruz kalan önceki peygamber ve ümmetlerden birinin duası. Onlar karşılaştıkları bu sıkıntılar karşısında böyle dua etmişler. Şimdi Kur’an ayeti ile sabit bu duayı Hocaefendi bize neden etmeyin diyordu? Siz olsanız şaşırmaz mısınız? Devam etmeden önce ayetin mealini vereyim isterseniz: “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara düçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaat ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” İkincisi; dershane kapatma tartışmalarından bu yana geçen üç ayda maruz kalınan hakaretler bile başlı başına bu duayı etmeyi gerektirmez miydi? Benim bu soruya cevabım net; evet, gerektirir. Devletimin Başbakanı tarafından Hocaefendi gibi bire bir ismen ve cismen tekrarı gönül incitici hakaretlere direkt muhatap olmasam da, boğuyor beni o sözler, hayatı dar ediyor, yaşanmaz kılıyor, her şeyden iştahımı kaçırıyor, geceleri uykumdan ediyor ve bazen yerin altı, Allah’ım, üstünden daha mı hayırlı, dedirtiyor bana. Hissiyat dünyası itibarıyla tahayyüllerimizi aşkın zirvelerde pervaz eden Hocaefendi’nin bu atmosferde benden binlerce kat fazla etkilendiğini, rencide olduğunu düşünmemek mümkün değil. O zaman “Allah’ım yardımın ne zaman?” şimdi denmeyecekse, ne zaman denecek? Dolayısıyla yaşadığımız güncel hadiseler karşısında “Allah’ım yardımın ne zaman, demeyin” sözünü anlaması, bir temele oturtması elbette düşünülemez. Şaşırmamın ikinci sebebi bu. Bir daha söyleyeyim; kısa süreli de olsa şok yaşadım. Atlatmalıydım bu şoku. Söz, sıradan bir söz değildi ama bu sözü söyleyen de sıradan bir insan değildi. Öyleyse konuşmanın devamını ciddi bir şekilde takip etmeli ve içimdeki soruya cevap bulamazsam meclis bitmeden mutlaka bunu sormalıydım. Öyle yaptım. Dikkat kesildim konuşmanın devamına. “Kur’an bunu anlatıyor bize ama biz oradaki çaresizliğin, esbabın bütün bütün sükût etmesinin seviyesini bilmiyoruz.” Kurban olayım sana. Almıştım cevabımı. Hem de bir cümle içinde kafamda oluşan iki sorunun cevabını bulduğum gibi Kur’an’a vukufiyetine de, dinî hassasiyetine de, Allah’a karşı olan saygısına da bir kez daha hayran olmuştum. Nitekim bu yazıyı kaleme almak için bilgisayarın karşısına oturmadan mealleri karıştırdım ve hayretler içinde gördüm ki Bakara 214. ayet benim yukarıda “Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ dediler” diye mealini verdiğim yere birçok meal yazarı “Allah’ım yardımın ne zaman, diyecek hale geldiler” şeklinde meal vermiş. Hocaefendi’nin sözleri bu yaklaşımı tercih ettiğinin açık beyanı. Öyleyse yukarıdaki meali buna göre düzeltmek lazım. “Hatte yekulû” dediler değil “diyecek hale geldiler”. Tamam, da burada bir boşluk oluşmadı mı? Allah’ım yardımın ne zaman yerine ne diyecek, nasıl dua edeceğiz? “Ben öyle demiyorum” dedi ve 4 tane ayet okudu üst üste. “Ben bunları diyorum.” Birincisi; Hz. Yusuf hasreti ile yanıp tutuşan Hz. Yakup’un duası: “Ben sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.” (Yusuf, 86). İkincisi; Hz. Nuh’un (as) duası: “Ya Rabbî, ben mağlubum, Sen bana yardım et!” (Kamer, 10) Üçüncüsü: Hz. Şuayb’ın (as) duası: “… Rabb’imizin ilmi her şeyi kapsar. Biz yalnız Allah’a dayanırız. Ey bizim Rabb’imiz! Bizimle şu halkımız arasında Sen âdil hükmünü ver, haklı haksız açığa çıksın. Sen elbette hüküm verenlerin en iyisisin!” (A’raf 89). Dördüncüsü: Hz. Yunus’un duası: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, affını bekliyorum Rabb’im!” (Enbiya 87). Bir de Efendimiz’in Taif duasını zikretti. “Bakın o duaya. Çaresizliğin sesi soluğudur o…” cümleleri ile birlikte. 176 Anlaşılmıştı mesele. Demek ki Hocaefendi benim ve benim gibi binlerin belki de milyonların katlanılmaz bulduğu hakaretleri, sıkıntıları, eziyetleri mezkûr duayı yapacak ölçüde olmadığını düşünüyor, Kur’an, hadis ve tarih bilgisine dayanarak yaptığı mukayeseler onu böyle bir sonuca ulaştırıyordu. Bu dua belki de zulmün son noktasında yapılmalı ama şu an o noktaya gelinip gelinmediğini tayin etmek haddi aşmak olur, “kaderin kendi keyfimize göre tecellisini isteme” manasına gelir kanaati hâkimdi. Nitekim sözün akışı içinde Nesimi’ye ait olduğunu bildiğim şu mısrayı dile getirmesi benim arza çalıştığım tesbitimi doğrular mahiyette: “Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile.” Evet Nesimi böyle diyor: “Söylemem derdimi hem-derdim olan âha bile / Belki sînemdeki şu nâle-i cângâha bile / Kendi bî-şübhe bilir râz-ı derûnum yoksa / Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile.” Bunu okuduktan sonra “fakat” dedi Hocaefendi; “bu bir seviye meselesi”. Ne yapacağız o zaman? Bu seviyelerin insanı değiliz. Yapılan zulümlere, ülkemizin ses bayrağını 160 ülkede dalgalandıran insanımıza yapılanlara, faillerinin Müslüman ve devlet adamı oluşuna, sağda solda her gün savrulan sözde dostlara, aydınlığın nefesini kokladığımız anda gelen bu musibetin ülkemize, devletimize, insanımıza, Müslümanlığımıza kaybettirdiklerine üzülmeyecek miyiz? Elbette üzülecek ve elbette etkileneceğiz. Robot değiliz ki, insanız. O zaman soruyu tekrar edeyim: Ne yapacağız? Hocaefendi veriyor cevabını sohbetin devamında: “Bağışıklık sisteminizi güçlendirecek ve Allah’ın lutfuna, inayetine sığınarak hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey yokmuş gibi yola devam diyecek, yapmakta olduğunuz hizmete devam edeceksiniz. Önemli olan her şeyin yolunda olduğu, halk ifadesiyle arz edeyim her şeyin tıkırında gittiği zamanda değil, tsunamiler gibi belaların üzerinize dalga dalga geldiği zamanda “çok şükür; hiçbir şey yok” deyip yola devam etmektir. Unutmayın inne’l akıbete li’l-müttakîn; hayırlı âkıbet müttakilerindir. “Hak üstündür ve ona galebe çalacak hiçbir şey yoktur.” Yatsı namazı sonrası eve geri dönüyorum. Bir arkadaşımın dediği gibi her zaman “sırtımı dağlara yaslamış gibi” güven duyguları ile dopdoluyum; buraya gelirken hissettiğim daralmalardan iz ve eser kalmamış bende. İzahını yapamıyorum ama çok farklı bir ruh haleti içindeyim. İnşiraha ermiş, bast halinin en üst seviyesini yaşıyorum sanki. Allah bu hali makama çevirsin ve bizleri de o makama layık olan kullarından eylesin. Âmin. Ahmet Kurucan, 05.03.2014 TAKİYYE SİYASETİ, BAŞKANLIK YOLU VE İLAYI KELİMETULLAH… Numan Nuh 06/03/2014 by “Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile. Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile… Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan. Hey sıkılmaz ağlamazsan bari gülmekten utan”(Akif) İnsanlığın bir şeyler beklediği ve umutla gözüne baktığı bu ülkede son yıllarda aleni olarak izlenen takiyye görünümlü gayr-ı samimi politika zihinlerimizi alabora etmektedir. Bu politikanın sonucu olarak makamlarda bulunanlar, ülkeye hizmet konusunda gayr-i samimi iseler bunun karşılığını bu dünyada ya da mahkeme-i Kübra da er geç göreceklerdir.Bu ismin devlet reisi,bakanı,bürokratı veya www.numannuh.com sitesinin yazarları olması durumu 177 değiştirmeyecektir. Şu an iktidara sahip olan kadroların icraatları ülkeye hizmet konusunda samimi olup olmadıklarının sorgulanmasına neden olmaktadır.11 yıldır üzerinde güneş batmayan iktidarda bütün sistem yakınların ve makamlara çıkmak için dini araç olarak kullananların hesabına işletilmektedir. Dünya sevgisinden dolayı ülkenin geleceğini dinamitleyenlerin oyunlarına dahi bile bile lades denilmektedir. Ülkede tuhaf bir durum vardır. Vatandaş gündelik işlerin telaşı ile bir tarafa doğru gidiyor velâkin nereye gittiğinin umurunda da değildir. Üzülerek görüyoruz ki ciddi bir çoğunluk ülkenin sürüklenmek istediği anaforu anlama düşüncesinden yoksun bulunduğu gibi bir şey de anlamak istemiyor. Anlatsanız da anlayan kim derken Merhum Akif’in “Birlik” şiirinin dizelerini hatırlıyorsunuz. “Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile. Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile… Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan. Hey sıkılmaz ağlamazsan bari gülmekten utan” Biçare halimize ne ağlıyoruz ne de gülmekten utanıyoruz. Büyük Türkiye hayali, ülkede oynanan derin oyunları ve kendini dindar gösteren insanların yapmış olduğu hatalara muhatabınız, bakın, hastanede, resmi dairelerde başörtülü insanlar var. İHL mezunlarına ve imamlara kadrolar verildi. Ev, araba aldık diyebiliyorlar. Anlaşılmamazlık içerisinde “Beni skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar, beni anlamıyorlar” diyen 20.asrın müceddidi büyük dava ve kavga adamının yalnızlığını ve dine hizmet modelini 1000 kişiden sadece bir kişinin anlayabildiği son yüzyılın büyük aksiyon ve ruh mimarının çekmiş olduğu derin çileyi çok iyi anlıyorsunuz. Perslere özgü olan Takiyye politikası iktidara hâkim olan gücün etrafını saran ve yetkilendirilen kadrolar tarafından ustalıkla kullanıldığı için ülkenin geleceği konusunda bir şey anlatılamamaktadır. Gözlerini makama, paraya ve kadına dikenlerin gül devrinin gelmesi ile ilgili bir idealleride yoktur. Bireysel menfaat odaklı politika ile ülke bir meçhule doğru yol almaktadır ama yolun sonunun nereye çıkacağı da bilinmemektedir. İMF’ ye olan borcumuzun azaldığı bitme noktasına geldiği söylenmekte ama ithalat ve ihracat arasındaki açıktan kimse bahsetmemektedir. İktidarın ilk yıllarında AB’ye gireceğiz diye tam tam çığlıkları atılırken 11 yıllık süreçte umutlar nerede ise bitme noktasına getirildi. Ekonomi her geçen gün rakamsal ve hareketlilik anlamında geriye gitmektedir. Dış politika komşularımızla olan başarılı(!) ilişkilerimizden belli olmaktadır. İsrail’le ilişkilerimiz kavgalı görüntüye rağmen hareketlenmiştir. 2009 yılında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı alınan sert tavır karşısında ne oldu da İsrail’le ekonomik ve siyasi alandaki ilişkilerimiz gelişme eğilimi gösterdi. İsrail’e karşı kavgalı görünüp diğer yandan bütün ilişkileri geliştirme politikasını Takiyye politikası dışında ne ile açıklayacaksınız. Hiç bir şeyin tesadüf olmadığına inandığım bu dünyada Başbakan’ın, İsrail Başbakan’ı ile yapmış olduğu kavganın dahi önemli bir planın parçası olduğuna inanıyorum. Bu tartışma her anlamda patolojik olan Arap âleminde yeni liderler seçtirmek için böyle bir yol izlenmiş, İsrail Arap âlemini bizim aracılığımız ile kontrol etmek istemiş olamaz mı? Çünkü bu olaydan sonra Arap âleminde itibarlı bir kişi haline gelinildi. İsrail tarafından Arap dünyasında Erdoğan’a sempati duyan kişilere kontrollerinde partiler kurdurulursa ona da şaşmamak gerekiyor. Kendine oy veren tabanı ile kavgalı hale getirilen ve başkanlık hesabı yapan liderin ilmi siyaset yapacağını düşünmüyorum. Alın size eskimiş yüzlerin yerine İsrail’in desteklediği yeni liderler. Stratejistlerin bu konuyu derin olarak incelemesi gerekir. 11 yıllık süreçde İran’la ticari ilişkilerimizde iyidir. Ayrıca İran’dan gelen turist sayısı iktidarın ilk yıllarında 400 bine yakınken daha sonraki süreçlerde 1 milyonda noktalanmıştır. Ne amaçla geldiğini veya geleceğini bilmediğimiz ve İstanbul’un sözde muhafazakâr sosyetesinde kaybolacak İranlı hemşirelerde madalyonun ayrı bir yönüdür. Neden başka bir ülke değilde Mut’a nikâhının devlet korumasında olduğu İran’dan Hemşire ithal etmenin hazırlığını 178 yapıyoruz çok şey anlıyorum ama takdiri okuyuculara bırakıyorum. Bu konuda bir çok iddiaya rağmen bir adım atılmaması düşündürücüdür. ABD’den gelen turist sayısının 600’ binlerde seyrettiği bir durumda İran’dan gelen turist sayısındaki hareketlilik Yavuz Sultan Selim dönemindeki hareketliliği hatırlatıyor. Aynı şekilde ülkemizden İran’a giden insan sayısında da ciddi bir artış olduğunu tahmin ediyorum. Türk Cumhuriyetlerinde “Oğlum babam ölüm döşeğinde iken Anadolu’dan bizi kurtarmaya gelecekler, ben ölüyorum, onlara benden selam söylemeden ölme dedi diyerek hıçkırıklarla Önden Giden Atlılara sarılanların ve şimdiye kadar nerede idiniz benim seksen yaşında babam vardı her sabah Karadeniz’e doğru bakardı, oğlum Türkiye’den bizi kurtarmaya gelecekler, Allaha yalvarıyorum onları görmeden ölmeyeyim diye dua ederek ölen bir babanın evladının, şimdiye kadar nerede idiniz, bir kaç yıl erken gelemez mi idiniz, babam sizi sayıklayarak öldü diye feryat eden insanların bulunduğu münbit Türk Cumhuriyetleri ile mesafeli ilişkilerimiz devam ederken patolojik durumdaki Arap coğrafyası ve İran’la samimi ilişkilerimizin devam etmesi bana tuhaf bir durum olarak geliyor. Ülkedeki mevcut duruma bakınca insan hayret ediyor. Gençlik yıllarında bir davayı savunarak iktidarlara gelenlerin gayeleri nedir ki ülkede yapısal değişikliklerden ziyade Takiyye politikası ile idare ediyorlar. Halk olaylara halk gözü ile baktığı için her şeyden memnun bir tablo çiziyor. Liderin etrafındaki takiyyecilerde pers oyunlarını büyük bir planın parçası olarak daha iyi oynuyorlar. Peki, pers oyunlarına alet olanların bir ideali olamaz mı? İktidara hâkim olan güçler hangi ideale kilitlenmişlerde gözleri kendilerinden başkasını görmüyor anlaşılmış değildir. Belirli bir ideal olmadığı için bütün çalışmalar bireysel daire etrafında dönüp durmaktadır. Dünyaya kazık çaktığını düşünenlerin, armut gibi döküldüğünü göremeyenler “ben ben” deyip durmaktadır. Güce tapan İdealsiz takiyyeci kadrolar İlay-ı Kelimetullah duygusunu öldürdüğünden dolayı ENE iktidarı o denli sarmıştır ki en küçük birimden en büyük birime kadar “Ben, ben, benim menfaatim” türküleri nakarat olarak söylenmektedir. İktidarın milletin yüce menfaati için “Büyük Medeniyet Projesi” olmadığından dolayı pers oyunlarının kucağında bocalama evresi geçirmektedir. Heyhat ki bu kadar makama tapma olunca Kur’an öğrenen küçük çocukları tüfek dipçikleri ile duvardan duvara vuranlar kadar cesaret gösterilememektedir. Üzülerek görüyoruz ki zirvelerde ebedi kalacağını zannedenler, Büyük İskender ‘in Diyojen’e gölge etmesi gibi hülyalarımızı süsleyen, insanlığın kurtuluşu olacak “Büyük Medeniyet Projesi”ni gerçekleştirmek için dünyayı nakış nakış işleyenler Yarın ki Türkiye’nin kurucularına gölge etmekten başka bir iş yapmamaktadır. Makamların büyüsü iktidar içinde temeli çürük olanları sarhoş etmiştir. Altın tepsi ile kendilerine iktidar takdim edilenler, mefkûreleri unutturulduğu için belirli bir zümrenin menfaatine taviz verir hale gelmiştir. Makamınız vardır. Yetmez. İyi araba ister. O’nuda alırsınız oda yetmez, başka istekler devreye girer. Temeli olmayan ve piyon olan her dindar görünümlü kişilerin düştüğü tuzaklardan en önemlisi kadın devreye girer. Kadın devreye girdikten sonra bu işe bireysel anlamda meşruluk kazandırmak istersiniz. Dört eşe veya Mut’a ya sığınırsınız. Kardeşim dünyanın tek İslam ülkesinde Mut’a devlet kontrolünde yapılıyor da bizde olamaz mı? Tabii olur. Siz kendinizi yüce ideallerle donatmazsanız, İlay-ı Kelimetullah duygunuzu öldürürseniz makamların ve paranın etkisi ile her şeyi kendinize meşru hale getirebilirsiniz. Şu an ülkeye hâkim olan kadroların yanlış bağladıkları ip acem oyunları sayesinde kör düğüm olmuştur. Bu oyunların etkisinden dolayı iç ve dış politika ile ilgili bize yakışan net açıklamalar yapılamamaktadır. Oysaki İran’a özgü Takiyye siyaseti “Ehl-i sünnet vel-cemaat” e uyan bir davranış değildir. Günü birlik politikalar ve her konuda spekülasyonlar vardır ama bana göre net bir duruş yoktur. Mut’a hatırına İran’a her açıdan yeterli kaset ve koz verilmiştir. Kürt meselesinin çözümü için Oslo süreci ile senaryosu yazılan tiyatro oyunu oynanmaktadır. Adalet Bakanlığının ziyaret yönetmeliği değiştirilerek dış dünyaya karşı iyimserlik duygusu canlı tutulan Abdullah Öcalan’a nasıl bir söz verildi, o da bilinmiyor. Oramar Tepesi’ne çıkamayanlar Öcalan’la 179 masaya oturmuştur. Oysa ki Güneydoğu’da şu an kapatılma hesabı yapılan dershaneler sayesinde örgüt eleman ve taban bulma anlamında ciddi bir darbe yedi. Bölücü güçler PKK’yı kontrol altına aldılar. İçişleri Bakanı Muammer Güler’in talimatı ile Oramar’a, Kazan’a, Karacehennem’e girildiğinde örgüt zaten bitecekti. 3 milyon insanı öldürmeyi ve 1000 yıl bitmeyecek süreci göze alarak darbe planı yapan ve iddianameleri binlerce klasörü bulan Ergenekon zanlıları ile nasıl bir pazarlık yapıldı da hastane odalarında ziyaretler ve ikinci adamlar tarafından yargıyı etkilemeye yönelik açıklamalar yapılıyor, o konuda da Takiyye politikasını hissediyor, yargı paketlerinin yolu nereye çıkacak diye merak ediyorsunuz. Her şeyin son durak menfaate göre şekillendiği ve “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır”. Sırrınca Perslere özgü olan Takiyye politikası ile ülkedeki iç ve dış politika bir sır olarak izleniyor. Dostlara düşman mesajı veriliyor, düşmanlara dost mesajı veriliyor. Bilinmiyor ki dostlar kaybedilecek, düşmanlar kazanılmayacak ve arada helak olunacağı hatırlanmadan bütün yolların Başkanlığa çıkması hesaplanıyor. “Yollar boşaldı artık, yolcular buldu vaha/ Yolcular çıkmasa da yollar çıkar ALLAH’a” dizeleri gibi bütün yolların varış noktası Allah’ın rızası olması gerekirken ideal ruhu öldürülen bu ülkede bütün hesaplar Takiyye siyaseti ile Başkanlık için yapılıyor ise vay halimize… Bu kadar uygun ortamda Takiyye politikaları ile gül bahçelerinde bir kısmında dahi Dırar mescitleri kurarak zakkum yetiştirmeye çalışanların son durakları Başkanlık olur mu? Onu da bilemem. Hakikaten iş zor, yol çileli, boyunduruğu yere bırakılan, alnı secdede olanlar tarafından dahi bin kişiden ancak bir kişinin anlayabildiği büyük bir DAVA… Bir hikâye; Çölde ölmek üzere olan bir adamı, atlının biri su ekmek verir, hayata döndürür. Atlı ağacın dibinde uyurken adam atı alarak kaçar. Atlı uyanır ki ne adam var ne de atı. Bakar ki yardım ettiği adam atı ile kaçıyor. Arkasından bağırır. Ekmeğimi, suyumu, atımı paylaştım helal olsun, atımı çalmışsın helal ediyorum. Ama insanlara olan güvenimi sarstın İşte onu helal etmiyorum. Bizde oy verdik, oy için insanları ikna ettik helal olsun. Makam kazandılar, paraya doydular, yakınlarını devlet imkânlarından faydalandırdılar, başkanlık hesabı yapıyorlar o da helal olsun. Ama Takiyye Politikası ile bu milletin İlayı Kelimetullah duygusunu öldürmeye çalışıyorlar. Sizi bilmem ama işte ben bu noktada duruyor ve hakkımı helal etmiyorum.  NoT: Bu yazı 01 Mart 2013 tarihinde Numan NUH tarafından yazılmıştır… Hz Hüseyin’in başını Rey valiliği için…Numan NUH “Siz Resûlullah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vereceksiniz. Birçok tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz.”H.z Abbas Ülkemizde son iki yıl ve birkaç ayda yazılanlara baktığımız zaman bir hakikat kendini gösteriyor. Kuzu postunda herkese hoş görünmeye çalışan ne kadar çok insan varmış da haberimiz yokmuş. Bu süreç “ebedi bir hayatı kazanma ve kaybetme gibi” büyük bir davada maskelerin bir bir düşmesini katkı sağlama anlamında önemli bir süreçtir. Asrın söz sultanının dediği gibi “ferman artık kapı kullarının eline geçmiş” Bu fermanla nefsanî arzularına kapı kulu olanlar, insanlığın son ümidi olan büyük davanın neferleri adına kendilerine bakmadan söz kesiyorlar. 180 Şekil Müslümanlığı dışında dinle alakası olmayan ve siyaseti de kendi menfaatleri için arkalarına aldıklarını düşünen bu gayri samimiler ordusunun maskesi yırtılmaktadır. Yapmış oldukları hizmetlerle dünyaya çığır açan maddi ve manevi fedakârlıklarla süslenmiş Hizmet Hareketini ve bu hareketin ilham kaynağına tavırlarına karşı ilahi bir esintiyi beklemekten başka çare yoktur. Tamamen iman ve Kur-an davasına hizmet gayesi ile komik üniversitelerin, hokkabaz profesörlerin, çıkartma kağıdı şerhi ders kitaplarından aldıkları zihinleri bulandıran eğitimle mezun olan insanların, Osmanlı Devletinin gidemediği topraklara kadar giderek hizmet etmelerine sert tavır göstermeleri, bu hizmetleri de maddi ve manevi olarak destekleyenleri,sempati duyanları da paralel devlet,paralel örgüt,mağarada yaşıyorlar ithamından sonra hızını alamayıp tarihin en kanlı örgütü Haşhaşilere benzeten şeytani düşüncelerle değerlendirip,dünyevi menfaatler için cepheden kaçanların hazırladığı planlarla toptan bir yok etme girişimine şaşırmamak gerekiyor. Asırlardır boyunduruğu yere bırakılan bir dava için yola çıkanlara karşı olanlar bilmiyorlar ki! Akabede Hz Muhammed Mustafa (sav) elini biat için sıkanlara amcası Hz. Abbas’ın “Siz Resûlullah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vereceksiniz. Birçok tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz.” demesine rağmen insanların akın akın İslam’a koştuğu gibi büyük davanın piri Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mektubat’ında işaret ettiği rüya tevilinde “Şu anda aramıza girmeye namzet, kuvve-i velayetle ortaya atılacak dediği sarıklı, küçük genç zat’ın”etrafında bulunanların oluşturduğu halkalarında, ilk tohumları atıldığı günden itibaren bütün cihanı karşılarına almadan bu yola çıktığını zannediyorlar. Bilinmiyor ki Musab Bin Umeyr,Saad Bin Muaz,Eyyubel el Ensari gibi dünyanın dört bir tarafına bir daha dönmemek üzere giden sahabelerin ruhunu alarak, külahın içinden kura çekerek bir meçhule doğru yola çıkan,büyük davanın üniversite mezunu beklentisiz neferleri,Şadırvanlarda,Süleymaniyelerde,Pendiklerde,Fatih’te, Kartal’da, Kocatepe’de ruhu mayalanan insanların maddi ve manevi fedakarlıklarını, anlamıyorlar. Bu ruhu, ne AT’ın, ne kediciklerle yaşayan MeŞe’nin , İslama imaj anlamında zarar veren olayları plandıktan sonra son dakikalarda mazereti çıkan adamın,Müslüman’ı terörist olarak tanıtan adamların, Cevher Dudayev’i Çeçenistan dağlarında verdikleri telefonlarla patlattıran adamın izinden gittiğini söyleyenlerin, telefonu verip görevi tamamladıktan sonra bavul bavul paraları alarak yardım hamisi kesilenlerin,ne de soyunu bir kasabada gizleyen sakallı adamdan aldıkları ihaleden pay alma fetvaları ile B.şehir’de günübirlik eş ve son model arabalarla dünyanın her türlü zevkinin sefasını sürenlerin, ulufeye göre fikirlerini belirleyen tetikçilerin anlaması mümkün değildir. Maddi ve manevi imkânlarla semiren, semirdikçe de daha çok semirmek isteyen bu güruh yeni bir görevi de yerine getirmenin aşkı ve şevki ile zil takıp oynayarak, yüksek tirajlı maaşlarla transfer olmanın zevki ile orantısız olarak devam eden kavgayı kızıştırıp kendi paralel yapılarını güçlendirip her açıdan kazanmaya çalışıyorlar. Paranın insanı nasıl değiştirdiğini anlamak için bir kaç gün sonra beş katı fazla maaşla işe başlayan yumuşak sesli adamın yazılarını takip etmeniz yeterli olacaktır. Dünyayı kazanmadan başka derdi olmayan, güce yaklaşan bu grubun temsilcileri saldırmak için toplumsal bir mühendislik çalışması ile ortaya attıkları sözde paralel bir yapının bütün ayaklarını ortaya çıkarmak için ya tutarsa diye hedef belirliyorlar, köşelerini ona göre ayarlıyorlar. 181 Bu konuda iştahlı olan grup şehirleri kan gölüne çeviren, sözde mahkemelerle insanları yargılayan, vergi toplayan haraç kesen, güvenlik birimi oluşturan, Kürtçe ilan basan, örgüte eleman kazandıran, en acısı ülkenin belirli bir bölgesini bölmeye çalışan ve anayasa hazırlayan KCK denen yapıya karşı, derin ittifaktan dolayı bu kadar istekli davranmıyorlar. Yolsuza,hırsıza,harama göz yummadan kılı kırk yararak yaşayanlar değil,asıl ülkeyi yıllardır sülük gibi emen her dönemde yıldızı parlayan,iktidarlara ve konjoktörlere göre şekil alan her dönemde olduğu gibi şimdide iktidara yapışan bu güruh tehlikeli bir paralel yapıdır. Bilinmelidir ki mahiyetini korumak için kanun değiştiren, toplumu manipüle eden, devleti içte ve dışta kokuşturmayı hizmet gibi sunan ülkeye sülük gibi yapışan bu yapı uzaklaşmadan ülke rahatlamayacaktır. Biz görüşlerimizi, iktidarın hataları duyurmak için uyarı anlamında yazıyoruz. Hz Ömer’le birlikte gururu kırılan, Yavuz Sultan Selim’le birlikte duraklama dönemi yaşayan şimdi de her yöntemi mübah kılarak, takiyye yöntemi ile hızlı bir çalışma sürecine giren, son 11 yıldır ise uzantıları ile devlette daha etkin bir çalışma yöntemini, uygulama fırsatı bulan derin bir tehlikeye dikkat çekmek istiyoruz. Zira bu tehlike kurduğu oyunla zayıf noktasından yakaladığı iktidarı ve insanlığın ümidi olan bir camiayı vuruşturarak yok etmek istiyor. Partinin içinde bulunan milletvekilleri ve parti tabanının rahatsız olduğu bu kavga bir insana camiaya atılabilecek iftiranın en adisi ile şiddetle sürdürülmek isteniyor. Bu millet için samimi olarak hizmet ettiğine inandığımız ve İslam âleminin tek ümidi olduğuna biat ettiğimiz samimi bir camiayı herhangi bir organik bağ olmadan beyinlerimizden fışkıran yazılarla destekliyoruz. Özgür irademizle fikirsel anlamda yaptığımız bu desteğin, tetikçilerin hedef göstermesi ile biteceğini bekleyenler varsa onlarında yanıldığını söyleyebiliriz. Bizim soyumuz, makam hırsı ile gözü dönen, Peygamber efendimizin sevgili torununun canına kıyacak kadar iktidar hırsı ile hareket eden Ebu Süfyan soyu gibi değildir. Peygamber efendimizin arkasında birinci safta namaz kılan Abdullah İbn-i Selül hiç olmadık, Müseylemet-ül Kezzab olmayı, kendimizi mehdi, kurtarıcı ilan etmeyi hiç düşünmedik. Peygamber efendimizin torunu Hz Hüseyin’in mübarek başını Rey valiliği için Yezid’e sunan Saad Bin Ebi Vakkas’ın oğlu Ömer Bin Saad hiç değiliz. Son günlerde görüyoruz ki bazı art niyetli kalemşorlar güya paralel yapı dedikleri cemaat örgütlenmesini olabildiğince geniş kitlelere yaymak, bunu da güçlendirmek için tam gaz tetikçilik görevlerini yerine getiriyorlar. Öyle ya paralel yapı basit bir organizasyon olmamalıdır. Tetikçilikleri irsi olanlar kime ait olduğu bilinen bu sitede; Anayasanın fikir özgürlüğü kapsamında yazılan analizleri de o kategoriye sokmak içi bütün güçleri ile çalışma içerisine girerek ustadan biraz daha çok Ulufe alma hesabı yapıyorlar. 182 Bizim özgürce doğru olduğuna inandığımız görüşlerimizi, yazdığımız sitenin farklı değerlendirmeye tabi tutularak gizemli bir yapı olarak sunulma gayretini anlamış değiliz. Kuruluş kaynağı bilinmeyen bir gazetede yazarın biri güya merakını yazmaya çalışarak maaşını aldığı grubun bir geleneğini güçlendirmek istiyor. Böyle bir yazı ile sözde merakı giderme hevesinde olarak hedef göstermeye çalışan derin tetikçilere şunu söylemek gerekiyor. Bu görev size yabancı değil. Siz nereden beslendiği belli olmayan hangi inanç sistemine hizmet ettiği bilinmeyen her şeyi karanlık ama görüntü, İslam süslemeli bir gazete ile hep samimi Müslümanlara darbe vurdunuz. Siz ki bu milletin dini duygularını, aksiyoner düzeyden menkıbe düzeyine çekerek evliya hikâyeleri ile resmi ideolojiye hizmet ediyorsunuz. İslamiyet’i badem bıyığın, menkıbelerin ve dünya nimetlerinin arasına sıkıştırmak istiyorsunuz. Kurmuş olduğunuz ajansın, gazetenin, TV’nin kimden emir alarak kurulduğunu araştırırsanız bilgi hazinenizde ciddi bir gelişme meydana gelir. Sizler, provokasyon olduğu açık olan bir ilimizdeki olaylarda çekmiş olduğunuz görüntüleri istihbarat örgütlerine vererek bir çok masum insanı cezaevine gönderen bir gelenekten geliyorsunuz. İnsanların İslami hassasiyetini istismar ederek kurduğunuz finans şirketleri ile vatandaştan topladığınız paraları dansözlere verdiğinizi bunu da İslam’a hizmet diye sunma becerinizi açıklamalısınız. Kurucularından aldığı görevi ustalıkla yapan tetikçiye sormak gerekiyor. Senin çalıştığın yerde yetimin hakkı, dindar diye para yatıran samimi Müslümanların parası var. Müslüman’a olan güveni sarsılan insanların beddualı parası var. Hedef göstererek kurumsal tetikçiliği sürdürenlerin bizi takip ederken çıkacağı yol, Anadolu kokan temiz, duru, helal para ile yaşayan, insanlığın kurtuluşu olan bir hizmet hareketine gönül bağı olan hedef göstermelerle pabuç bırakmayacak ve kimseden emir almayarak kendince düşüncelerini paylaşan temiz evladı Fatihalara çıkacaktır. Ama aynı tetikçileri takip etmeye başlarsam yolumun haram bir tarladan beslenmenin dışında hiç de bu kadar temiz bir kaynağa ulaşacağını zannetmiyorum. İktidar paralel yapı diyerek yolsuzluğa, hırsızlığa, hakkaniyete, adalete hizmet eden insanları tenzili rütbe yapacak yerde, kendi içinde dünyevi zevkler için her yolu mubah gören dünyayı her şeye tercih eden acemden beslenen kendini yiyecek paralel yapıya dikkat etmelidir. Bu kavga kır bekçisi ile takip edilmeye başlayan büyük bir davanın, uluslararası düzeyde dikkat çekmesinin sindirilememesinin kavgasıdır. Yıkılan bir medeniyetin inşası için safi kadroları oluşturma, ebedi bir hayatı kazanma ve kaybetme kavgasıdır. Bu kavgada hiç kimseden bir beklentisi olmayan bizim kaynağımız belirli bir yola çıkacakta acaba kavgada samimi Müslümanlara Haşhaşi benzetmesi yapanların, tetikçilerin yolu nereye çıkacak onu da zaman içinde göreceğiz. Son olarak ülkemizde yaşanan blok cepheye baktığımda “Ümit var olunuz şu istikbal inkılabatı içerisinde en gür sedanın İslam’ın sedası olacaktır” sözüne inancım elli kat daha artmış oldu. 183 Kaleler ve derin ittifaklar Numan NUH Uluslararası yazılan oyunun bir parçası olarak Oslo ile başlayan PKK’ya yönelik açılım sürecinde atılan adımlar her zaman olduğu gibi yine soru işaretleri ile devam ediyor.Yıllar önce bittiğini zannettiğim pazarlık çözüm diye ustalıkla sunulmaya çalışılıyor. Teröristlerin güllerle karşılandığı Habur’la başlayan gelişmelerden sonra işleyen sürece ve çözüm için izlenen yola bakıyorsunuz kimin hesabına hangi güçler adına çalışmalar devam ediyor diye merakınız iyice artıyor. Bu ülkede terör sorununun çözülmemesine değil, şehitlere, gazilere ve ailelerine dil uzatılmadan, ülkenin milli onurunun da ayaklar altına alınmadan çözülmesinden yanayız. Zira sorunun ilk çözüm adımı göstermektedir ki koskoca bir milletin milli onuru milletin abide şahsiyetlerine saldırılarak ayaklar altına alınarak daha ileri taşınarak devam etmektedir. Milyonlarca insanını bu topraklar için feda eden bu milletin temsilcilerinin Oramar’a, kara cehennem ormanına girmeden arabulucular vasıtası ile çözüm diyerek teröristle masaya oturması hiç bir akıl ve mantık kuralı ile açıklanamaz. Ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış elinden hala bu milletin evlatlarının kanı damlayan bir teröristle aracılar vasıtası ile masaya oturuluyorsa bu işin arkasında ciddi bir gücün olduğu aşikârdır. Devletin aradan geçen yıla rağmen hala lider olarak kabul ettiği ve liderliğini pekiştirmesi için elinden geleni yaptığı bir caninin örgüt gözünde hala gücünü koruyacağı tartışmasızdır. Sanki şimdiye kadar korunan bir kişiye şimdide sen rolünü oyna diye fırsat verilmiştir. Ama yıkmaya alışan terörist planın parçası olan rolünü oynarken dahi zihinleri bulandırarak işe soyunmuştur. Bu necip milletin evlatlarına, kökü dışarıdaki ifsad komitelerine dayanan bir güç tarafından masaya oturun ve eli kanlı caniyi dışarı bırakında bu sorunu tam değil, kısmen çözün denilme ihtimali zihnimi alabora etmektedir. Çünkü bu millet akan kanın durmasının çözüm olacağına o kadar inanmıştır ki aksini söyleyenlere hain damgasını vurmaktadır. Oysaki belirli merkeze bağlı, onlarca ülke tarafından madden ve manen desteklenen bir örgütün bir talimatla dağıtılması mümkün değildir. Kestirmeden sonuç şöyle olacaktır. Eli kanlı terörist ve yandaşlarına af gelecek ve bunun karşılığı olarak ülke içerisindeki militanlarında Suriye ve İran’a konuşlanması ile son bulacaktır. Geçici olarak kanı durdurduğuna inananlar başkanlık koltuğu hayali ile şehir meydanlarında 35 yıldır devam eden sorunu biz çözdük diyerek haykıracaklardır. Oysaki örgütün tam olarak dağılacağı konusunda kimse garanti veremeyecektir. Örgütün üst kadrosu serbest kalacak ama şahinler kanadına kime söz geçiremeyecektir. Bir masa başında karşılarında kutsal bir adam varmış gibi teröristi dinleyen üç kişi ve gözlemci rolünde 1974 yılından beri kendilerini hiç terk etmeyen bir görevli nezaretinde eylemsel olarak 35 yıldır bu ülkenin başının belası olan PKK sorununu çözmek için bir araya gelinmeye başlanacak. Bu görüşmeler sonucu da toplum mühendisliği harikası olarak ortak düşmana karşı zihinleri bulandırarak toplumsal barışı bozmak için hazırlanan tutanaklar bir planın parçası olarak servis edilecek. Sonra çaycı sızdırdı gibi oyunlarla geçiştirilmeye çalışılacaktır. Zaten bu milletle asırlardır oynanmıyor mu? Toplum mühendisliği olarak yapacaklarını yap ve daha sonra basit gerekçelerle olayı geçiştirmeye çalışmak izah edilir bir durum değildir. Oysaki bu taktik pozitivist bir örgüt olan Ergenekoncuların kullandığı önemli bir taktiktir. Sen ülkeyi kan gölüne çevirmek için 5000 sayfalık darbe planı hazırla, en üst rütbedekilerin cezaevinde bulunsun,3 milyon insanı öldürmeyi hedefle sıkışınca da savaş tatbikatı planı diye açıklamada bulun. Bu zihniyetle sinsi bir taktikle tutanakları sızdırıp,çaycı sızdırdı diye açıklama yapanlar arasında bir fark görüyor musunuz? Bu şekilde masaya oturma süreci göstermiştir ki uluslararası desteği alan PKK şimdiye kadar bu ülkeyi ekonomik siyasal açıdan yıprattığı gibi şimdide kaos meyvesi ile milli gururu da ayaklar altına alarak süreci tamamlayarak kendisini asıl hamilerinin eline bırakacaktır. Devletleşmiş hali ile bu ülkenin başının belası olmaya devam edecektir. Bu örgütün arkasında olan güçler o kadar derin çalışmaktadırlar ki sorunun çözümü için milli onuru ayaklar altına alarak eli kanlı bir cani ile dahi masaya oturabilmenin mantıklı olduğuna bu milleti ve hakim kadroları ikna etmişlerdir. Gelişmelerden haberdar olmak içinde yılların alışkanlığı gereği bir görevlide hazır edilmiştir. 184 Arkadaş bu ülkede ülke aleyhine olan bilgileri toplamak, toplumsal huzura bozacak olaylara karşı önleyici önlemler almak kimin görevidir de her yerde birileri devreye giriyor.Yoksa bazı kurumların sadece millisi bize ait olduğu için mi bu ülkede yaprağın kımıldamasından haberdar olunmak istenmektedir. Bir taraftan Suriyeli muhaliflere destek verilirken diğer taraftan Hatay’da yanındaki iki subayla birlikte kaçırılan muhalif lider Albay Hermuş olayı vardır. Ne kadar garip bir ülkede bulunuyoruz. Hizbullah denen bir örgüt kurulur, Çorum, Maraş, Başbağlar, Sivas, Malatya, Hrant Dink gibi binbir türlü olaylar çıkarılır arkasında izler görürsünüz. KCK eylemlerinde bankamatiklere saldıranların, sabotaj yapanların tutuklandığını ve bizim adamlarımız diye karakollardan savcılık olmadan bırakıldığını duyarsınız. Birde savunuruz. KCK kontrolümüzde idi KCK sayesinde dağdan şehre inen örgüt elemanlarını armut gibi topluyorduk. Üç polis yüzünden deşifre oldu. Kontrolümüzdeki KCK çöktü. Nasıl bir mantıksa KCK denen PKK’nın şehir yapılanmasını kuruluyor. Şehir merkezleri kan gölüne çevriliyor. Otobüslerde insanlar cayır cayır yakılıyor. Görevli elemanların PKK’nın üst kadrolarında görev aldığı biliniyor. Önleyici bir müdahale yapılmıyor. Senaryosu yazılmış sözde çözüm süreci başlıyor ve 1974 yılından beri alınan rol gereği yine sahneye çıkılıyor. Madem masaya oturacaksınız. Örgütün uluslararası ayağını keserek, terör örgütü olduğunu kabul ettirerek barış için masaya oturun, artık kan akmasın ama başka hesaplar için milletin onurunu kıracak bir sürece de girmeyiniz. İmralı tutanaklarını toplum mühendisliği olarak sızdıranlara sanki olaylardan haberi yokmuş gibi batsın sizin gazeteciliğiniz diye öfkelenenlere terörle mücadelede yapılması gerekenleri yapmadan Milli gurur ayaklar altına alındıktan sonra olmaz olsun sizin çözüm önerileriniz diye bağırasınız geliyor. Bu millet ilk defa içinden birinin çevresindeki pers uzmanlarından öğrendiği Takiyye politikası ile incitici bir davranış görmeye başlamıştır.Oysaki terörist ile masaya oturmadan bu problem bal gibi çözülürdü. Düşünün yüzbinlerce cana kıyan, ülkeyi kan gölüne çeviren, ülkenin her alanda geri kalmasını sağlayan dış güçlerin bu ülke toprakları üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için örgütü kurdurduğu günden itibaren müsteşarlara yakın ve müsteşar sever şaibeli bir isimden medet umuluyor. Dünyanın bir çok yerinde terör problemi çözülmüştür de ben cezaevindeki bir kişiden medet umulduğunu ilk kez duyuyorum.İş terörist başı ilede sınırlı kalmayacaktır. Teröristbaşının 35 yıldır arkadaşı olduğunu söyleyen Murat Karayılan gibi onlarcası İmralıyı su yolu yapma hevesine kapılmışlardır. Görüşmeden sızan bilgilerde en dikkat çekici husus lider ile elinden kan damlayan terörist aleni olarak müsteşarı koruma noktasında birleşmişlerdir. Oslo görüşmeleri kamuoyuna sızdıktan sonra hangi amaçla korunduğu bilinmeyenleri korumak için jet hızı ile yasalar çıkartılırken,bu esnada bölücübaşıda zindanda sahip çıkalım,kale yıkılmasın diye telaşa kapılıyor. Düşünün dünya görüşlerinin farklı olduğunu zannettiğim kişiler ortak noktada birleşiyorlar.Bence burada en önemli hamleyi teşkilat yapısını çok iyi bilen Öcalan yapmıştır. Demek ki bu ülkede onca operasyona rağmen daha düşmeyen kaleler var.Demekki kökü dışarıda olan kriptolar,sebatayistler,her türlü beyazlar hala ülkenin kilit noktalarındaki kalelerinde hüküm sürüyorlar demektir.Acaba bu kaleler kimin adına korunuyor da Anadolu kürsüsü ile bölücübaşı birbirleri ile yarışıyorlar. Bana göre Öcalan’ın görüşme tutanaklarının kamuoyuna bilinçli olarak sızdırılmasındaki önemli nedenlerden bir tanesi şu an gül devrinin gelmesi için adım adım ilerleyen paklardan en pak nur hareketi konusunda halkın gözünde soru işaretleri bırakmaktır. Halkı şüpheye düşürmek için kökü tertemiz anadolu kokan bu hareket içine fitne tohumları saçmaktır. Bu tutanaklar sonucunda öyle dezanfarmasyon yapıldı ki milli gururun kırılması unutturuldu, nur cemaati ile ilgili söylemleri ön plana çıkarıldı. Peygamber efendimizin soyunun yaşadığı Nurs köyünün eski bir Ermeni köyü olduğunu söyleyen bölücü kafa nedense Ömerli köyünün ve kendi kökeninin açıklanması konusunda toplumu aydınlatıcı bir bilgi vermedi.açtığı nurlu yolla insanlığın kurtuluş reçetesi hazırlayanlara sızdı diyenler,kendisinin nerelere sızdığını da açıklamadı. Aynı kafa Fethullah Gülen Hocaefendi’nin neden ABD’de bulunduğunu çok iyi bilmesine rağmen 185 milletin zihnini bulandırmak için cemaatin merkezi olarak ABD’yi göstererek Anadolu’da cemaate sempati besleyen muhafazakâr grupların arasına fitne tohumları saçarak İslam cemaatinin birleşmemesi için toplum mühendisliğinin ilk hamlesini uygulama safhasına koymuştur. Güneydoğu’da uyuşturucu tarlaları,haraç, insan kaçakçılığı,tehditle, şantajla yurtiçi ve yurt dışındaki kürtlerden silah zoru ile para toplayarak örgütü ayakta tutan zihniyetin,samimi Anadolu insanının gönlünden koparak verdiği himmetlerle dünyanın dört bir tarafında nerede ise 150’ye yakın ülkede okul, yurt, etüd merkezi, dil merkezi açmasını havsalasının anlaması çok zordur. İnsanları ölüm tehdidi ile örgütte zor tutanların, o ülkelere giden yüz binlerce insanı idrak edememesi normal bir durumdur. Bu kafanın dünya ve ahiret hayatını feda eden fedakârlıklarla dünyanın dört bir yanına Şehbal açan ışığın ordusunun askerlerini anlaması çok zordur.Öcalan’ın İmralı görüşmesinin tutanakları bilinçli olarak kamuoyuna sunularak gelecekteki önemli güç algısı ile ilgili zihinler karıştırılmak istenmiştir. Dikkatiniz çekmiyor mu Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Alpaslan Türkeş gündeme getiriliyor. Başka bir isim gündemde yok. Bediüzzaman bu ülkede iman kalesini sıfırdan tamire başladı. Hocaefendi maneviyat ağırlıklı olarak bu işin aksiyon planını gerçekleştirmeye çalışıyor. Türkeş’in tabanı ile dünyanın dört bir yanında Türk Bayrağı dalgalandıran cemaatin bir noktada buluştuğundan dolayı Öcalan’da bilinçli olarak bu üçlü kaleyi vurmaya çalışıyor. İmralı tutanaklarından şunu hissettim. Iyi kurgulanmış senaryo,sözde yeni yazılıyor gibi bir hava oluşturularak millete sunuluyor. Bu ülkede bölücülerin ve liderin ortak noktada birleştiği kaleler mevcudiyetini koruyor.Işığın ordusuna karşı, bölücü zihniyetteki insanlar ile dünya sevgisinden dolayı alnı secdeye gelmiş insanların dahi ittifak yapabileceğinin sinyalleri verilmeye başladı. Terörün üst kadrosunun adli kontrolle tahliye olması ve silah bırakarak yurt dışına çıkması takiyyeyi bize öğreten İran ve Suriye’de konuşlanması sağlanmasına sağlanacak da bu süreçle birlikte anlaşma gereği başkanlığa doğru ciddi bir adım da atılmış olacak.Teröre karşı samimi bir mücadele göstermeyenler, samimi mücadele gösterenleri harcayanlar, kalelere dokundurmayanlar, senaryosu yazılmış bir tiyatroyu oynayanlar, tiyatronun en zayıf yerinde kendilerine verilecek başkanlık rolüne o kadar kapıldılar ki gözleri hiç bir şeyi görmüyor. Oysa ki bu ülkede hala akil insanlar Başkanı belirleyecek ve seçtirecek güce sahiptir.Bizim ülkemiz sürprizlere hazırlıklı bir ülke değil midir. Osmanlı’nın yıkılış günlerinde devletin içindeki fitne ocağını haline gelen Yeniçeri Ocağını 2. Mahmut tarafından kaldırılmış,Yeniçeri Ocağı tarafından korunan kalelerde tarumar edilmişti. Aklıma geldi de tarihten ders almalı mıyız? Not: Bu yazı 15 Mart 2013 tarihinde yayınlanmıştır. Başbakan’ın Cemaat’le derdi nedir? Tasfiyeler Cemaatçi diye fişlenenler zaten uzun süredir tasfiye ediliyordu.Bu süreçte sadece daha yoğun ve gözle görülür hale geldi.Üstelik cemaatçi adı altında hiç alakasız kişiler de sürüldü.Adem Yavuz Arslan’ın aşağıdaki yazılarını okuyabilirsiniz. 27.05.2013 tarihli yazı: http://www.bugun.com.tr/istihbaratta-deprem-yazisi-641401 01.07.2013 tarihli yazı: http://www.bugun.com.tr/akintida-geriye-donulmez-yazisi-699885 08.01.2014 tarihli yazı: http://www.bugun.com.tr/emniyetteki-kiyim-rekora-kosuyor-yazisi-924261 Başbakan’ın Cemaat’le derdi 186 1-) Başbakan’ın kendi cemaatini kurmaya çalışması Erdoğan kendi cemaatini kurmaya çalışıyor.Diğer cemaatleri kendine bağlı veya bağımlı hale getiriyor. Kendine bağlayamadıklarını yok etmeye çalışıyor.Aşağıdaki yazıları okuyabilirsiniz. Yusuf Gezgin’in 16.05.2012 tarihli yazısı: http://www.farukarslan.com/genel/4576/ Faruk Arslan’ın 23.01.2014 tarihli yazısı: http://www.farukarslan.com/genel/cemaate-paralel-cemaat-kuruluyor/ 2-) Oslo’da birtakım sözler verilmesi Nedense Erdoğan’ın terör örgütünü ve liderini kötülediğini hiç duymuyoruz.Öcalan neredeyse bir akil adam veya siyaset adamı ilan edilecek duruma geldi.“Öcalan yaşatmayı seçti” diyen yazarlar bile çıktı. Beşir Atalay’ın “Öcalan Kürtlerin lideridir.” lafı da cabası.AKP’nin doğuda bilerek zayıf adaylarla seçime gideceğini söyleyenler var.KCK/PKK’nın son 30 yıldır hiç bu kadar güçlü olmadığı söyleniyor. Okuma salunu ve dershaneler, çocukların/gençlerin dağa çıkmasının/teröre katılmasının önünde önemli bir engel olmasına ve bunun gerek bölge halkı gerekse kanaat önderleri tarafından takdirle dile getirilmesine rağmen ısrarla kapatılmak isteniyor.Dolayısıyla Cemaat dershanelerin kapatılmasına karşı çıktığı için yıpratılmaya çalışılıyor. 3-) İran’la ilişkiler Son zamanlarda hiç olmadığı kadar kaset, muta, takiyye konuşmaları duyuyoruz. Erdoğan’ın İran’da “ikinci evimizdeyiz” demesini pek de küçümsememek lazım. Erdoğan dahil bakan ve vekillere şantaj yapılıyor olabilir veya zaten uygulamaya başladıkları humus adı altında rüşvet almayı diğer insanlara meşru göstermeye çalışmak için ortam hazırlıyor da olabilirler. İran’ın Türkiye’de şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yayıldığı söyleniyor. Öyle ki 4 mezhebe ek olarak ders kitaplarına Caferilik de eklenir oldu. Manisa’da caferi imam ilkokulda ders verdi. Sünni cemaatler bir şekilde susturuluyor veya yardımlarla taraftar ediliyor. Onlarca alimin ve Diyanet İşleri Başkanı’nın bulunduğu toplantıda Erdoğan “sahte veli”, “içi boş alim müsvettesi” gibi hakaretler ettiği halde kimse itiraz etmedi, tepki göstermedi, sesini çıkarmadı. Diyanet, “Cemaat kanalı” diye bilinen bir kanaldaki rüya sahnesini kınarken, bir vekilin “günah işleme özgürlüğü”, bir diğerinin “Erdoğan Allah’ın bütün vasıflarını toplamış”, Başbakan’ın “Rahmetimiz gazabımızı geçecek” ve birçok kişinin buna benzer apaçık günah olan sözlerine karşı sessiz kalıyor. Kısacası Diyanet ve bazı dini grup ve cemaatler çoktan teslim olmuş, sadece “Cemaat” dik durabilmiştir. Bu yüzden Cemaat yine hedeftedir. 4-) Dezenformasyon ve goygoyculuk İstihbarat tarafından sürekli Cemaat’in düşman olduğu yönünde söylemler geliştiriliyor. Özellikle 7 şubat mit krizinde Cemaat Başbakan’ın gözünde iyice düşman edildi.Erdoğan’ın enaniyetine yönelik gaza getirici konuşmalar yapılıyor.Bizim rüşvet-haraç dediğimizi, o en doğal hakkı olarak görüyor.Adam kendini dünya lideri görüyor. Her şeye müdahale ediyor. Bu yüzden Cemaat’in var olma ihtimaline bile tahammül edemiyor. (Halife-Mehdi gibi yakıştırmalara girmek bile istemiyorum.) 5-) 17 Aralık ve sonrası Erdoğan kendini devletin sahibi olarak görüp rahatça suç işlemiş. Belki de hiç hesap vermeyeceğini zannetmiş. 17 Aralıkta kirli çamaşırlar ortaya dükülünce ne yapacağını şaşırdı. İnsanlar büyük yalanlara daha kolay inanır. “Paralel devlet” sağolsun olağan şüpheliydi. Hem suç örtülecek hem de uzun zamandır bitirilmek istenen Cemaat’e darbe vurulacaktı. Bir defa bu yola girilince yalan yalanı doğurdu, ergenekonculardan medet umuldu. Öyle ki 28 Şubat argümanlarıyla psikolojik savaş yapmaktan geri durulmadı. Dershane kapatma 187 gündemi nedeniyle zaten Cemaat hedef ilan edilmişti. Aynı hızla devam edilmemesi için bir neden yoktu. TANER ÇETİN NOT: BİR OKUYUCU MEKTUBUDUR. AK Parti Cemaatleşiyor… MİT’le, Hakan Fidan’la ilgili kriz çıktığında bazı mahfillerde “paralel devlet”ten bahsedildi; hukuki gerekçeler ve yargının bağımsızlığı dikkate alınmaksızın olay “hükümete ve başbakana bir rest” olarak sunuldu ve AKP yandaşı medya bir anda MİTsever oldu. Kırk yıllık MİT bir anda, bir Fidan’la AKPak hale geldi. Erdoğan’la göbek bağı olan gazeteciler günlerce MİT’in kahramanlıklarını(!) yazdılar. Memleket MİT’in ne müthiş işler yaptığına bu gazeteciler sayesinde muttali oldu!.. Bu süreçte sıkça “Cemaatin devletleştiği” üzerinde durularak kontrol edilmesinin gerekliliğine işaret edildi. Aslında MİT krizi çıkmazdan çok önce, birkaç yıldır devlet içinde ve hükümet marifetiyle bir cemaat avı olduğu ve cemaatten insanların belirli noktalara getirilmediği cemaat mensupları tarafından hafif yollu dillendirilmekteydi. Başbakanın bürokrasideki bazı prenslerinin yaptığı üst düzey “bürokrat havuzları” artık herkesçe malum. Kulislerde dolaşanlara göre bu havuzun oluşturulmasının birinci nedeni cemaat mensubu kişilerin kazara üst düzey bir yere gelmesinin önüne geçmekti. Cemaat ise sürekli ve sadakatle oy verdikleri bir siyasi hareket tarafından, 28 Şubat sürecinde yaşadıkları takip ve tarassudun, tecrit ve dışlamanın bir benzerinin kendilerine yeniden yaşatıldığını düşünüyor. Eski fişlemelerin, andıçların hesaplarının görüldüğü böyle bir dönemde, 28 Şubata benzer yeni fişlemelerin olduğu yönünde uç iddialar da var. Hükümet cenahından bazı isimlerin askerlerle-aristokrasi ve kripto beyaz kesimlerle doğrudan vuruşmamak için, bazı işleri cemaate yükleyerek aradan sıyrılma stratejisi izledikleri biliniyor. Başbakanın bir hafta önce 28 Şubat soruşturmalarını hararetle savunurken, birkaç gün sonra “bu dalgalar ülkeyi boğar!” söyleminin-çelişkisinin de birilerine: “bunları ben yapmıyorum, onlar yapıyor!” şeklinde bir gönderme olduğu yönünde yorumlar var. Haşmetmeaplarının askerlerin tutuklanması konusunda da aynı şark kurnazlığını yaptığı rivayet ediliyor. Ergenekon operasyonlarının, darbe soruşturmalarının sandığa yansıyacak tarafları sahiplenilirken, “cıslı” tarafları birilerine adreslenerek, onlar hedef haline getiriliyor… Böylece tam biatı alınamamış bir kesimle, sistemin sahipleri vuruşturularak aradan sıyrılmak, her iki cenahtan da kurtulmak umut ediliyor olabilir? Cemaatin ne kadar devletleştiği tartışılabilir; ancak hükümet ve AK Parti çok hızlı bir şekilde cemaatleşiyor, cemaat yapılanmaları kuruyor… Hükümetin imam hatiplerin önünü imam hatipler mağdur olduğu için değil, kendisine “arka bahçe” olacak, taban oluşturacak mekteplere kavuşmak için açtığı söylemi kamuoyunda ciddi yer buluyor. AK Parti mevcut imam hatipleri kendi namına kurtarılmış hale getirmenin ötesinde, yakın zamanda İHL’lerin sayısını 1000 rakamına ulaştırmak istiyor. MSP çizgisinin eleman üreten kurumsal gençlik yapıları Milli Gençlik Vakfı (MGV) ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) yeniden organize edildi ve ülke sathında yaygınlaştırılıyor. Bütün üniversitelerde parti adına sıkı bir örgütlenmeye girişildi. Parti, cemaatlerin klasik faaliyet alanları arasında olan, yurt, okul, ev açma gibi faaliyetlere hız verdi. Ülkenin her yerinde kamu kaynaklarını da kullanarak yurtlar açıyorlar, okullar yapıyorlar. Paralel cemaat yapılanması yurt dışında da devam ediyor, pek çok ülkede hızlı bir şekilde kurumlar, okullar, 188 yurtlar açıyorlar. Yurt dışından kendi kontrollerindeki kurumlara, yerlere öğrenciler getiriyorlar. Diyelim ki içeridekiler siyasi faaliyet cümlesinden. Oy devşirmek, kadro yetiştirmek için yapılıyor. Peki, yurt dışında, Afrika’da, Asya’da yapılanlar nasıl siyasi faaliyet sınırlarına giriyor? Son yıllarda açılan bazı kamu kurumları adeta devlet namına değil, AKP’ye taban oluşturmaya yönelik faaliyet gösteriyorlar. Devasa bütçelere sahip bu kurumlar yurt içinde ve yurt dışında cemaatlere alternatif faaliyetler yürütüyorlar. Son dönemde Parti hızla cemaatleşiyor; bundan sonra artarak cemaatleşeceğine dair sinyaller var. Başbakan 3. dönemi dolan siyasetçilerin artık STK’ların, derneklerin başına geçerek (cemaat tarzı) çalışmalar yapacağını ifade etti. AK Parti Özal’ın dört eğilimine benzer şekilde, başlarda farklı eğilimleri bünyesine almış ve onlarla birlikte hareket etmişti. Artık AK Parti güçlendi, başbakan rüştünü ispat etti, ustalık dönemine geçildi. Parti yeterli toplumsal tabana ve ilgiye mazhar oldu. Bu nedenle olsa gerek, son dönemde AK Parti’de tek renkliliğe dönme, “Erbakanlaşma” ve Erbakan’ın eski çocuklarını yeniden bir çatı altında toplayarak MNP-MSP çizgisine dönme gayreti görülüyor. Bu arada, kendisine destek veren, derin güçler, aristokratik yapılar karşısında şirin görünmesine neden olan liberal yapıları ve merkez sağ kanatları tasfiye etme yoluna girdi. Bu tasfiye sürecinden kendisini destekleyen bazı cemaatler ve camialarda nasibini alıyor. Başbakanın sonradan dil sürçmesi dediği “tek din” söylemi de tek sesliliğe, eski zihniyete dönüşün sinyallerini veriyor. AK Parti’yi artık siyaset alanı kesmiyor; AK parti hükümet imkânlarını da kullanarak hızlı bir şekilde cemaatleşiyor; okullar açıyor, yurtlar yapıyor, eğitim faaliyetlerine giriyor. Erdoğan dünya çapında, en azından İslam dünyası çapında bir cemaat yapılanması kurmaya çalışıyor… Cemaatin devlette önü kesilirken, Parti devlet imkânları ile hızla cemaatleşiyor… Parti’nin cemaatleşmesinin hiçbir mahsuru yok!… Hem siyasette hem cemaat alanında rekabet artsın ki kalite artsın. Cemaat ve cemaatler bir siyasal partinin cemaatleşmesinden, siyasal partiler de cemaatlerin, cemiyetlerin siyaseti etkilemesinden, baskı gurubu olarak siyasi taleplerde bulunmasından, beklentilerini siyasi mekanizmalara iletmesinden gocunmamalı. Eğer yıkıcı, tahripkar çabalar içine girilmezse, tatlı bir rekabet olur. Hiçbir hizmet alanı kimsenin mülkü değil…. *** Suriye’de rehin alınan gazetecilerin İran eliyle Türkiye’ye teslim edilmesi ve aracılık yapan, gazetecilerle poz veren siyasi gayrı siyasi kişilerin, kanlı gemicinin devrede olması ibretler ve mesajlarla dolu. İran bu gün Türkiye’de, Türk devleti içinde ABD-MOSSAD’a yakın bir güce ve etkinliğe, operasyonel kabiliyete sahiptir. Birilerinin bunu görememesi ve görmek istememesi nedeniyle bu kabiliyetini sürekli artırmaktadır. Türkiye İran ilişkilerinde 2. Beyazıt dönemini yaşıyoruz, Anadolu delik deşik ve sorumlular-yetkililer bundan gafil. Umarım bir Yavuz çıkana kadar geç kalmış olmayız… *** Geçen yıl Japonya’da meydana gelen depremde ve arkasından vuku bulan tsunamide “The Cemaat”in etkisi varmış… Japon halkına ve dünyaya verilecek zararın artması için Japonya’da yaşayan bir cemaatçi ilave olarak nükleer santralin şartelini indirerek nükleer sızıntının yayılmasına neden olmuş… Bütün bunları yapabilen THE CEMAAT için Fenerbahçe’ye mağlubiyet yaşatıp kupayı Galatasaray’a vermek çocuk oyuncağı. Geçen yıl Fransa devlet başkanlığına aday olacakken bir hizmetçinin iftirasına maruz kalan ve madara edilen İMF (Yahudi) başkanını da, Sarkozy’nin (Yahudi) selameti için cemaat tuzağa düşürmüş… The Cemaatin lideri 1980 darbesini desteklemişti, 28 Şubatta da lokma döktürmüştü… Bunların piri olan Bediüzzaman da 2. Dünya Savaşı’nın sorumluları arasındadır… Savaş birazda onun yüzünden çıkmıştı. O yıllarda yüksekçe bir tepenin başında yaşayan Said Nursi’nin o tepeden 2. Dünya savaşını idare ettiği rivayetleri var… Son zamanlarda her probleme, sıkıntıya, beceriksizliğe, başarısızlığa merhem: THE CEMAAT… Yusuf Gezgin. 16.05.2012. Yusufgezgin.com AKP-CEMAAT kavgasının zararları 189 Twit Siyaset adlı kullacı zarar hesabı çıkarmış. AKP-CEMAAT kavgasının ülkemiz için çok büyük zararları 1) Dindar siyasetçiler işbaşına geldiğinde bu Türkiye için en son ümit demekti. Sağ-sol pek çok siyasi hareket denenmişti 2) Hepimizi heyecanlandıran bir süreçti bu. Ülkeden umudunu kesen birçoğumuz bile: “Galiba bu sefer olacak” demiştik! 3) Kabul edelim ki; ilk başlarda çok da iyi gitti. Kuşkuyla bakanlar bile olumluya dönmeye başlamıştı. Sevinmiştik. 4) Tersine göç başladığı yönünde konuşulan ve yazılanlar, kendimize güvenmemizi sağlamıştı. İnancımız arttı. 5) Yaşı büyük olanlar bizi kenara çekip uyardı: “Çok fazla güvenmeyin, bunların ne olacağı belli değil” gibilerinden! 6) Hiçbirine kulak asmadık bunların. Genç kuşak güvenli bir gelecek istiyorduk. Hayalini kurmak değil, onu yaşamak… 7) Ta ki tarihimizin en büyük yolsuzluklarını yapanların hacı hoca ayaklarına yatan muhteremler olduğunu öğrenene kadar! 8) Bu son umudun boşa çıkmasından ve aldatılmaktan ötürü insanların pek çoğu bunu kabul etmek istemedi, inkar edildi. 9) Toplum olan bitene duyarsız kaldı. Değerler üzerinden değil kişiler üzerinden fikirler savunuldu. Toplum bölündü! 10) Devlet ciddiyetinin ortadan kalkması, ülkenin hukuk açısından Afrika ülkeleriyle kıyaslanır hale gelmesi can sıkıcı! 11) Fikrine önem verilen kanaat önderlerinin birer birer elden kayması, ilkesiz birer zombiye dönmesi büyük talihsizlik! 12) Bütün bu yaşananlar bir kuşağı daha bitirdi. Umutlarını kırdı. Ülkeye olan aidiyet duygusunu kaybettirdi! Ne acı! 13) Yeni kuşak gençlerin, ülkenin yaşanır bir yer olduğuna dair fikirleri tarumar oldu. Bizim yaşadığımızı yaşadılar! 14) Bizi biz yapan “değer” ve “ilke”lerin alt üst edilmesi, “çıkar”ın tek geçer akçe olması, büsbütün umutları kırdı! 15) Dürüstlüğün, adaletin, ahlakın, insanlara güvenin ülkede beş para etmez değerler olduğu algısı pekişmiş oldu! Yazık! 16) “Dinci de solcu da sağcı da gelse, kim gelirse gelsin, ülkeden birşey çıkmaz, bu ülke düzelmez, algısı tescillendi! 17) Bu kayıp bütün kayıpların üstünde bir değerdedir. Telafisi aylarca, yıllarca mümkün olmayacak en büyük manevi kayıp! 18) “Gelen herkes zenginleşcek, köşeyi dönecek, hukuku yok edecek,cebini dolduracak,ne yaparsak yapalım” fikri kökleşti! 19) Keşke sadece bu kadar olsa. Bir de işin dini kısmı var. Artık kimse “dini argüman” kullanamaz, Kutsaldan bahsedemez! 20) Birbirimize olan güveni tamamen yitirdiğimiz için, artık kimse birliğimizi borçlu olduğumuz değerlerden bahsedemez! 21) Artık hiç kimse inançlı olmanın erdemli olmayı sağladığına, dinin insana değer kattığına inanmak istemez. Ne acı! 22) Artık din ve inanç, yeni kuşaklar için değersiz bir kandırma aracı olarak görülecek. İnsanlar daha zor ikna olacak! 23) Dine ve dindara olan otomatik saygı bu kavgada tamamiyle yok olmuştur. Ve bunlar kimsenin umurunda değil gibi sanki. 24) Bu kavgada ruhumuz ölmüştür.Burayı bizim için huzurlu yuva yapacak hiçbir değer kalmamıştır.Kendimize yabancılaştık! 25) Hülasa; etkisi yıllar sürecek büyük bir depresyon yaşıyoruz, bu toplumsal travmanın hasarsız geçmesini diliyorum! 190 Biz o işi düzeltiriz!.. Asker olarak Amerika’da füze eğitimleri almak için gittiğimiz yıllardı. Yanıma bir arkadaş geldi, dedi ki: “Seni yarbay çağırıyor…” Gittim, yarbayın ilk sözü: “Tevkif oldunuz, hazırlığınızı yapın, ilk uçakla Türkiye’ye iade edileceksiniz. Şimdi, buyurun mahkemeye gideceğiz…” Beni arabasına aldı, belki 15 kilometre gittik. Bir salona aldılar. Albay, “Sizi buralara getirdik ki, bilginizi, görgünüzü artırasınız; hâlâ örümcek kafalısın, hâlâ ortaçağlara bağlısın… Sen tahsilsiz bir insansın, bu kitapları okuyup anlayamazsın, ne diye Risale-i Nurları okuyorsun?” Dedim ki: “Albayım, benim 94’ten aşağı notum yok. Hem bu cihazları bilirim, yaparım, hem de füzelerin gölgesinde namaz kılarım.” Masaya bir yumruk indirdi, ayağa kalktı; “Bu uçakları, füzeleri hocalar, papazlar yapmadı. Bunlar teknik adamların başarısıdır. Anlamıyor musun, sen teknik adamsın.” “İslamiyet ilme ve tekniğe mani değildir. İlmi ve tekniği yasak eden bir tek ayet ve hadis gösterilemez. Tam tersine Kur’an ilimde ve teknikte ilerlememizi emretmektedir.” “Yeter, yobaz yeter! Sizler değil misiniz, bu milleti geri bırakan. Şimdi odana git. Gözüm üstünde! Seninle Türkiye’de hesaplaşacağız…” deyip, kapıyı çarpıp, çıktı. Esas duruşta ifade vermekten ve albayı dinlemekten başım dönmeye başlamıştı. Odaya çıktım. Yatakhanedeki arkadaşlar yanıma gelip sordular; “Ne oldu?” “Arkadaşlar, içki, kumar, bar, hepsi serbest. Sadece namaz kılmak, İslamiyet’i öğrenmeye çalışmak ve yaşamak yasak. Yüz kişiyiz. Gece hayatı yaşayan, sabahlara kadar uykusuz kalan, derste uyuklayan hangi arkadaşımız hakkında soruşturma açıldı? Bizim derste başarılı olmamız önemli değil, önemli olan İslamiyet’le olan ilişkilerimizi kesmek!” Ben ordudan atıldığımı kabul ederek böyle konuşuyordum. Arkadaşlar birer, ikişer dağıldılar. Hiç kimse kalmadı. Ben de kafayı vurup yattım. Asap bozukluğunu belki uykuyla giderebilirim… Gece rüyamda toprağın üzerine oturmuşum, otları söküp köklerine bakıyorum. Baktım Said Nursi on metre ileride, ayakta dua ediyor, başını da çevirmiş bana bakıyor. Birdenbire elini uzattı; “Sen karışma, biz o işi düzeltiriz!” dedi. Öyle bağırdı ki, korkudan fırladım, sabah namazı vakti. Namazı kıldım, kahvaltıya gittim. Amerika’dan kovulduğuma, askeriyeden atıldığıma memnunum, hapisliği merak ediyorum, içim rahat. O gün hem çalıştım, hem de haberciyi bekledim. “Haydi Türkiye’ye!” diyecekler, fakat gelen giden olmadı. Akşam yemeğini yedik. Çok yorgundum. Çünkü dersler uygulamalı yapılıyor. Bazen kocaman cihazları taşı, çalıştır… Gömleğim su kesiliyor. O sırada birisi geldi: “Sizi tabur kumandanı çağırıyor.” dedi. Zaten bekliyordum, koşa koşa gittim. “Buyurun kumandanım…” “Bazı işler olmuş, sen karışma biz o işleri düzeltiriz.” “Baş üstüne kumandanım!” Kumandan, rüyamda Said Nursi’nin söylediği cümleyi aynen söyledi, hayret! Sonra bir subaydan duydum. Albay, kumandanları toplamış: “Bu adamın işi gücü din. Gerici, yobaz… Bunu Türkiye’ye göndereceğim, orada yargılanacak ve ordudan atılacaktır.” Subaylardan biri demiş ki: “Albayım, Ömer Okçu derslerinde başarılı, çalışkan ve itaatkâr. Buradakilerin yarıdan fazlası gece hayatı yaşıyor, bazen işini yapmayanların işini de Ömer Okçu’ya yüklüyoruz. Bize bilgi ve itaat gerek, özel hayatı bizi ilgilendirmez.” Böylece Türkiye’ye iademiz durdurulmuş. Aylar sonra Türkiye’ye döndük. Herkes bağlı olduğu kumandanlığa gidip, tayin olduğu yeri öğreniyor. Bizim Albay da öyle yapmış. Tayin olduğu yeri öğrenmek isterken, emekli olduğunu kendisine bildirmişler. Yani biz kaldık, o gitti. Eğer Albay emekli olmasaydı, ben ihraç edilecektim. Generalliği beklerken emekli edilmesiyle şoke olmuş… İnsanı korursa Allah korur. Allah’ın korumadığını hiç kimse koruyamaz… 191 Hekimoğlu İsmail, Zaman, 08.03.2014 HALK ARTIK HİKAYESİNİ YAZMALIDIR Son günlerde yaşadığımız skandal üstüne skandal olaylarından çıkarmamız gereken dersler olduğu gibi anlamamız gereken çok önemli detaylarda vardır. Artık şu kesin bir şekilde netleşti ki yaşanan bu kavga ve skandallar sadece Ak Parti ile Cemaat’in savaşı değil, yaşanan şey, aynı zamanda bir hegemonya ve bir meşruiyet krizidir. Hükümetin Gülen hareketine yönelik başlattığı öncü ve ölümcül saldırılarda bile farkında olmadan kendisinin de dağılıp ne yaptığını bilemez hale düştüğüdür. Kuşkusuz devlet düzeyinde bir “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörlerinde olduğunu da unutmamalıyız. Çünkü yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl],1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 1980 ve 1997′de yaşanan olaylarda bunun açık bir ispatıdır. Bununla birlikte hükümetlerin ve devlet içindeki kompradorların yaptıkları bütün antidemokratik ve hukuk dışı eylemliklerine de daima “kutsal devlet” kılıfını da uydurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda da devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminden şimdiye kadar devlet kutsallığını koruduğu gibi Atatürkçü’lüğü de silah ve kanun zoruyla da korumuştur. Cumhuriyet öncesi ve sonrasında da yönetici kompradorlar hiç değişmedi. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Dolaysıyla topluma aşılanan “kutsal devlet” zırhıyla devletin bekası için bireye yönelik yapılacak her türlü eylem de haklı ve meşru sayıldı. Bu durumda devlet içinde bir iktidar ikiliği de oluştu. Biri “asıl devlet partisi” denilen iktidar ve güç odağı, diğeri de görünen-bilinen iktidar, yani “seçimle” gelen “iktidar.“ Asıl devlet partisi” her zaman kendini devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli gördüğü zaman duruma müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına oturtuyor. Dini cemaatlerin üzerinde silindir gibi geçme, onları etkisizleştirme, hizaya getirme, adam etme ve laikçilerin bile ne olduğunu pek çözemediği “laiklik” adı altında bütün inançları dört duvar arasında hapseden militarizm anlayışıyla hareket devlet milletin canına hep okumuş ve okumaya devam etmektedir. Ankaralılaştıkça yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendisine yeni partner arayan ve girdiği girdaptan çıkmak için artık her yolu mübah gören Ak Parti, vesayetçi, cuntacı, darbeci ve demokrasi düşmanı dediği kesimlerle dirsek temasına girmekte ve güya ordunun imajını düzeltme yoluna gitmektedir. Ergenekoncu, Balyozcu, Poyrazcı, Eldivenci ve 28 Şubat darbecisi diye vesayete karşı çıktığını, bunlarla mücadele ettiğini söyleyen Ak Parti bu söylemleri üzerine de iktidar olduğu ve iktidarını 3 dönemdir devam ettirdiğini bilinen bir gerçektir. Bugün yaşanan krizden çıkmak için çok daha sorun yaratmak, vesayetçilere sarılmak ve şiddetin dozunu arttırmak sorunu çözmeyeceği gibi arlanmadan şiddetin dozuna kılıf uydurup “demokrasiden”, 192 “hukuk devletinden” ve “temel insan haklarından”da söz etmek toplumun aklıyla alay etmekten başka bir şey de değildir. Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e, bu ülkede yaşayan 76 milyon milletimizin artık bu rezilliklere son verilmesi için sesini gür çıkarması, rejim krizinden çıkmak için seyirciliği bir tarafa bırakıp kendi hikayesini kendisi yazması ve bu hikayeyi Ak Parti hükümetine de anlatması lazım. Yarhu arkadaş yanlış yapıyorsun demesi lazım… 17 Aralık’tan bu yana bütün dünya medyasının dilinde pelesenk olduk. Rezil ve kepaze olduk. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakan ABD hükümeti tarafından yalanlanmıştır. ABD’nin ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından sonra, Ak Parti’nin yıldızının söndüğünü görmekle birlikte 17 Aralık’tan bu yana da yeni alternatif arayışı içine girdiği de bir gerçektir. Başbakanın yakın danışman kadrosu bunu görmüyor, onu uyarmıyorlar mı? Padişahım hay sen çok yaşa demekten başka ne işe yarıyorlar bu kadrolar? İlker Başbuğ’un tahliyesinden önce yapılan “kumpas” tartışması ve dün yaşanan tahliye olayında şunu da anlıyoruz ki, Ak Parti orduya ve ulusalcılara yönelik son bir ittifak yapmış, geleneksel sermayeye de ittifak çağrısını yapmıştır. Ordu ve ulusalcılarla ittifaka giren Ak Parti iktidarının yürütmenin gücünü kullanarak Cemaat’i tasfiye etmeye çalışması ona hayır getirmeyecek, tersine ok’un ucu kendisine dönecektir. Yolsuzluk, üsulsüzlük, rüşvet, adam kayırma, çürüme, sömürü, yağma ve talan ayyuka ulaştı ve tüm iktidar bünyesini ahtapot gibi sardı.Devletin varlığını, milletin geleceğini ve hayatını riske sokan bu aymazlıktan artık vazgeçilmesi lazım. O halde artık yüksek sesle dillendirilen “aydınlara çağrı” ve “haykırışlara” karşı artık bu millet de yüksek sesle sesini çıkarmalı, olanlara karşı tepki koymalı, hukukun, adaletin, temel hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alınmasına şiddetle tepki göstermelidir. Parsel parsel parsellenen ve Perslilere peşkeş çektirilen milli kaynaklarımıza sahip çıkmalı ve koca hükümetin bakanlarının da Perslilerin önünde yatmaktan vazgeçmeleri sağlanarak bu ülkenin onur ve haysiyetini korumalıdır. Facebook, tweetter ve bütün internetin dilini keserek bu ülkeye ne demokrasi gelir, ne de adalet. Tam tersine ülke orta çağ karanlığa geri döner, bu ülke İran, Irak, Suriye ve Tanzanya olur. Yarı demokrasi, kör topal bir hukuk rejiminden tam gaz otokratik bir rejime gittiğimiz kuşkusuzdur. HSYK’nın tarumar edildiği, hırsızların serbest, hırsızı kovalayanın sürüldüğü, cezalandırıldığı, insanların fişlenerek yaşamlarının karartıldığı bir yerde biz hangi demokrasi ve hangi temel hak ve özgürlüklerden söz edebiliriz ki? Toplumun taraflara bölündüğü, kutuplaştırıldığı, Türk-Kürt düşmanlığının körüklenmeye ve bin yıllık kardeşlik bağının koparılmaya çalışıldığı bir yerde biz hangi toplumsal barıştan söz edebiliriz ki? 193 Yani artık taraf-maraflara değil kendimize bakmanın, kendimize gelmenin ve silkilenmenin zamanı geldi. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek yol: Hukuk ve adalettir. Toplumsal barış ve kardeşliktir… Son olarak da; İlker Bağbuğ tahliye olduktan sonra; “Benim hayatımın 26 ayı benden çalındı”dedi. Bende buradan Başbuğ’a soruyorum: Sayın Başbuğ; sizin hayatınızın 26 ayı sizden çalındı ve hayat çalmanın, karartmanın ne kadar da acımasız olduğunu da öğrendiniz. Peki sizin komutanınız beni fişleyerek 23 yıllık hayatımı benden çalarak, benden dolayı ailemin ve daha dört yaşındayken ayrılmak zorunda kaldığım evladımın hayatını çalıp karartan sizlerin ve komutanlarınızın vicdanı hiç mi hiç sızlamadı? Diye sormak istiyorum. CÜNEYT ALPHAN http://www.diyarbakirhaber.com.tr/cuneyt-alphan-halk-artik-hikayesini-yazmalidir/YazarDetay/472 Çöküşü hazırlayan 3 fetva, 3 vahim sonuç Muazzam bir hırsla yola çıkıyorsunuz. Niyetiniz her siyasi parti gibi iktidara gelmek. Sizin niyetiniz daha ötesi. İktidara gelince bir daha gitmemek. Ne yaparsınız? Bunun için neler lazım? Bir: bol para, iki: siyasi rakipleri her türlü yolla elimine etme. Bu iki şeyi sağlama alırsanız rahatça 2023’ü hatta 2071’i bile görebilirsiniz. Ama size bu yolda her türlü ‘aracı’ mubah kılacak fetvalar lazım. Yoksa beraber yürüdüğünüz kadrolara izah edemezsiniz. Birinci fetva:Uzun vadeli siyasi projelerinizde, propaganda faaliyetlerinizde ve kamuoyu oluşturmak için medya satın almanızda sıkıntı yaşamamanız lazım. Yani bol paranız olmalı. Bunun için size özel bir para havuzu gerekiyor. Devlet ihalelerinden, belediye projelerinden alınacak komisyonlarla bunu oluşturmayı düşünüyorsunuz. Vakti zamanında bunun fetvası alınmış. Zaman yazarı ve o çevrelerin ‘cemaziyelevvelini’ iyi bilen Ali Bulaç, o günlere şahit olmuş, şöyle diyor: “1996 yılında birer kamu kuruluşu olan belediyelerden ihale alan işadamlarının çeşitli cemaat, vakıf ve derneklere bağış yapıp yapmamaları konusu gündeme gelmişti. Hakim görüşe göre ihale alan bir işadamı, gösterilen bir yere yüzde 10 bağış yapabilir, ‘zor faktörü’ kullanılmayacaksa bunda bir sakınca yok.” Bulaç, bunu kesinlikle onaylamamış, işin nerelere uzanacağını görmüş ama kapıyı birileri açmış. 194 Hayrettin Karaman Hoca, o dönem için verdiği fetvayı geçenlerde açıkladı: “‘Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır?’ diye sordular. Buna verdiğim cevap şudur: Hayır işlesin diye teşvik ve sevk ettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar.” (27.12.2013/Yeni Şafak) Diyor ama fetvasını veriyor. İğne deliğinden deve geçirmeyi başaracak şark kurnazlığı bu fetvayı maymuncuk gibi kullanıp her işten nemalanma yolunu böylece meşru hale getirmiş. Fetva her partilinin elinde maymuncuğa dönüşünce ‘metazori bağış’ bir süre sonra ‘hayırsever’ işadamları üretiyor. Bu ‘maymuncuk anahtar’ otoyol yaptığınızda, AVM kondurduğunuzda kolayca dünyevi bir ‘cennet anahtarına’ dönüşüyor. Parti rozeti takan herkes aynı zamanda böyle bir ‘cennet anahtarı’ da edinmiş oluyor. Projelerin kaliteli olması, uygun ham maddeyle yapılması sizi çok ilgilendirmiyor. Alacağınız ‘ulvi amaçlı’ komisyonun miktarı önem kazanıyor. Müteahhidin başı rahat, ‘bağış’ını yapmış, denetlenme korkusu yok. Bu tür işadamı prototipini İranlı işadamı Reza Zarrab oluşturuyor. Gerekli ön bağışlarını periyodik olarak yapmış. Başbakan, ‘hayırseverliğini’ yakinen biliyor, kefil oluyor. Bakanlar bir tehlike anında kendilerini Zarrab’ın önüne atmayı taahhüt ediyor. Bu fetvanın bir de seçilen belediye başkanının orayı fethettiği, dolayısıyla gelirin beşte birine el koyabileceği veya Halife’nin/Emirülmüminin’in mülkün/ülkenin sahibi oluşu ve beşte bir hakkı olması gibi versiyonlarının fiili olarak kullanıldığı biliniyor. Başbakan’ın “Alınan para devletin kasasını soymuyorsa yolsuzluk değildir.” cümlesi, bunun bir nevi kabulü. Sonuç: Fetvayı kapan on binlerce ‘cennet anahtarlı’ partili gönül rahatlığıyla ayakkabı kutularını istifleyebiliyor. Yakınlarına hayırseverlik yapıp villa hediye edebiliyor. İkinci fetva: Siyasi rakipleriniz var. İyi konuşuyorlar. Hitabetiyle sizi sarsıyor, moralinizi bozuyor. Siz böyle kara kara düşünürken rakibinizin özel hayatında titiz olmadığını öğreniyorsunuz. Diğer rakip partinin durumu daha kötü. Hemen hemen önde gelenlerin hepsi dikkatsiz. Size bağlı her emrinize amade istihbaratçılarınız da varsa ve ufukta bir seçim de görünüyorsa küçük bir el hareketiyle yapılacakları onaylıyorsunuz. Ama ‘titiz!’ olduğunuz için yine bir fetvaya ihtiyacınız var. Onu da ödül verdiğiniz din âliminden almış oluyorsunuz. Fetva şu: “Eğer ayıp ve günahını gizleyerek işleyen bir mümin kamu görevlisi veya kamu görevine talip biri ise bu takdirde ‘halkı onun zararından koruma’ vazifesi, ayıbı örtme vazifesinin önüne geçer ve ilgililere durum açıklanır; yani bu durumda ayıp ve günah gizlenemez… Ama gizlenen kusur ve günah kamuyu ilgilendiriyor ve bilinmemesi kamuya zarar veriyorsa devreye ‘zaruret’ girer ve zaruri olarak tespit ve gerektiği kadar teşhir edilir. (12.05.2011/Yeni Şafak/Hayrettin Karaman) Bu da tamam olunca geriye taşeron birilerini bulmak, yayınlatmak kalıyor. Muhal farzla ifade edeceğimiz varsayım ve isnadı aklımıza getiren kişi CHP lideri. Kılıçdaroğlu, bu olaylardan Erdoğan’ı sorumlu tutuyor: “Şaibeli bir kişidir. Onun bilgisi dahilinde gerçekleşen bir olaydır. Bu kadar net söylüyorum. Kendisi talimat verdi.” diyerek, olayın failinden emin olduğunu açıkladı. Başbakan, seçimler öncesi ortaya çıkan bu rezaletleri meydanlarda “Bu özel değil, bu genel genel…” diyerek siyaseten istismar etmişti. Baykal, özel hayatına ait ortaya çıkan bu skandalla istifa etmiş, Başbakan zorlu bir rakibini diskalifiye etmiş, konuyu meydanlarda seçim malzemesi yapmıştı. Olayın failleri tabii ki aranıp bulunamadı. Kılıçdaroğlu, net olduğunu ifade ettiği delillerini henüz açıklamadı. Meydan, delilsiz iftira atmayı bir itiyad haline getiren Erdoğan’a kaldı. Bugünlerde diğer her skandalda olduğu gibi yapılan bu fecaati cemaate mal ediyor. Sonuç öncelikler ve AK Parti trolleri kaynaklı çakma Numan Kurtulmuş vakası. Üçüncü fetva:Eğer uzun vadeli olarak rakipsiz ve alternatifsiz olmak istiyorsanız aynı cephede bulunduğunuz refiklerinizi yanınıza çekmelisiniz. Numan Kurtulmuş veya Süleyman Soylu gibi isimler yarın bir gün alternatif olacaksa siz onları bir şekilde ikna edip yanınıza çekerseniz akıllılık etmiş oluyorsunuz. Peki ikna olmayan olursa ne olacak? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Sadece ‘Acaba o da mı?’ diyerek bir soruyu seslendirebiliriz. Geçenlerde Karaman Hoca, yazısının son paragrafında ilginç bir ipucu verdi. “Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, 195 bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir. Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nu dua ile anıyorum.” (Yeni Şafak/19.12.2013) Normalde böyle bir yazıda siyak sibak bütünlüğü içinde bu son cümleye ihtiyaç yok. Hoca bunu niye kullandı? Merhum Yazıcıoğlu’nun vefat tarihi değil, doğum tarihi de değil. Peki Hayrettin Hoca bu cümleyi niye kullandı? ‘Fail, olay mahalline mutlaka geri döner.’ gibi bir şey miydi bilmiyoruz? Acaba yazısında ifade ettiği argümanlar AK Parti alternatiflerini elimine etmek, ‘etkisiz hale getirmek’ fetvasını içeriyor olabilir mi? “Devlet geleneğimizin kendini korumak için geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması” diyebilen bir şahıs Başbakanlık müşavirliği yapıyorsa bazı kuşkular haklılık kazanmaz mı? AK Partililerden bu tezi destekleyici başka sözler de geldi ama işin gerçeğini Allah bilir. Müslüman ahlak ve dürüstlüğü derin bir yara aldı. Bediüzzaman Hazretleri alelusul içtihatların akıbetini anlatan sözlerini neo-müçtehidler de okumalı: “Nasıl ki, kış mevsiminde, fırtınaların şiddetli olduğu vakitte, bir binadaki küçük delikler dahi kapatılır, yeni kapılar açmak hiçbir şekilde akıl kârı değildir. Hem nasıl ki, büyük bir sel baskınında, tamir için duvarlarda delik açmak boğulmaya sebep olur. Aynen öyle de, haramların işlendiği, yabancı âdetlerin her yeri sardığı, bid’atların çok arttığı ve dinsizlik tahribatının olduğu şu zamanda İslamiyet kalesinde içtihat adıyla yeni kapılar aralamak, o kalenin duvarlarında bozguncuların girmesine sebep olacak delikler açmak İslamiyet’e karşı bir cinayettir.” VEYSEL AYHAN 9 Mart 2014, *Zaman, Genel Yayın Editörü Camia havuzu ve AKP havuzu! Üstad Said Nursi, bugünleri görmüş olacak, büyük bir havuzdan bahsediyordu, ehl-i hakikat için, zamanın şahsiyet ve enaniyet zamanı olmadığını vurguluyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu havuzu yanlış anlamış olacak ki, “medya havuzu” diye ortaya çıkan modelde olduğu gibi aslında “halife havuzu” adı altında milyarlarca dolar istif etti. Oysa üstad hazretleri cemaatten çıkacak bir şahs-ı manevinin “Süfyanizm”e karşı başarılı mücadelesine dikkati çekerken, ’zaman cemaat zamanıdır, tarikat zamanı değildir’ diyordu. Erdoğan, bunu da yanlış anladı ve devletin, kamunun imkanlarını kullanarak kendi cemaatını zorla oluşturmaya çalıştı, hatta halifelik iddiası ile devlet zoruyla diğer cemaatlerden biat talebinde bulundu. Tepeden inmeci, “Yakoben siyasal İslam” ile halkın tabanından çıkan sivil toplum İslam’ı savaşıyor. İslam’ın Cumhuriyet anlayışı ile dine siyasetin alet edildiği saltanatın kavgasıdır bu. Erdoğan, Hz. Muaviye’nin halifeliğini, Hz. Ali’nin (r.a) elinden hile ile aldığı despot Emevileşmeyi, yani azgın nefsi siyaseti temsil ediyor. Gülen Hocaefendi ve cemaatı, kalp ehli olduğu için Sufiliğin merkezindeki Şahı Merdan Hz. Ali (r.a) ile belki kıyaslanabilir. Şeriatın bir hakikatı için baş vermeye razı Gülen. Yolsuzluk ve rüşvet ile mücadele, kamu hakkını, yetim hakkını, Allah hakkını, umumun hakkını korumak İslam aliminin boynunun borcu. Meşhur Firavun ve Hz. Musa (a.s.) kıssasını Muhyiddin Arabi hazretleri, kalp ve nefis mücadelesi olarak okur. Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Muaviye arasındaki mücadele de kalp ve nefis harbidir. Allah, ancak temiz kalplere sığar ve gelir. Kamu hakkı yiyende temiz kalp kalmaz, sadece nefsinin azgın dürtüleriyle zalim bir firavun olur, kendisini kurtaracak Hz. Musa nefsini ve cemaatını topyekun Kızıldeniz’de boğmak ister. Ancak kendisi ve ordusu boğulur. Üstad Nursi’ye dönecek olursak, büyük bir havuza sahip olmak için siyasi iktidar, güç ve para lazım değildir. Üstad Kastamanu Lahikasındaki mektubunda (sayfa 108) der: “Büyük bir havuza sahip olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmak ve eritmek gerekir. Yoksa, o buz parçası erir erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilemez.” 196 Tehlikenin büyüklüğünün farkında mısınız? Erdoğan, hiç utanmadan Üstad hazretlerini siyasetine alet ediyor, üstadın talabelerini yemleyerek, baskıyla, rüşvetle, sindirmeyle veya çaresiz bırakarak yanına çekti. Gerçi bazıları buna teşniydi, yıllardır elde edemediklerini sunan hemde “İslami” bir iktidar var. Hangi diyet ve bedele karşı teslim oldular peki? Erdoğan, Nur’un has talabesi Gülen Hocaefendi’ye hakaret edilirken, sövülürken ses çıkarmayarak ne kadar Nurcu kalınabilir ki! “Halife’ye, Ulu-l Emre biat, itaat etmedi, cezayı hak etti” diyen bir Said Nursi ben tanımıyorum. Üstad münafık değildi, korkak değildi. Mertoğlu mert idi. Bugün güç zehirlenmesi yaşıyan Erdoğan’ın siyasi hırslarına yeter artık diyen Gülen Hocaefendi gibi diğer Nur talabeleri ve cemaatleri de karşı çıkarsa ne olacağını ben size şimdiden haber vereyim: Erdoğan Said Nursi’ye de sövecek, hakaret edecek, aşağılayacaktır. O zamanda susacak mısınız? Derin Oligarşik Fesat Komitesi dediğim “Süfyanizm”, Erdoğan’a Said Nursi’yi kullandırarak Gülen Hocaefendi’yi Hz Yusuf (a.s.) misali kuyuya atıyor. Hz. Yakup’un (a.s.) 12 oğlu vardı. Risale-i Nur’da da 12 cemaat var. Biri ( Hz Yusuf’u kuyuya atmadan öz kardeşi Bünyamin planda yoktu, Yeni Asya sağlam duruyor) dışında 11 tanesi Nur davasına ihanet etti ve en çok sevileni el birliğiyle kuyuya atarak yalnızlaştırdı. Kıssa sanki gerçekleşiyor! Camia’nın ‘çökertilmesi’ için Hocaefendi’nin sekiz yıl yargılandığı ve bearaat ettiği davanın iddianamesinde öngörülen stratejiyi bugünkü iktidar temsilcilerinin birebir uygulaması dikkat çekici değil mi? Peki, bu davada Gülen’in Nurculuktan yargılandığını bilmiyor musunuz? Savcı Yüksel, ‘Nurculuğun Tarihi Gelişimi’ni* anlatarak başladığı iddianamede, Bediüzzaman’ın ne kadar tehlikeli biri olduğunu, “Nurculuğun Laik Cumhuriyete ve Atatürk’e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir.” diyerek anlatıyordu. Farklı risalelerden cümleleri, iddiasına ‘delil’ olarak göstermişti. Hocaefendi’nin Bediüzzaman için kullandığı ‘asrın çilekeşi, çağın büyüğü, kamil-i mürşid, ruhların hekimi’ gibi sözler bile suç unsuru olarak iddianameye girmişti. ‘Değerlendirme ve Hukuki Durum’ başlıklı bölümde Bediüzzaman için ‘küstah’ ifadesini kullanan Nuh Mete Yüksel, Hocaefendi’nin neden Üstad’ın yolundan gittiğini sorduktan sonra, “Bütün bu faaliyetlerin hedefi İslam devletini kurmaktır.” diyordu. Bugün Başbakana yaptırılan Nurculuğun yeniden bitirilmesi savaşıdır. Erdoğan, Gülen’in Üstadı hiç ağzına almadığını mitinglerde söyleyerek ne yapmaya çalışıyor? Üstadın talabesi Said Özdemir, eş zamanlı olarak Gülen’in üstadı “kullandığını, yolundan çıktığını, Risale yerine kendi kitaplarını okuttuğu” fitnesini neden yayıyor? Gülen’in yoldan çıkan ilk talabelerinden Latif Erdoğan’a neden “üstadın yolunda değiller, Gülen Allah ile konuşuyor” iftirasını attırıyorlar? Yıllardır cemaatı ele geçirme peşinde koşan Kemalettin Özdemir ve Latif Erdoğan’ın “Süfyanizm”in fitnecilerinin kucağına oturduğunu görüyoruz. Başbakan Erdoğan’a Latif Erdoğan son görüşmesinde, “Gülen’i ve cemaaatı bitirmek için sadece bir şansınız var, eğer bitiremezseniz sizi bitirirler. Sizin A, B,C, D planınız varsa, Gülen’in Z’ye kadar planı vardır” diye taktik veriyordu. Gülen ve cemaatına planlanan operasyon MGK gündemine getirildi ve devletin tüm birimlerinin ortak görüşte olduğu kamuoyuna açıklandı. 28 Şubat’ta İçişleri ve Dışişleri bakanlığı 30 Mart 1998 MGK’sında bu feci infaza karşı çıkmıştı. 17 ve 25 Aralık Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk davasını hukuk devletini yok ederek bertaraf eden Erdoğan, Ergenekoncuları Silivri’den çıkartarak askeri vesayete selam durdu. PKK elebaşısı Abdullah Öcalan ile Mudanya’da yaptığı görüşmenin ses kaydı yakında ortaya çıkacaktır. Muhsin Başkan suikastına göz yummasını gösterecek ses kaydı, iktidarı elde tutmak isteyen bir firavun nefsi resmedecektir. Halifeliği kurmak için kamudan haraçlarla çalınan milyar dolarları belki halk anlayışla karşılıyor olabilir. Ancak Muta nikahı tuzağına düşen ve zimmetine milyon ve milyar dolarlar geçiren AKP’lileri bu millet asla af etmeyecektir. Erdoğan, üstadın eserlerini hiç okumamış, belli. Büyük Havuz’tan Risaleyi Nur mensuplarının anladığı kalp ehlinin içinde eridiği şahs-ı manevidir. Yoksa, halkın parasının haram yollarla toplanmasını üstad asla öngörmemiştir. Büyük gizli havuzlarda yığılan yetim hakkıyla Erdoğan’ın Gestapo tarzında 197 kurduğu başkanlık sistemini onaylamıyoruz. Erdoğan’ın halifelik hırslarının tatmin edilmesi için haksız rekabetle devletin soyularak elde edilenlerle seçim kampanya yürütülmesi oy toplanması, haksız ticaret yapılaması ve sivil toplumun öldürülmesine karşıyız. İslami cemaatlerin devletle göbek bağı kurarak devletleştirilmesi İslam’a yapılacak en büyük ihanettir. Erdoğan, bilerek veya bilmeyerek üstadın oluşması için ömrünü verdiği şahs-ı maneviyi hırpalamaktadır. Gülen Hocaefendi’in kurduğu camia, Nurlardan çıkan belki aynen üstadın öngördüğü gibi tam Nurcu görünmeyen şahsı manevidir. Hakkın şahs-ı manevisi ile savaşan firavun elbette havuzunda boğulur! Camia’nın havuzu eneleri eriten tevazu havuzudur, AKP’nin para havuzu ise enaniyetleri kabartıp, firavunları artırıyor. Manevi havuz kazanacaktır… Fuad Avni kayboldu, son tweetleri: ERDOĞAN REJİMİ Bugün herkes bana Fuadavni yakalandı mı diye soruyor. Bu yola yakalanacaağını bilerek çıktı. En az beş fuatavni daha başbakan ve şürakasının enselerinde boza pişiriyor. Fuat Avni, 5 Mart’tan 9 Mart’a kadar dört gün boyunca Erdoğan Rejimi’ni topa tuttu, ancak son 24 saattir kendisinden haber alınamıyor. İşte son dört günde meçhul askerin ortaya çıkardığı dehşet tablo: Oligarşik Danışmanlar ve Özel Seçilmişler yaklaşık 5 yıl önce BB‘yi dünya lideri ve İslam halifesi olduğuna inandırdılar. Hilafetin kuvvetli olması gerekirdi. Paraların çoğu bu minvalde değerlendirildi. BB yaptığı yolsuzluğu din adına yapıyordu. Dünya lideri, yarın hortlaması muhtemel vesayetlere karşı kuvvetli olmalıydı. Diktatörlerin çoğu dolar ve altın zenginidir. Arap Krallarının zenginliği ve ihtişamı alınan dini fetvalarla BB için rol model oldu. İslam halifesi hepsinden zengin olmalıydı. İran irili ufaklı El kaide örgütleriyle ve Hizbullah‘la sürekli dirsek temasındaydı. Onları yurt dışında kirli eli olarak kullanırdı. Ruhani‘nin gelişiyle yeni dünya düzeni içinde rol almak isteyen İran, büyüttüğü ve geliştirdiği bu örgütleri birine pazarlayacaktı. Ruhani‘nin gelişi bir projedir. İran siyasetinde yeni bir ivmedir. A. Nejat‘ın son yıllarında El kaide ağır ağır pazarlanıyordu. El Kaide’nin tüm kirli işlerini ve organizesini üstüne almaya meraklı biri vardı. Mücahit gelenekten gelen yeni İslam halifesi Erdoğan. Özel Seçilmişler kara para trafiğini yürütüyor ve BB‘ye İslam ordularına sahip çıkması telkiniyle El Kaide’ye yardım ettiriyorlardı. El Kaide’ye para yardımı yapan Yasin El kadı Türkiye‘ye girişi yasak olduğu yıllarda bizzat BB‘nin konvoyu ile Türkiye‘de gezdiriliyordu. İran yıllardır desteklediği El kaide örgütlerini Türkiye‘nin kucağına bırakarak geri çekildi. Nükleer antlaşmaya zemin hazırladı. Türkiye dünya siyasetinde İran‘ın yerini alırken İran bölgenin tek abisi konumuna gelmiş oldu. Türkiye gittikçe içe kapanan bir ülke oldu. En son açıklanan raporda Türkiye ve İran teröre destek veren ülkeler arasında zikredilse de yakında İran o rapordan çıkarılacak. İslam halifesi BB, yeryüzünde Allah diyerek kan döken örgütlerin lideridir. Maddi ve manevi destek vermiştir. Dünya bunun farkındadır. İslam halifesi, dünya lideri, İslam adına mücahede derken paranın, makamın gücüne boyun eğen BB, ülkeyi karanlık dehlizlere sürüklemiştir Önümüzdeki seçimler ülkenin ya 3. Dünya ülkesine dönüşeceğini ya da demokratik ve özgür ülkeler seviyesine çıkacağını belirleyecek. BB gerçekten haklıdır. Bu hukuk, özgürlükler, demokrasi ve evrensel ilkeler adına Türkiye‘nin bir istiklal mücadelesidir.. BB ülkeyi avuçlarına almak adına paralel yapı bahanesiyle tüm kurum ve kuruluşları işgal etmiş durumdadır. Erdoğan Rejimi kurulmuştur. Akıbeti doğru okuyabilen hiç kimse bunu AKP ve Camia kavgası olarak göremez. Erdoğan Rejimi kazanırsa Camia değil ülke kaybetmiş olacak. Yiyin birbirinizi diyen ilkesiz ve dünya siyasetini bilmeyen partizanlar az geri dursun. BB‘ye Türkiye‘yi yedirmeyecekler olayın farkında. El Cezire, El Kaide, El Kadı, el insaf elin ne uzunmuş… 198 BB, damadı Berat vasıtasıyla E.Sancak ve A.Çalık üzerinden El-Cezire TV’yi de almış. Havuz Medyası gittikçe genişliyor. Alo Fatih Haber Türk’ten ayrılınca E.Çelik üzerinden istediğini yaptırmaya çalışıyor. Bakalım o ne kadar kalabilecek. Ciner isyan etti edecek Y. Akdoğan‘ın eskisi kadar medya üzerinde etkisi kalmadı. Haber Türk %1 kadar aranamıyor. NTV’nin vesayetten kurtulmasına da az kaldı. Bu gün BB‘nin her şeyini savunanlar Havuz Medyası‘nda çalışanlardır. Onları da hoş görmek lazım. BB çalıştıkları kanalın patronu ne de olsa. Bu günler turnusol kâğıdı gibi siyasetçinin sahtesi kadar gazetecinin de sahtesini ortaya çıkarması açısından önemli. A. Selvi, Hocaefendi‘yle çektirdiği fotoğraf elinde, çocuk gibi dolaşır herkese gösterirdi. Bakmayın kükrediğine güçlüye karşı zaafı vardır. Altan Öymen, Nazlı Ilıcak, Kadri Gürsel‘in karşısındaki Nagehan Alçı ve Abdulkadir Selvi‘ye bakın BB‘nin hayalindeki Yeni Türkiye‘yi anlayın İlerleyen günlerde ana akım medya ile Havuz Medyası tamamen ayrılacak. Erdoğan Rejimi‘ni savunmak karakterli duruşu olan herkesi yıpratıyor. İnançlı biri, hislerin galebe çalmasıyla anlık günaha girebilir ama günde 40 yerde herkesin gözünün içine baka baka 40 yalan nasıl söyler? Adetullahtandır, hastalık kalp ve lisana ulaşmadan ‘Hz Eyyup‘lar şifaya ermez. Güzel insanlar, dualarınızı bekliyorum. Allah‘a itimat edenler asla ümitlerini kaybetmezler. Unutmayın, beklenen yarın çok yakın. Camia‘ya sürekli Yahudi uşağı derken, komşunuzun bile Yahudi olabileceği gerçeğini nasıl atlıyorsunuz Düşünce düşmanlığı beyninizi kirletmiş Eski Türkiye‘de düşünce suçlusu vardı, Erdoğan Rejimi Yeni Türkiye çatısı altında 10 binlerce düşünce düşmanı oluşturdu. Her yorumuna küfürle başlayıp küfürle bitirenlerin, sokağa dökülmeye yakın olduğunu unutmayın. Nefretin dili insanları şiddete yönlendiriyor BB, karşı geldiği düşünceleri istediği gibi yalan söyleyerek yıkacağını düşünüyor. BB‘nin düşünce düşmanlığı Vandallık düzeyine çıkmış. BB iktidara geldiğinde şimdinin genç kuşağı ergen dönemlerindeydi. Onu idol olarak kabullendiler. Avazı çıktığı kadar bağıranlar da onlar. BB‘nin makam ve parayla satın alıp ekranlara taşıdığı sözüm ona gazeteciler tetikçilik yaparak genç kuşağı günden güne sokağa yaklaştırıyor. BB‘nin kullandığı dile, muhatapları aynı şekilde karşılık vermiş olsa Türkiye‘nin sokakları 30-40 yıl önceki sokaklara dönecek. Şiddeti mağduriyete dönüştürmekte pek mahir olan AKP stratejistleri cihad mantığını körükleme adına Camia‘ya Yahudi uşağı dedirtiyor. Camia‘ya dış güçlerin, İsrail‘in ABD‘nin kullandığı kirli örgüt dedikçe, Camia mensuplarına saldırı haklı hatta sevap düşüncesine kayıyor. BB için şiddetten haz alacak genç kuşağa BB‘nın her gün yurtlarında gece seansı yapıp bana beddua ediyorlar demesi açık hedef göstermektir. Her gün abiler ve ablalar kirli örgüt adına kapınıza geldiklerinde kovun diyen BB masum insanları sokağa çıkmaya korkar hale getiriyor. BB, okullarına dershanelerine çocuklarınızı göndermeyin dedikçe, Camia‘nın öğretmenlerine, idarecilerine yapılacak şiddeti meşrulaştırıyor. BB kendini ve evlatlarını koruma adına 100 binlerce anne, baba ve evladı kendi fanatiklerine şikâyet edip, korumasız hale getiriyor. Hayrettin Karaman‘ın fetvası 1. Kamuya ve ümmete ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir. 2 Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nu dua ile anıyorum 199 3. Güzel insanlar her 2 madde Hayrettin Karaman Hoca‘nın Yeni Şafak gazetesinde yazdıklarıdır. Yorum katılmamıştır. 4. Fetvada geçen feda edilebilir şahıs Muhsin Başkan mı? Bölge, Doğu Anadolu Güney Doğu‘nun bir kısmı mı? Grup, Camia mı? Güzel insan @kemalgulen Bey iyi bil ki ‘Fethullah Gülen Hocaefendi, bizim ailemiz biz de onun ailesiyiz‘ Güzel insanlar adına Fuat Avni. Hocaefedinin bütün ailesinin bütün mal varlığını toplasanız BB‘nin tek çocuğunun mal varlığının %1 etmez Anadolu insanın feraseti bunu anlar Hocaefendi‘nin aile fertlerinde ya da Camia mensuplarında zerre kadar korku emaresi görmeyince kalbinize korku düşüyor. Korkmayın, titreyin. BB, bizden önce Şanlıurfa‘da hiç bir hizmet yapılmadı diyor. Senden önce Urfa‘da Refah Partisi vardı ve sen o partinin üyesiydin. 10 sene önce BB‘nin evinden kamyonetlerle para taşınmasına rağmen sıfırlanamayacağına inanır mıydınız? Kalabalıklarla övünmek diktatörlerin en büyük zaafıdır. BB‘nin şehir şehir dolaşmasının nedeni çalışkanlığı değil. Kalabalıklar karşısında egosunu tatmin etmekten aşırı haz alıyor. Onunla besleniyor Senin döneminde Adalet Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre cinayete kurban giden kadınların sayısı son 10 yılda yüzde bin dört yüz arttı. Senin döneminde sigaraya başlama yaşı 10, alkolde 11, uyuşturcuda 12‘ye düştü. Kimse senin korkundan sana bunları rapor edemedi. Müferreh toplum mu dedin? Senin döneminde, intihar edenlerin oranında yüzde 36’lık bir yükselişle en yüksek intihar kaybına ulaşıldı. Haşhaşi mi dedin? Emniyet‘e göre 2009-2012, Türkiye’de yakalanan kokain miktarında % 572 esrarda son 5 yılda % 140 oranında artış oldu. Millete hizmet mi dedin? Diyarbakır’da PKK’nın uyuşturucu koluyla mücadele eden emniyet gücünü millete hizmet için mi dağıttın? 3 çocuk mu dedin? Senin döneminde evlenen çift oranı azalırken boşanan çift oranı ciddi biçimde arttı. Aile kurumu ciddi oranda zedelendi. Senin döneminde karapara aklama, yolsuzluk, rüşvet gibi suçları cezalandıracak hukuki yollar kapandı. Toplumdaki ahlaki çöküntü artacak. Senin döneminde laf çoğaldı ama manevi yaşamda gerileme oldu. Şekilci, sloganik bir İslamcılık üretildi. Sana biat etmeyi farz sayanlar oldu Senin döneminde toplumda dindarlığı yaşama konusunda anlamlı bir gelişme olmazken zahire bakarak liderini kutsama eğilimi arttı. Senin döneminde Müslümanlar, hırsızmış, Allah diyerek memleketi soymuşlar deniyor. Sen insanların dine bakışını kirlettin. Kaybedenlerdensin Senin döneminde iyi şeylerde oldu elbet. Hepsini kendinden bilerek egonu şişirip diktatöre dönüştün Yaptığın iyi şeyleri tek tek tüketiyorsun Dün BB çalıştıkları kanalların ve gazetenin patronudur, idare edin tetikçi gazetecileri demiştim. Dinleyin görün. https://www.youtube.com/watch?v=34un0Kg4PSg … Toplumun düşünce üretecek adamları ekrandan uzak olduğundan her türlü pisliği normal karşılayan insanlar büyülenmiş gibi seyrediyor olanları Bilincini yitirmeyen sosyal medya Erdoğan Rejimi‘nin korktuğu tek mecra. İnternete, kontrol altına alamamanın verdiği öfkeyle yaklaşıyorlar. BB‘nin taraftarlarında ne yapsa iyidir, muhaliflerinde ne yapsa yeridir algısı oluştuğundan toplum bilinci kısa süreli felç yaşıyor. BB doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şeytani bir hitap kullanıyor. Menfaat çarkı içinde erittiklerinden bir kalkan oluşturmuş kendine En kolay dağılan birliktelik menfaat birlikteliğidir. Güç zaafa uğradığında tehlike çanları çalmaya başlamıştır. BB‘nin gözlerinde korku var 200 Korku onu öfkeli hale getiriyor. Tek hayali halk tarafından seçilen ilk CB olmaktı. Bunu kaybettiğini bildiğinden etrafına nefret saçıyor. BB Parti‘nin ağır abileri ve CB‘yi 2 yıldır silmişti. Ondan randevu bile alamıyorlardı. Bu süreçte onlara muhtaç olmak bütün büyüsünü bozdu. 3 dönem kuralı parti devletini oluşturup avuçlarına alacağı ve Çankaya‘dan yöneteceği rejimi için çok önemliydi. Kuralı mecburen kaldıracak. Bir aydır etrafındaki insanlarla pazarlık masasına oturmuş olmanın sıkıntısı had safhaya ulaşmış. Tek adam artık istese de tek adam olamaz. Kirli işlerini paylaştığı kişilerin sayısını 3‘le sınırladığından, daha önce halkada olanların memnuniyetsizliği sarmış etrafını. Yıllardır dikkate almadığı bakanlar, milletvekillerinden ekranlarda açık destek istedi. Tabiri diğerle adam yerine koymadıklarına muhtaç oldu Parti‘nin oyları hızla düşüyor. Kulislerde fısıltı halinde işin içinden çıkılamayacağı konuşuluyor. Çaresizlik ve kararsızlık sinmiş içlerine Partiyi, partizan kafalı fanatiklerinden başka destekleyen kalmadı. Ülkenin yüzde ellisi artık bir hayal. Gücün körlüğü dağılıyor. Gücün körlüğü dağıldıkça akl-i selim yeniden hakim olacak. Vaziyeti iyi bilen BB korkuyor. Bugün polislere tepkisi korkusunun dışa vurumuydu Ne yaparsan yap, kurtulamayacaksın, saltanatın yıkılacak. Görüyorum ki korkuyorsun, korkma titre. Allah Kadir-i Mutlak Deliller oluşturuluyor, yargı hazırlanılıyor sonra Camia‘ya operasyon yapılacak demek hukuk devleti değiliz kabile devletiyiz demektir. ‘Kriptolu telefonu bile dinlemişler‘ Sana devletin sırlarını konuşman için verilen kriptolu telefonu bile suç işlemek için kullanmışsın… ‘Kriptolu telefonla devlet başkanlarını arıyorum‘ Devlet başkanlarını aramak için sana verilen telefonla oğlunu neden arıyorsun? Dinlenilmediğini düşündüğün telefonla oğlunu arıyorsan, suçlu olduğunu anlamak için seni dinlemeye gerek yok. H.Fidan koskoca MİT‘i BB‘nin kirli paralarına ve ticaretine feda etti. Değer miydi diye düşünüyor mudur? Son zamanlarda hiç rahat değil. Devletin sadece yargısına değil her kurumuna AKP‘nin nasıl ve ne kadar eleman koyduğunu gördüğünüz gün paralel yapıyı anlamış olacaksınız. Dün Ergenekon‘un savcısıydın bu gün Camia‘nın savcısısın. Yarın kapına gerçek savcılar gelecek.. E.Ala, yarın öbür gün mahkemede ‘Ben kimim ki siz ağababalarımı sorgulayın, ne dedilerse onu yaptım der mi‘? Der. Adetullahtandır, salihler içindeki hainler tasfiye olmadan salahe erilmez. Adetullahtandır, Hak dostuna dil uzatan hainler iflah olmaz. Güzel insanlar duanız içinde yer almak şeref olacak… Ümidinizi asla kaybetmeyin, beklenen yarın çok yakın.. Dünya basını, Youtube ve Facebook‘u kapatabiliriz diyen BB‘ye tepkili. ‘Bu yasak Türkiye‘nin Kuzey Kore ile birlikte anılmasına yol açar‘ Başbuğ, Ergenekon‘un savcısı AKP‘yi mi avukatı CHP‘yi mi destekleyecek? Reza‘yı 2 ay tutmayıp kendisini 26 ay içerde tutan BB‘ye güvenir mi? Başbuğ‘a geçmiş olsun telefonu açmak için sıraya girenler yarın kendileri hapse girerken, Başbuğ‘dan geçmiş olsun telefonu alırlar mı? 201 12 gün sonra Obama‘dan yalanlama geldi. BB uluslararası bir yalancıdır. pic.twitter.com/ZgAJOkn1SX Kadınları başörtülü ve açık diye ayırmıyorsan, neden Kabataş‘taki kadın başörtülü olduğu için o muameleyi gördü dedin? Hakkâri’deki havaalanı terör sebebiyle, gecikiyor. Hani artık terör yoktu. Bölgeyi PKK‘ya peşkeş çektin en çok Kürtler‘e eziyet ediliyor. PKK şehir merkezlerinde ellerini kollarını sallayarak vergi topluyorlar. Hiç bir zaman PKK destek vermeyen Kürtleri PKK‘nın eline bıraktın. BB‘yi sadece Türkler değil, Kürtler de affetmeyecek. B.Atalay Öcalan bütün Kürtler‘in lideridir dedi. Bir kişi ancak hain olsa bunu söyler. Öcalan‘ın sabrını taşırmayın diye BB‘ye çağrı yapan BDP‘ye hiç bir tepki verilmedi. BB, Öcalan karşısında dik duramaz. Eli mahkûm. PKK‘nın istediği her şeyi OSLO‘da verdiler. Elbette PKK eylem yapmayacak 30 yılık mücadeleyi kazandılar. BB muhalif tek şey söyleyemez. Öcalan‘nın emriyle H.Fidan Avrupa‘da, Öcalan‘a muhalif olanları Mit‘e öldürtmüştür. Öcalan infaz işlerinde PKK‘yı değil Mit‘i kullanıyor. H.Fidan Bey benimde bulunduğum bir toplantıda öyle şeyler var ki, beni de BB‘yi de idama götürür dedin. Onları bilen bir sen değilsin. Ey Erdoğan ne ‘Tayyip‘liğin kaldı ne de ‘Latif‘liğin !! Latif Şener AKP‘den ayrılmadan yıllar önce Latif Erdoğan, Camia‘dan ayrılmıştı. Havuz Medyası Camia‘nın küllerinden yalan inşa etme derdinde Hitler‘den tek farkın var o dört parmağını öne uzatıyordu sen yukarı kaldırıyorsun. M.Metiner ve Ş.Tayyar‘a kızmayın.. BB 7 ay önce onların partide yeri olmayacak dediği andan itibaren gözüne girmek için her şeyi yapıyorlar. Y. Akdoğan önümüzdeki seçimde milletvekili olacakları çoktan belirlemişti. BB‘yi canhıraş savunan vekillerden hiç biri o listede yoktu. AKP kurucularının çocukları partiye monte edilecek hali hazırdaki milletvekillerinin çoğunluğu tasfiye edilecekti. Bunu kendileri de biliyor Kendi ikballeri adına BB‘yi olmadık şekilde sahiplenen milletvekilleri belki BB‘nin gözüne gireriz derdindeler. Karaktersizlik, felakettir. Elçiler yurt dışındaki okulların çete olduğunu anlatamayınca, BB devreye girdi Her gün okulları kapatın diye bir ülkenin Başbakan‘ını arıyor Eski Türkiye: Ülkenizde bu okulların açılmasına müsaade etmeyin. Yeni Türkiye: Ülkenizdeki bu okulları kapatın. Yıllarca perde ardında tüm vesayetlerle mücadele eden bir devlet aklı var. Vesayetler elbirliğiyle devrilirken kaymağını BB yemiştir. Devrilmeye yüz tutan tüm vesayetler BB‘nin tek adam olma arzusundan ve zaafından yararlandı. Birer birer çevresinde yedeklenerek biat ettiler Makul her siyasi akıl bilir ki, sivil anayasa tüm dar ve oligarşik üstünlerin sonu olacaktı. Başkanlık sistemi BB‘nin aklına sokuldu Sivil anayasa BB‘nin başkanlık zaafına feda edildi. MEB‘in meşhur müsteşarı BB‘nin emriyle Türkiye‘yi dolaşarak başkanlık sistemini anlattı. İl teşkilatlarında bile akla yatmayan başkanlık sistemini canlı tutan, dağılmakta olan vesayetlerin BB‘ye sürekli yalakalık yapması oldu. Sivil anayasa başka bir bahara ertelenirken devlet aklının mücadele ettiği tüm vesayetler BB‘nin kanatları altında eski güçlerine kavuştular Şimdiye kadar neredeydiniz diye soranlar bilsinki bu akil duruş yıllardır neredeyse yine orada. Mücadele 17 Aralık‘ta başlamadı zaten vardı. BB‘nin kanatları altında serpilen yapılar BB‘ye öyle hukuksuz adımlar attırdı ki, gün gelecek BB‘nin kanatlarını kendileri kıracak. BB‘nin etrafına çöreklenen yapılar birbirlerine düşecek. BB kendini akıllı sana dursun birileri ona kendi eliyle sonunu hazırlatıyor. 202 BB ne zaman tüm vesayetleri bitirdiği zehabına kapıldı o gün kendisi için sonun başlangıcı oldu. Yakında hiç bir şeyin bitmediğini anlayacak Dünya lideri, okulların kapatılmasıyla ilgili aradığı Başbakanlar‘dan tokat gibi cevaplar alıyor. ‘Onlar bizim okullarımız‘. ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN KALDIRILMASI Dün CB‘nin imzalamayasıyla beraber Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. CB bu yasayı imzalayarak hangi davalara engel oldu? BB aslında Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırtarak hangi davaların askıda kalmasını istiyor. ÖYM‘den alınan davalar yıllarca bitmeyecek. Geçen hafta Malatya savcılığının talep ettiği dosyalara Ankara savcılığı engel oluyor demiştim. Malatya’daki davalar çöpe gitmiş oldu. Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı görevini yürütürken 1994 yılında hayatını kaybeden Kazım Çillioğlu dosyası artık neticelenmeyecek. 2010 yılında başlatılan soruşturmada Çillioğlu’nun mezarı açılmış, bilirkişi raporu olayın intihar değil cinayet olduğunu ortaya koymuştu. Çillioğlu‘nun cinayeti çözülseydi, Ergenekon‘un en önemli ayağı ve istihbaratın PKK ile olan bağı çözülmüş olacaktı. Çözülmesi istenmiyor Madımak katliamıyla ilgili başlatılan soruşturma rafa kalkmış olacak. Yerel mahkemelere havale edilecek olan bu dosyada çözülemeyecek. Sivas’ta 37 kişinin hayatını kaybettiği olaylara karışanlarla PKK terör örgütü arasındaki ilişki tespit edilmişti. Bunlar, PKK’nın üst düzey bir ismiyle irtibatlıydılar. Bu kişi, Alevi ve Sünnileri birbirlerine kırdıracak eylemleri organize ediyordu BB ve Öcalan arasında nasıl bir anlaşma yapıldıysa, PKK‘nın bulaştığı tüm kirli işleri BB temizlemek için yoğun gayret sarfediyor. Muhsin Başkan‘ın dosyası, sona yaklaşmış olan Malatya ÖYM‘den alınıp Kahramanmaraş Cumhuriyet Savcılığı‘na verilecek. Her şey silinecek. Kahramanmaraş yerel mahkemeler Malatya ÖYM‘nin aldığı mesafeyi 5 yılda alamaz. Ankara savcılığı zaten Malatya‘ya belgeleri vermiyordu. Yedi yıldır sona gelinen Zirve Yayınevi davası, yeni mahkeme tarafından görülecek. Binlerce sayfalık dosyalar yeniden incelenmiş olacak. BB ve CB elele vererek Ergenekon ve PKK‘nın ilişkili olduğu dosyaların hepsini rafa kaldırmış oldu. Bu adamlar ne yapmaya çalışıyor? EKONOMİMİZ VE BİZİ NASIL KANDIRDILAR? Ekonomimiz çok mu iyi? Bizi nasıl kandırdılar? 12 yıl önceki verilerle değerlendirmek doğru mu? İnsanların ekonomik verilere olan ilgisizliğinden ötürü, ekonomiyle ilgili insanları hep olmayan rakamlara inandırdılar. En büyük yalan Türkiye‘nin dış borcu azalıyordu. IMF‘ye olan borç 426 milyon dolardı kapatıldı ama dış borcumuz 300 milyar dolara ulaştı. Halkın refahı arttı, yaşam kalitesi düzeldi deniyor. OECD yaşam kalitesi verilerine göre yaşam kalitesi konjonktürel olarak geriye gitti İşsizlik azalıyor dendi. Akp iktidara gelene kadar işsizlik hiç %9‘u aşmadı. 10 yıllık AKP döneminde %10‘nun altına düşmedi. Cari açık tüm dönemlerin en yüksek seviyesini ulaştı. Cari açıkla milli gelir oranı herşeyi ele verir. Avrupa‘nın en kötü oranına sahibiz. Merkez Bankası döviz rezervleri 100 milyarı aştı deniyor. Bu rezervin yarısından fazlası bildiğiniz emanet para. 20 milyarı altın rezervi Türkiye Dünya ekonomisinde 16. sıraya yükseldi. Sırası doğru yükseldiği yalan AKP geldiğinde Türkiye zaten Dünya 16.‘sıydı. Türkiye‘nin 2000 yılıyla 1990 yılını karşılaştırmak ne kadar doğruysa 2014 yılı ile 2002 yılını karşılaştırmak o kadar doğru. Hukuka güven ve istikrar oluşacak düşüncesiyle ülkeye giren sıcak para çok önemliydi. Artık hukuk kalmadığına göre sıcak para hayal oldu. Halka istedikleri rakamları istedikleri şekilde yorumlayarak algı oluşturdular. Propagandayla ekonomiyi düzgün gösterdiler. Fed piyasaya para sürmeyeceğini açıklandığı andan itibaren ülke dar boğaza girdi. 203 Babacan 8 aydır bununla boğuşuyor. Sıkıntı yeni değil. Babacan çırpınarak ekonomiyi düzlüğe çıkarmaya çalışırken, ekonomide hayaller satan Y.Bulut danışmanlığa getirildi. Tam fiyaskoydu. Faiz Lobisi kavramını bularak BB‘nin gözüne giren Bulut‘un danışman olmasının ekonomide oluşturduğu sıkıntılar yakında patlak verir. Cumhuriyet tarihinde yapılan özelleştirmenin toplamından fazlası AKP döneminde yapıldı. Ülkede satılmayan kuruluş kalmadı. Özelleştirmeden ve yabancı yatırımcıdan gelen para kaynağı kurudu. Ekonominin kötüye gittiğini Babacan çıkıp net şekilde ifade etmeli. Ekonomi iyiyse neden halkın çoğunluğunun cebine yansıyan bir şey yok. 10 yıl önce ay sonunu zor getirenler yine ay sonunu zor getiriyor. Mücahitlikten, müteahhitliğe geçenler Türkiye’de yeni bir zengin sınıfı oluşturdular. Ekonominin iyiye gittiğini bir tek onlar savunuyor. Kısaca evindeki bütün demirbaş malzemeleri satıp dışarda har vurup harman savunan günü birlikçi bir adam görüntüsü verev bir ülkeyiz. Milyarlarca dolarlık ihale yolsuzlukları da ekonomiyi felç eden diğer bir sebep. BB Çankaya‘ya çıkıp, kurtulma ümidi taşıyordu. Olmayacak. İki yıldır M.Şimşek, A.Babacan bu durumun ızdırabını çekiyor. BB‘nin uzun zamandır haz almadığı bu adamlara ekonomiden dolayı eli mahkûm Ekonomi 17 Aralık‘tan sonra kötüye gitti tezi koskoca bir yalan. Ekonomiden anlayan birçok uzman olduğundan artık bunu dillendirmiyorlar. Erdoğan Rejimi‘nin büyüsü bozuluyor. Sis bir dağılsın o zaman ekonomi uzmanları size bu gün yazdıklarımı tek tek anlatacaklar. Gazetelerin 24. sayfasına tv‘lerin alt yazısına müdahale eden bir BB‘nin ekonomik göstergelerle oynamadığını sanmak saflıktır. Yarın, mitinglerde BB ekonomik verilerle politikalarını savunup dursun artık. Allah Kadir-i Mutlak Katıldıkları tv programlarında her ara verildiğinde Fuat Avni‘nin twitlerine bakan BB‘nin tetikçi gazetecileri neden korkuyorsunuz acaba? Fuat Avni‘nin attığı tiwitin zamanını yanındakilere gösterip, ‘Bak bu saatte beraberdik bu ben değilim‘ diyen Danışman neden korkuyor acaba? Oligarşik Danışman ve Özel Seçilmişler, uzun adamın boyu günden güne kısalıyor, farkındasınız, gece uyuyamaz haldesiniz. Korkmayın, titreyin. Fuat Avni‘yi yapacağımız operasyonda içeri alacağız diyorsunuz. Almazsanız, alınırım.. Adetullahtandır, Firavun ordusuyla ardınıza düşmeden önünüzdeki okyanuslar, ikiye bölünmez… Adetullahtandır, çile çekilmeden kemale erilmez… Güzel insanlar, duanızı bekliyorum. Ümidinizi asla kaybetmeyin, beklenen yarınlar çok yakın. İlker Başbuğ‘un çıkarılması talimatını BB, ulusalcı cenahı kendi yanına çekmeyi ve en az bir hafta gündemi baskı altına almayı hedefliyor. İlker Başbuğ tahliye edilecek. Türkiye‘nin akil insanları ve medyası buna odaklanacak. Ergenekon tekrar konuşulacak. Gündem değişikliği olacak Balıkesir ve Niğde‘deki montajdan sonra, Elazığ‘a çevre illerden toplamış oldukları kalabalıklar, BB‘yi fazlaca heyecanlandırmışa benziyor. 30 Mart‘ta AKP Belediye Başkan Adayları‘nın alacağı oylarla Erdoğan Rejimi hırsızlıklarından beraat edecekmiş. Yaşasın hukuk devleti. BB, hala bu kadar kalabalık toplanıyor. Mhp, Chp, diğer muhalifler şaşkınlık içinde diyor. ‘Bunca hırsızlığımıza rağmen, buradasınız‘ BB artık İslam coğrafyasından bahsetmiyor demiştik. BB bugün onlardan bahsediyor. Danışmanlar yazdıklarımızı BB‘ye aktarmış görünüyor. BB, oyumuz arttı diyor. O zaman neden yandaşlarınıza yaptırdıklarınız anketleri bile yayınlamaktan korkuyorsunuz? BB dünyayı dolaşıyoruz uçma özürlü değiliz. Uçak seferlerinde hangi ülkeye ne kadar altın ve para kaçırdınız? Siz uçurmayı iyi bilirsiniz. Son günlerde bazı abi ve ablalar kapıları çalıyorlar diye Camia‘yla dalga geçiyorlar. Bu günlerde değil, yıllardır gönül kapılarını çalıyor. 204 Halife olduğunu düşünerek milyarlarca doları istifleyen BB, Camia hedefe varmak için her yol mübah diyor. Hayrettin Karaman demiş olmasın. Gece evlerde yurtlarda teheccüd için kalkan masumlara, gece seansı yapıyorlar diyen BB‘ye beddua eden yok. Ama bu cümle zaten sonunu getirir Kirli örgüt, çete, Yahudi uşağı olan bir topluluk eğer size beddua ediyorsa neden ağrınıza gider ki, gülüp geçersiniz. Mısır analizimizi Danışmanlar iyi tahlil etmiş, BB‘ye rapor etmişler anlaşılan. BB ‘Rabia İşareti‘nin ne olduğunu anlatmaya çalışıyor şu an. Sen iktidara geldiğinde hiçbir şeyin yokken şimdi milyarlarca doların var. Değişen dünya ekonomisinde müsaade ette ülkemizde kalkınmış olsun 12 yılda Elazığ‘a yaptığın hizmetler evinde sıfırlayamadığın paraların onda biri değil. Elazığlı bunu bilmiyor mu sanıyorsun? Elazığ‘da Camia‘nın okulu var mı bilmiyorum diyen BB, Kenya‘da bile okulu var bunların. Cehalet kötü bir şey olsa gerek. BB bize oy vermeyen kâfirdir diyen bir gelenekten geliyor. İslam esaslarına göre birine kâfir dediğinizde o kâfir değilse siz kâfir olursunuz Camia‘nın evlerinden ve yurtlarından ayrılanlar, AKP il ve ilçe teşkilatlarına sığınıyormuş !! Aileleri falan yok mu bu insanların? Fethullah Gülen‘in 16 yıl önce söylediklerini çarpıtarak, onun üzerinden siyaset yaparsanız bu sizin 28 Şubat projesi olduğunuzun kanıtıdır. Camia adına açıklama yapma yetkisine sadece Gazeticiler ve Yazarlar Vakfı sahiptir. Benim yazdıklarım Camia‘yı bağlamaz. Camia‘dan hiç kimseden emir, talimat, bilgi alarak yazmıyorum. Yazdıklarım beni bağlar. Camia‘nın neferi olduğum için Allah‘a hamd ediyorum. ‘Fethullah Gülen, Humeyni gibi dönecek‘ İran Şahı Recep Tayyip Erdoğan. ‘Ben İranlı değilim ki, Humeyni gibi döneyim. Kendim gibi döneceğim‘ Fethullah Gülen Hocaefendi. 40 yıl evvel tahta kulübesinde, ‘Yeni Bir Dünya‘ şiirini yazanları, 2014‘te saraylarında ‘Yeni Türkiye‘ diyenler anlayamaz. Milliyetin sahibi E.Demirören BB‘nin karşısında ağlıyorsa, oğlu olan Federasyon Başkanı Yıldırım Demirören ne yapar? https://www.youtube.com/watch?v=hHBJgxgDIP4 Milliyet‘in patronunu ağlatan BB‘nin Rejimi‘ni, tetikçi gazeteciler canhıraş bir şekilde savunmazlarsa başlarına ne gelir anladınız mı? Azerbaycan‘daki okulların sorumlusu Enver Özeren imzasıyla Hocaefendi‘ye yazdıkları düzmece mektup Havuz Medyası‘nın alçaklığının göstergesi Ne demiştim ben size, ‘Uluslararası yolsuzluklarını örtmek için uluslararası yalan konuşacaklar‘ Yalan ustası BB, yalanları koordine ediyor. ‘Alo Demirören‘den sonra ‘Alo Fatih‘ ne kadar da masum geliyor insana… BB, Bu kadar serveti güçlü bir lider olmak için yaptım, siz güçlü bir lideri hak ediyorsunuz dese kendisini alkışlayacak milyonlarca saf var 78 yaşında bir medya patronunun BB‘nin karşısında ağlaması, haysiyetini satan gazetecilerin düştüğü durumun resmidir. Güzel insanlar, bu hesaptan başka bir tek İngilizce hesabım var. Başka bir hesabım ya da facebook hesabım yoktur. İlgililere duyurulur. Tek adam olmak değil marifet, marifet ‘adam‘ olmaktır. Oligarşik Danışmanlar ve Özel Seçilmişler‘in BB kontrolünde yapıp, Camia‘ya ihale ettikleri ne kadar pislikleri varsa ortaya dökülüyor. -Muhsin Yazıcıoğlu. -Uludere. -Hrant Dink. Bir aloyla çözeceği bu 3 olayı Erdoğan Rejimi çözmüyor, açıklığa kavuşturmuyor? Neden? 205 1. Erdoğan Rejimi ‘Ala‘ kardeşlere camiayı fişlettiği zaman odama bir milletvekili geldi. Ona da fişlemeyle ilgili görev verilmişti. 2.Kendisine Camia‘nın adamlarını neye göre tespit ediyorsunuz dedim. Gülerek abi teşkilattan olmayan ve namaz kılan herkesi fişliyoruz dedi. 3. Onların yerine koyacak adamımız yok. Onun için namaz kılmayan, içki içen, kumar oynayan, zina yapmış olanlar tercihimizdir. 4.Fidan‘ın ekibi bizi bilgilendiriyor. Verdikleri dosyalarda bu kişilerle ilgili her şey var. Kullanabileceğimiz kişiler aktive ediliyor 5. Söz geçiremediğimiz her kişiyi Alevi, Solcu diğer cemaat mensubu olanları Camia dosyasına koyunca BB sorgulamadan hemen onaylıyor. 6. Oluşturduğumuz bürokrat havuzunda sadece Camia‘ya mensup kişiler yok. O yüzden kimi neden pasivize ettiğimizi pek anlamıyorlar. 7. B.Atalay‘ın önerisiyle E.Ala göreve geldiğinden beri bu işlemleri yapan özel bir ekibimiz var ben de koordine edenlerdenim demişti. 8. Bu milletvekili arkadaş benim kim olduğumu adı gibi bilir. Benim kim olduğumu açıklarsa kendisinin çevirdiği dolapları da açıklamış olur. 9. Arkadaş bunları okuyorsa bu gece uyuyamaz. Kendini iyi bilen bu arkadaşa E.Ala musallat olur artık. Korkmayın titreyin diyorum. Evdeki paralarını kamyonetlerle taşıyarak geceden sabaha sıfırlayanlar, halk nezdindeki kredilerini ne kadar sürede sıfırlayacak göreceğiz. Allah‘ım Hizmet-i İmaniye ve Kuran‘iyeye zarar verenleri ıslah eyle yoksa kahreyle deniyor BB bana beddua ediliyorlar diye üzerine alınıyor. Geçen haftalarda BB‘yle gittiğimiz her yerde,‘Efendim size beddua ettiriyorlar ama duamız sizinle‘ diyen ayarlanmış birçok kişiye rastladım Oligarşik Danışmanlar‘ın elinde birbirlerinin ve BB‘nin kirli işleriyle ilgili öyle bilgi ve belgeler var ki, kimse kimsenin kuyruğuna basmaz Oligarşik Danışmanlar ve Özel Seçilmişler tam bir şantaj çetesidir. Farklı ülkelerden aldıkları teknik takip cihazları vardır. Kimin kimi dinlediği, nasıl şantaj yaptığı yakında net bir şekilde ortaya çıkar. O zaman BB, etrafındaki şantaj çetesini fark eder. BB‘nin odasındaki böcekle ilgili kim Tübitak‘ı arattırıp raporun tarihini değiştirin dediyse, böcekte onun parmağı var. Neden 2 yıl çıkmadı? Başbakan değil de BB yazmamın nedeni karakter sınırı (!) olmasıdır. 1. Güzel insanlar Koç‘un Barzani aracılığıyla BB‘den randevu aldığı tamamen mizansendir. Y.Akdoğan ve H.Fidan Barzani‘yi aradılar. 2. Zamanında Barzani‘ye milyarlarca dolar para aktarıp, kendi politikaları için kullanıyorlar. Bu paralar örtülü ödenekten verildi. 3 Barzani aranarak Koç‘la BB görüşmeli. Koç bizim için önemli dendi. Barzani bizzat Koç‘u aradı. Sonra BB aranarak görüşme talep ediliyor dendi 4. Koç‘la neden görüştün diyenlere Barzani aradı ben de kabul ettim denecekti. Yoksa M.Barlas, Barzani’nin aradığını nereden bilsin? Mizansen BB‘nin karşısındaki gazeteci Erdal, BB‘nin eşine ve kızına küfretmişti. BB bunu çok iyi biliyor ve şu an ona Erdal Bey diye hitap ediyor. D.Baykal‘ın görüntüleri BB‘ye Ankara Subayevleri‘ndeki evinde gösterildi. BB yayınlanmasına izin verdi Akit‘in internet sayfasında verildi. Camia‘yla ilgili suç isnat edecek alt yapılar oluşturuluyor. (Az önce ATV‘de) Recep Tayyip Erdoğan. BB‘nin yapısını anlatması adına şu an ki program yeterlidir. Suriye kan içinde Kırım Rusya‘ya bağlanıyor orada kahvehane muhabbeti yapılıyor BB oy oranı veremiyor. Amaç birinci parti olmak diye geçiştiriyor. İki ay önce %50 demişti. Korkma, titre. Sizce BB, cebindeki anketi çıkaracak mı? 206 Halkın zekâsıyla dalga geçiliyor. BB nasıl montaj yapılacağını ekrandan izletiyor ama kendi ses kaydının montaj olmadığını ispatlayamıyor. BB‘nın, A.Bakanı üzerinden yargıya müdahalesini ‘bundan doğal ne olabilir‘diye savunması, hukuk devletini savunan entellektüellere tokattır Adaleti elleriyle dizayn eden ve kalkınmayı istediğine yönlendirerek şekillendiren birinin, sandığı işaret etmesi makul akıllara hakarettir. Medyanın kılcallarına adamlarını koyup tv‘lerin alt yazılarına dahi müdahale eden birinin ülkede muhalefet yok demesi, demokrasiye ihanettir Sandığa giden yolları devletin bütün imkânlarıyla manipüle edip algıyı şekillendiren birinin, meydanların kalabalığıyla övünmesi basitliktir Diktatörlerin, etraflarında farklı sendromlarla oluşturulmuş kalabalıkların desteğini kaybetme korkusuyla yapmayacakları hiçbir şey yoktur. Kalabalıklar karşısında kendi halkına meydan okuyan, sizin için her şeyin iyisini ben bilirim diyen tek adamların hepsi, tek olarak ölürler. Halkın malını çalmak hırsızlık, hukukunu çalmak vicdansızlıktır. Hırsızlıklarına montaj diyenler, vicdansızlıklarıyla övündüler. Montaj dediğine pişman olan BB‘ye Danışmanlar, ‘Efendim keşke montaj değil de içeriği farklı anlaşılan bir konuşma deseydiniz‘ diyor. BB, yaptığı hukuksuzlar çıktığında, onu mantığa büründürecek şeytani akla sahip Danışmanları olduğundan bundan sonrakilere montaj demeyecek. Eskiden göbeğini kaşıyan adam diye dalga geçilen seçmenlere, şimdi göbeğini doldurduğumuz adamlar diye bakılıyor. Doyuyorsunuz ya susun! Halkın feraseti şimdilik ‘Bu adamlar dindar, hırsızlık yapmaz‘ algısından, ‘Hırsızlık yapıyorlar ama hizmette ediyorlar‘ algısına dönüştü. Yarın halkın feraseti, hırsızlığınız da yalanlarınız da yaptıklarınız da yapmayı düşündükleriniz de başınızı yesine dönüşür Süreç zaman ister 10 yıldır, ırzına geçilen ülkenin feryadına ama ben sana 10 yıldır üst baş almadım mı deniyor. Bu gün bir milattır. ‘Milletin malını çalma özgürlüğümüze kimse karışmamalı‘ diyen bir milletvekilimiz var. Bugün bir milattır.‘Dilediğim zaman, dilediğim kişinin davasıyla ilgili Adalet Bakanı‘nı aramam kadar doğal bir şey olamaz‘ diyen bir BB var Günahtan daha büyük bir günah varsa günahına kılıf uydurmaktır. Ondan da büyüğü günahına dini kılıf uydurmaktır. Fethullah Gülen Hocaefendi Alo Fatih, Alo Sadullah, Alo Bilal diye mafya baronu gibi telefonlar açarsanız, savcılar elbette sizi teknik takibe alırlar. 17 Aralık‘tan bu yana BB‘yi hiç bir savcı dinlemiyor. Daha önce telefonda konuştuğu suçlarını şimdi kalabalıklara söylüyor. Her sözü suçtur. Fuat Avni Okuyucu mektubudur 07-03-2014 HİZMET ve GÜLEN’İ ANLAMAK Son zamanlarda yaşanan olayların derinliğini anlamak ve yapılan savaşların sebebini görmek için Kur’an-ı Kerim’de yer alan ahir zamana mesaj veren hadiseleri iyi algılamak ve ilahi matematiği ve denklemleri görmek gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ismi en çok zikredilen peygamber Hz. Musa’dır. Hz Musa ile Firavun arasında geçen ve İsrailoğullarının kölelikten kurtuluşu ve firavunun ve sisteminin ortadan kaldırılması anlatmaktadır. 207 NEDEN HZ MUSA VE FİRAVUNUN KISSASI BU KADAR ÖNEMLİ? Firavun Ne Yapardı? Firavun kendisini GÜNEŞ TANRISI olarak tanımlamakta ve kendisine tabi olan insanlardan kendisine tapmasını istemektedir. Güneş tanrısı olmasının sebebi, kral mezarı olarak bilinen piramitlerin elektrik santrali olması ve bu sebeple ark lambaları ile ışığı kullanabilme avantajıdır. Bu elektrik teknolojisi sayesinde Mısır’da teknoloji kökenli çalışmalar metalürji ve tarım alanı başta olmak üzere birçok alanda kullanılmıştır. Piramitlerin bu sırrını o çağda sadece firavun ailesi hatta bu çağa kadar da kimse bilmemekteydi. Eski Mısır’da firavun bilginin gücüyle tanrılığını ilan etmiş ve ilim çalışmalarını halka yasaklamıştır. Eski Mısır’da yapılan ritüellere ve bazı kabala kaynaklarına göre firavun ailesinin erkekleri şeytana ve cinlere tapıyor ve bu yönde ainler düzenlemekteler. Nil nehrinin toprak katmanları arasından geçerken elektrik oluşturma potansiyelini piramitlerle kurgulama ilmini de cinlerden öğrendikleri tahmin edilmektedir. İLAHİ MATEMATİK NASIL İŞLER? Firavun bir rüya görür ve İsrailli bir erkek köle tarafından sonu gelecektir. Bu yüzden biri dışında yeni doğan tüm İsrailli çocuklar öldürülür. Hz. Musa o gün İsrailoğulları için felaket sayılabilecek bir durumun içinde Nil vasıtası ile Firavun ailesine girmiş olacaktır. Bu sayede Firavun ailesinin tanrısal gücü olarak lanse ettirdikleri çok gizli IŞIĞIN SIRRINI yine o aileden, ailenin gönüllü öğretmenliği ile öğrenmiş olacaktır. SONUNDA NE OLDU? Hz.Musa firavunu ilahlık iddiasından vazgeçerek, halkıyla beraber Allah’a inanmaya davet etti. Bu olmayınca ve Firavununda Hz.Musa’nın mücizeleri karşısında çaresiz kalmasının verdiği dirençsizlik ve kurtuluş umuduyla Hz.Musa’nın İsrailoğullarını alarak Mısır’dan çıkmasına razı olmasıyla son bulur. Ancak Hz.Musa, büyük piramitte bugün çalınmış/açılmış mezar olarak lanse edilen taş sandık içindeki ALTIN KAPASİTÖRÜ’de alarak Mısır’ın tüm elektrik gücünü kapatarak Mısır’dan çıkmış ve tanrılık iddasında bulunan firavunun onu almak için peşinden gelmesini sağlamış ve kızıldenizde boğularak insanlığa ibrete dönüştürmüştür. SONUÇ OLARAK: Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar geçerli bir ilahi mektuptur/kitaptır. Biliyoruz ki Efendimiz Hz.Muhammed (S.A.V) dahil tüm peygamberler bize ahir zaman deccalını tarif etmektedir. O zaman Hz.Musa kıssasının aktörleri ile ilgili kıyamet kopana kadar geçecek herhangi bir dönemde insanlık yeniden bazı sorunlar yaşayabilecektir ve Allah o sorunların teşhisinde ve çözümünde bize mesajını kıssanın içinde sunuyor olabilir. Kıssanın aktörleri ve stratejisi; İsrailoğulları, Kendisine tapılmasını isteyen sahte tanrı firavun ve Hz Musa. İsrailoğulları: O dönemin köleleri ancak bu dönemde iyi eğitilmiş insan gücü, siyon’da kurdukları devletleri ve güçlü lobi faaliyetleri ile küresel güce sahiptirler. Ve birçoğu benimsemede devlet politikaları ile tüm ırklardan üstünlük iddiasındadırlar. 208 Firavun: Kendisini tanrı olarak ilan eden ve halkları köleleştirerek kendisine kul yapma gayretinde bulunan ZAMANE DECCAL’I. Hz.Musa: Deccal’ı ve sistemini binlerce yıllık bir yıkıma uğratacak hamleyi yapan Allah’ın Özel Kulu Ezcümle: Yeryüzünde insanları Allah’tan başka tanrılara tapmaları konusunda şeytan’ın uyguladığı etkin bir stratejidir. Bu strateji günümüzde firavunun döneminin aynı simgeleriyle temsil edilmektedir en bilineni RA’nın piramit içinde her şeyi gören gözüdür. Şeytan Hz.Musa ile karşılaşmasında öyle bir yenilgi almıştır ki, tüm dünyaya yayabileceği bu TANRI RA projesi çökmüştür. Bir Musa daha çıkar korkusuyla zamanımızda ve bundan sonrası için uygulayacağı stratejisi HER NEFİS BİR FRAVUN STRATEJİSİDİR. Böylece kendi nefsine tapacak ve köleleştirilmiş insan modelleri oluşturmaya ve bu modelin doğru model algısı popülarize edilmeye çalışılmış ve genel olarakta kabul görmüştür. İnsan dünyevi alanda özgürleşecek bu özgürlük istediği kendini sonsuzluk yönüyle destekleyecektir. Bireysel alanda özgürleştikçe, bu özgürlüğün tetiklediği tüm nefsani ihtiyaçlarının kölesi haline gelecektir. Bu kölelik onu doyumsuz, zalim, acımasız, umursamaz, ölümden korkan Allah’ı unutmuş ve sorumsuz bir tür anarşist birey haline getirecektir. Değer yargıları kaybolacak her şeyi kendine nasıl hizmet eder hale getireceği tasavvur eden birey ve toplumlar haline getirecektir. Hz Musa zamanında kendini ilah ilan eden bir firavun varken, ahir zamanda kendi firavununa tapan milyarlar olacaktır. Bu milyarlar kendilerine tehdit olarak görebilecekleri tüm akımları yok etmeye odaklıdırlar. Doyumsuzluk hisleri ile değerleri olmayan şekilde ticaret ve siyaset yapacaklardır. Bu yüzden rakip veya tehdit algılarıyla dünyaya bakmaktadırlar. Ve hızla yayılmaktalar. Tarihin kırılma noktası ve ahir zaman firavunlarının oluşması Ahir zaman deccalının ortaya çıkması Kudüs’ün yeniden Selahaddin Eyyübi tarafından alınmasıyla, tapınakçıların Hz Süleyman’ın sandukasını hazine parçası sanarak Avrupa’ya götürmesiyle başlar. Şeytan’a ve cinlere tapan bir örgütlenme içine girerler. Finans ve ticaret alanında güçlü yapılar oluşturular. Organize güç oldukları için ticaret ve siyaseti şekillendirme gücüne ulaşırlar ancak büyük problem toplumlara yayılmalarıdır. Kurulan sistem kölesiz ilerleyemez ve yaşayamaz. Sistemi yaşatacak organizasyonu 1700’lerin sonunda stratejisi ve eylem planıyla hazırlarlar. Bu dönemden 100 yıl önce Devleti Aliyye-i Muhammediyye (Yavuz Sultan Selim’in ilanıyla) güç kaybetmeye başlamış. Şeytani örgütlenmeye bu sayede saha bırakmıştır. Bu örgüt dinleri ve değerleri hedef almaktadır. Hedefi ırk, din, dil fark etmeksizin tüm insanlığın köleleşmesi ve sisteme güç katmasıdır. Bu yüzden öncelikle gençlerin yetişmesi alanında tüm dünyayı kapsayacak bir eğitim hareketi başlattılar ve bu hareketi siyasi ve finansal güçleriyle desteklediler. Osmanlının son döneminde çoğunluğu bu yapılanmaya ait olan sayıları 1300’ü bulan yabancı misyon okulu Osmanlı topraklarında Müslüman gençleri kendi ideallerine uygun olarak devşirmektedir. Dünyada bu yapılanmayla ticaret, hukuk, bilim, askeriye siyaset ve finans dünyası kontrolleri altına alınmıştır. Bundan sonraki adımda kitleleri topluca dinlerinden koparma girişimlerine başlamışlardır. Bunun için çıkış stratejileri medya ve bilimdir. Bilimle insanların akıl ve kalplerine şüphe atacaklar ve ALLAH inancını ortadan kaldırmaya adım atacaklardır. Bu konuda en ilginç ve başarılı buldukları ve dünyaya yaygınlaşmasını istedikleri ve ders kitaplarıyla ilkokullara kadar uzanan EVRİM TEORİSİ kullanıldı. 209 Bu Hıristiyan dünyasında derin şok etkisi oluşturdu ve Vatikan bu çıkış karşısında çaresiz kaldı. Buna cevap vermeye ne bilimsel tabanları nede iman tabanları bulunmaktaydı. Evrim teorisi materyalizmin, komünizmin gibi tanrı tanımaz akımların en güçlü silahlarından biri oldu ve ateizm modasını başlattı. Ancak geşmişimizde sıkıntı gibi gördüğümüz, Müslümanların çok azının özellikle 1900’lü yıllardaki okur yazar olması nedeniyle Evrim Teorisi, Müslümanlar arasında rahat yayılamamış ve teori çöküş döneminde bu İslam dünyasıyla tanışmıştır. İslam dünyasının eğitimsizliğini şer olarak görenlerin bu rahmeti görmesi çok geç olmamıştır. Çünkü Allah katında geçerli olan ilke İMAN’dır… İmanı olmayan toplulukların dünyada yaptıkları kariyerin hiçbir anlamı yoktur. 1900’lü yılların 2. Çeyreğinde, yani şeytanın uşaklarının dünyaya yayılmaya kararından yaklaşık 150 yıl sonra Bedüzzaman Sait Nursi, Kur’an-ı Kerim’in İman hakikatleri üzerine olan külliyatı oluşmaya başlamıştır. İman zırhı neviisinde olan bu eser siyasi baskılar yüzünden özellikle Anadoluya yayılımı yavaş olmuştur. Ancak ilahi bir matematiği görmek bunu okuyacak insanlar arasında özellikle bir kişinin bu eser ve islamiyeti tüm dünyaya sunabilmesi için uygun bir zamanda tanışması gerekmektedir. Bu uygun zaman çocuğun sağlıklı doğması gibi normal bir hamilelik dönemi ve süresi sonunda doğmasına benzetilebilir. Bediüzzaman ve öğrencileri uygun zamana kadar bu eseri taşımış ve ilk adımda Anadolu insanıyla ve Fethullah Gülen Hocaefendiyle tanıştırmışlardır. İmanların yakıldığı bir zamanda Hocaefendi dünya üzerinde dönen oyunların farkında ve HER FİRAVUNA KARŞI MUSALAR ORDUSUNU kurmak için yıllarca sürecek çileli bir yola girecektir. Bu yolda kendisini tümüyle vakfedilmeden olamayacağı bilmekte ve Yunus’un Taptuk Emre dergahına getirdiği odunların bile düz oluşu gibi Allah’a giden yolda hiçbir yere sapmadan ve takılmadan dosdoğru yürüneceğini bilerek hareket rotası belirlemiştir. Çileli yolunda acılarla birlikte ilk etapta toplumda rüşdünü ispat ederek, bir kişi bir kişi cemaatini oluşturmaya başlamış ve taşıdığı yükü Allah’ın dinine hizmeti ve Allah’ın dininin sahabe gibi sahiplenilmesi gerektiğini onlarla paylaşıma girmiştir. Bundan sonra insanlığın derinlerine inecek, Firavunları Musalaştırcak, firavunlaşmayanları da şeytanilerden önce keşfedecek bir hareket başlamış olacaktır. Bu hareketin adı Allah’a Hizmet, İslam’a Hizmet’ten gelen kısa ismiyle HİZMET HAREKETİ olacaktır. Hizmetin çıkış stratejisi Efendimiz Hz Muhammed’in, Hz Erkam’ın evinde başlattığı eğitim ve İslamı anlatma stratejisiyle aynıdır. Evler, yurtlar, kurslar, dershaneler ve okullarda İslam yaşayarak anlatılacak, temsil edenleri el-emin olacak ve efendisi Hz. Muhammed (SAV)’in birebir izinden gidecektir. Hiçbir Allah’ın kulunu ayırmayacak yanan imanlara su taşıyacak bir neslin iyi eğitilmesi ve bu eğitim faaliyetlerinin yayılması gereğince vaazlar veriyor, Allah’ı kullarını dine sahip çıkmaları, Allah’ın sevgisini insanlara hissettirebilmek için kendisini parçalarcasına hırpalıyor, yaptığıyla yetinmiyor, yanan imanlara yetişemediği için acziyetini Allah’a şikayet ediyordu. Firavunları Musalaştıracak Altın Nesili, Peygamber efendimizin övgüyle bahsettiği, kardeşlerim dediği ışık ordusunu kurmak için çabalıyordu. Engeller çıkıyor, kaçmıyordu. Her engel daha da olgunlaştırıyor ve her engelden sonra Hizmet dünyaya daha da yayılıyordu. Firavunların sistemi YENİ DÜNYA DÜZENİ derken, O; YENİ BİR DÜNYA KURUYORUZ diye hülyalarına, şiirlerine, hizmetine nakşetmişti bile… Sahte ışığa karşı, Allah’ın nurunu taşıyan IŞIK ORDUSUNUN kuruluşuna başlamıştır. Ve birgün firavunları yetiştirenler uzaktan izledikleri, düşer, tökezler dedikleri HİZMET HAREKETİNİ artık bitirilmesi gerek bir risk olarak görmeye başladı. İslam dünyasında istediklerine 210 ulaşamamışlardı ama dünya halklarının birbirine yaklaşmasıyla firavunlarının çoğunluğu de-organize olan topluluğu eriteceklerini ve imanları silerek, sistemin köleleri haline getireceğini biliyorlardı. Ancak bu hareket diğerlerinden farklıydı. Şeytanın organize olan topluluklar için akan hayat içinde kurduğu tuzaklardan haberdardı. Hizmet siyasete girmiyor, barış dışında bir söylemde bulunmuyor, kavga etmiyordu. Onu yok etmek için olanları biliyor, niyetlerini biliyor ve onlarla bile münasebete geçmekten çekinmiyorlardı. Hizmet hareketini bitirmek için ilk etapta onun yapıldığı hamur kullanılacaktır. Çünkü onun düşmanı tarafından bu işin yapılması daha fazla taraftar toplamasına sebep olacaktır bu yüzden en iyi olan yöntem kendi hamuruyla yani bilinçsiz Müslümanlarca silinmesi karşısında dünyada izi kalmayacaktır. Bu yüzden ilk adımda Müslümanların gözünde itibarsızlaştırmak gerekmektedir. Müslümanlara Duygusal Hareket Tuzakları İslam barıştır ve barış ortamında yayılır ve ilerler. Bunun en ilginç ve önemli örneğini Hudeybiye barışında ki (628) Müslaman sayısı ile savaşılmayan Mekke fethinide sayarsak (630) arasında geçen sürede, Müslümanların sayısı 2-3 bin’lerden 200 bin’lere ulaşmıştır. İslam’a hakkıyla sahip çıkanların varolduğunda İslam’ın barış ortamındaki yayılım gücü başta şeytan ve şeytanin uşaklığını yapan firavunları korkutmaktadır. Bu yüzden Müslümanlar sürekli saldırı altında tutulmalı ve birlik olmaları fitnelerle engelleyecek stratejilerle İslam dünyası üzerine gelinmektedir. İslam dünyasına yapılan operasyonlar kafire ve özellikle firavun ordusuna verilen kozlarla olmaktadır. Bu kozlar cılız güçleriyle egemen güçlere karşı koymaya çalışan safi Müslümanların oluşturduğu örgütler. Veya safi Müslümanları terör amacıyla kullanılmasıyla oluşturulan tuzaklar. Veya Müslümanlara zulüm yapılması yoluyla diğer Müslümanları duygusal tepkiler verdirerek hatalar yapmasını ve kendi kurdukları terör amaçlı örgütlere kaymalarını sağlayarak yönlendirmektedirler. Efendimiz (SAV) Mekke’de ilk Müslümanlara zulüm yapılarken, işi terörize etmemiş, kan davası gütmemiş, duygusal tepkiler vermemiş veya duygusal tepkiler veren amcası dayısı bile olsa onlara izin vermeyerek İslamiyeti ve Müslümanları tehlikeye atmamıştır. Bu yüzden Hicret etmiş ve ettirmiştir. İtibarsızlaştırma Tuzaklarından biri de DUYGUSAL TEPKİ VERME TUZAĞIDIR. Son dönemlerde yaşanan bazı olaylarda Hizmet ve Hocaefendi, dişe diş, silaha silah tepkisi vermediği için İslam düşmanı gibi ithamlara maruz kalmıştır. Hocaefendi, Mısır’da darbe olduğunda halkın meşru direnişini görmüş, acılarını paylaşmış ancak sonrasında direnişin uzamasıyla aslında büyük senaryonun ihvan başta olmak üzere Mısır’daki İslami Sivil Toplum yapılanmasını yok edecek bir plan endişesiyle İhvan’a direnişi sonlandırıp yeni anayasa çalışmalarına katılmalarını tavsiye etmiştir. O zamanlarda bu tavsiye, konuya duygusal bakanlar ve bu duyguları kullananlar açısından tepkilerle karşılandı. Darbe taraftarı olmakla suçlandı. Ancak sonradan Hocaefendinin gördüğü risk gerçekleşmiş ve ihvan ve İslami sivil yapılanmaların çoğu duygusal tepki tuzağına düşürülmüştür. Şimdi yönetimi 1 yıl için devralabilen Mısır halkı en az 20-30 yıl sürecek bir toparlanabilme zamanı ve eski fırsatları arayacaktır. Ama Mısır halkı ve İhvan’a direnin arkanızdayız diyenler, meydanlara adam gönderenler artık seslerini çıkarmamakta, sahip çıkarız deyip şimdi olduğu gibi yüz üstü bırakmışlardır. Bu gibi olaylarda her zaman karşılaşılacak taslak tuzak orda bir Müslüman ezilirken suskun kalmak veya duygusal tepkiler vermemek konusunda ötekileştirilme üzerinedir. Bu konuda firavun sisteminin planlayıcıları İslami sivil yapılanmaları büyümeden yok edebilmek için duygusal tepkiler vermeye itecek tuzaklar kurarak radikalize ederler. Bunun için öncelikle kontrol edilebilen İslami hareketleri, İslam dünyasına yapılan saldırılarda sürekli duygusal tepkiler vermeye yönlendirir ve onları sistemin sigortası gibi görürler. Böylece Hizmet Hareketi gibi oluşumları pasif gösterilmesini sağlar ve insan kazanımında popülaritesini zaafa uğratmak isterler. Kontrol edilebilen gruplar ve duygusal tepkileri 211 mantıklarının önüne geçmiş olan bilinçsiz müslümanlar, Hizmet Hareketini Müslümanlara yapılan zulme sessiz kalmakla onları suçlayacaklardır. Ancak Peygamberinin izinde yürüyen Hizmet’in hocası hiçbir müminin incinmesini istemez ve bilir ki efendimiz Hz Muhammed Müslümanlar güçsüzken onları ezdirmemek ve İslam’ın oluşumunu riske etmemek için hicret etmiş, Mekke’yi ele geçirmeye çalışmamıştır. Halbuki o kainatın efendisiydi ve istese Müslümanlar dışındaki tüm Mekke’lerin helakını isteyebilirdi Allah’tan ve olurdu Allah’ın izniyle ama o aynı zamanda sebepler dairesinde yaşayarak ümmetine örnek olan bir peygamberdi. Şimdi toplanmaya çalışan darbe üzerine darbe yiyen ve iyileşmeden ayağa kalkmaya çalışan İslam dünyasının en büyük ve sadece sevgiyle yürüyen bu organizasyonunu olan Hizmet hareketini Hocası’da, Efendimiz (SAV) gibi silahlı düşmanların karşısında ezdirmemesi yok edilmemesi gerektiğini çok iyi bilir. Çünkü Hizmet’in hedefi; şehirleri, bankaları, ülkeleri fethetmek değildir, kalplerdir. Hedef firavunlaştırılmış kalplerin Allah’a dönmesidir. Bu kavgayla, küfürlerle ve duygusal tepkilerle olabilecek iş olmadığını diğer Müslümanlar zamanla anlayacaktır. İkinci dünya savaşından sonra hayata geçirilmek istenen, temelinde Vatikan’ın şeytani sisteme direnmek ve yeni Hıristiyanlar devşirebilmek amacıyla başlattığı ancak o dönemde herhangi bir İslami oluşum olarak muhatap bulamadıkları için fiyaskoyla sonuçlanan proje olan Dinler Arası Diyalog çalışmalarına Hizmet Hareketinin de girmesi, Vatikan ve hristiyanlarla sadece savaşılabilir mantığını güdenler için İslam’a ve Müslümanlara ihanetmiş gibi yorumlanıp, algılatılmak istenmektedir. Ancak zaman gösterecek ki bu diyaloglarla İslam’ın geniş kitlelere topluca yayılmasında yeni bir yol daha açılmış olacaktır. Ve ithamlarda bulunanlara Hizmet yine ve yine rüşdünü ispat etmiş olacaktır. Fitne devrinde olduğumuz için bundan sonraki aşamalarda da sürekli olarak Müslümanlara yönelik tuzaklar kurulacaktır ve Hizmet Hareketi Müslümanlar içinde yalnızlaştırılmak istenecektir. Bu aşama başarılamadığında iftiralara uğrayacaktır. İslam dünyasına Müslümanlarca ve Müslüman olduğu düşünülen kişi ve organizasyonlar tuzaklar kuracak ve bu tuzaklara Hizmet hareketi düşürülmek istenecektir. Deccal’ın asrında halifelikten tutun, alimlere kadar her şeyin sahtesini görebileceğiz. Bu tuzaklara düşenler düşecek, Hizmet hareketine yapıldığı gibi tuzağa düşmeyince itilmek istenecektir. Sivil bir hareket olduğu için Hizmet’in kimyası bozulmak istenecek, kavgaya, mücadeleye tahrik edilecektir. Çünkü Hizmet’i yok etmek isteyen karşıdaki güç, onu rahatça yok edebileceği yere çekmek isteyecektir. Çünkü bu dönemde İslami sivil yapılanmalar Müslüman ülkelerden tek tek tesviye edilecektir. Bunların yerine dini ve yaşanan dinin yozlaştırması için sahte ve bozuk itikatli cemaatler oluşturulacaktır. Bu cemaatler sürekli skandallarla dağılacak sonra yenileri kurulacak ve aynı yollarla gideceklerdir. Bu da toplumlarda tiksinme hissi uyandıracak ve böylece İslam toplumunun organize oluşunun önüne geçilmiş, dünyevi ihtiyaçlarının kölesi olmuş firavunlarıyla da imanlarını kaybettirilmiş et yığınlarına dönüşmüş sadece isimleri Müslüman kalmış topluluklar inşa edilmiş olacaktır. Tuzaklara düşmeyen Hizmet iftiralara maruz kalacak ama aklanacaktır. Müfteriler halklar karşısında rezil olacaktır. Müslüman sanılanların veya bilinçsizce saldıran Müslümanların saldırılarından daha da güçlenerek çıkacaktır Hizmet. “Hiçbir şey bizimle başlamadı, bu yüzden hiçbir şey bizimle bitmeyecektir” diyen hocaefendi süreçleri ve tüm insanlardan önce görmekte ve Işık Ordusunun dünyaya yayılmasının hızını kesmemektedir. Çünkü Allah, peygamberi ve dininden emindir. Cemaati içinde o emindir. KAİNAT DÜZENİNDE SİSTEM KARŞITIYLA VARDIR. Gece –gündüz, ak-kara, artı-eksi varken bu kadar firavunun olduğu ve olacağı bir dünyada ilahi 212 matematiğin denklemi Musasız ve dengesiz olmayacaktır. Bu denklemin bir tarafı olma görevi Hizmet’e verildiyse ve Allah Hizmet erkanından razı ise onu NURUNU TAMAMLAMAK adına koruyacaktır. HERKES ALLAH KARŞISINDA HADDİNİ BİLECEK VE ONA GÖRE YERİNİ ALACAKTIR. Karınca S Yerin Altı da Bekliyor, Üstü de! Her Beldenin Bir Sâhibi Var! Bazı beldelerin bağrında, Yahya Kemâl’in anlatımıyla, bir “âsûde bahar ülkesi” olan berzah âleminde, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın gül devrinin iştiyâkıyla subh-i kıyâmeti bekleyen bir kısım hak dostları vardır ki, onlar, oraların mânevî sâhipleri, dinamikleri ve o şehirlerle özdeşleşmiş tapu senetleridirler. İstanbul’da Eyüp Sultan Hazretleri; Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî; Konya’da Hz. Mevlânâ; Bursa’da Hz. Üftâde… bu yiğitlerden sadece birkaçıdır. O şehirlerde bulunan ehl-i hizmet insanlar, çoğu zaman buralara uğrar, onların mânevî himmet, irşât ve işâretlerinden istifâde etmeye çalışır ve onların zamanüstü soluklarını yakalamaya özen gösterirler. Zîra buralardaki mâneviyât büyükleriyle, günümüzün fedâkâr hizmet erlerinin hayatlarının anlam ve gâyesini oluşturan güzellikler arasında, muhakkak ki çok büyük bir irtibat vardır. Onlar bir yönüyle bu hizmetlere muzâhir, teşvikçi, alkışlayıcı ve dâvet edici konumundadırlar. Şehirleri temsil eden böyle başyüceler olduğu gibi, ülkeleri ve hattâ kıt’aları besleyen daha başka aşkın şahsiyetler ve himmet erleri de vardır. Hindistan deyince meselâ İmâm-ı Rabbânî’yi (ra) hatırlamamak mümkün mü! Orta Asya ve bir baştan bir başa Türk dünyası denince, Ahmed Yesevî’yi (ra) anmamak olur mu! Ancak bizler, o güzel insanların, genelde meşhurlarını tanırız. Meselâ, Hindistan’da öncelikle İmâm-ı Rabbânî’yi biliriz! Fakat o coğrafyaların bağrında, bizim az bildiğimiz, ya da hiç tanımadığımız, ancak kendilerini bize bir şekilde ihsas ettiren nice gönül erleri de mevcuttur. Bu meyanda, eğitim elçilerimizin başından geçen ilginç bir iki olayı aktarmak isterim. Öğretmen İsteniyor! Büyük bir ülkenin, bir eyâletinin başı, bir devlet büyüğü. Oradaki eğitim elçilerimiz tarafından Türkiye’ye, İstanbul’daki gözümüzün nuru eğitim müesseselerine, Eyüp Sultan Hazretlerine bir gezi düzenlenir. Bu zat, buralardaki faaliyetleri, esnafımızın fedâkârlığını ve daha başka hizmetleri hakkalyakîn yerinde müşâhede eder. O zat, gezip gördüklerinden çok etkilenir; bu yüzden kendi memleketine dönünce, “acaba ben neler yapabilirim, kendi konumumun hakkını nasıl verebilirim” diyerek, birtakım fikir teâtîlerinde bulunur. Birgün arkadaşlarımızı alır, 5-6 saat yolculuktan sonra farklı bir şehre getirir. Orada 670 kişilik bir okulu gezdirir. Sonunda, “Bu okulu size teslim edeceğiz. Öğretmen maaşlarını biz vereceğiz; her masrafı üstleniyoruz. Türkiye’deki o seçkin öğretmenlerinizden göndereceksiniz, onlar burada rehberlik yapacaklar!” der. Bunun üzerine arkadaşlarımız, bu meseleyi bir istişâre etmemiz lâzım, derler. Öyle ya, ileri düzeyde yabancı dil bilen müsâit öğretmen sıkıntısı vardır. Bu yirmi öğretmeni bulmak biraz zor olacaktır. Vermeyi düşündüğü bu okulun yüzde yetmişi putperest, gerisi de müslüman öğerencilerden oluşmaktadır. Devlet büyüğü, arkadaşlarımızdan, bu meseleyi âcilen çözmelerini ister. Böyle bir çalışma, belki onu, siyâsî hayatında sıkıntıya sokacaktır ama, o, bunu zaruret derecesinde önemli bir iş görmektedir. Bu şekilde sözleşip ayrılırlar. On beş gün sonra tekrar gelir, yetkililerle tekrar görüşür. Ancak henüz cevâb-ı sevâp alamamış, mesele henüz halledilememiştir. Bunun üzerine bu aşklı şevkli zat, kızıp sitem edecektir. Hattâ işi daha da ileri götürüp, vizelerin iptaliyle tehdit edecektir. Çünkü, o eyâletteki bütün öğretmenlerin vizeleri, ondan sorulmaktadır. Bunu yapabilir de. Ama biraz daha müsâade eder. Ancak problem devam etmektedir. Çünkü, dünyanın değişik yerlerindeki taleplerden dolayı, yetişmiş öğretmen sıkıntısı vardır. Sonunda iş tatlıya bağlanır. Türkiye’den hizmet için oralara gidecek 213 öğretmenlerin ayarlanması adına birkaç ay daha müsâade istenerek, anlaşmaya varılır. Yetkililerden edindiğimiz bilgiye göre, öğretmenlerimiz, yakın zamanda oraya gidip, eğitim faaliyetlerine inşallah başlayacaklar. Görüyorsunuz, yerin üstü, fedâkâr eğitim elçilerimizi iştiyâkla bekliyor. Gönül Erleri, Günümüz Hizmet Erlerini Çağırıyor! Sinesi pak ve duru bir eğitim elçimiz, rüyâ görür. Rüyasında sarıklı muhterem bir zat, “Beni unuttunuz, beni tanımıyorsunuz, ben de sizi istiyorum, sizi buralara getirmek için mürâcaat ediyorum!” demektedir. Evet bu zat, abimizin rüyâlarında defâatle görünüp, “beni ihmâl ettiniz!” diye yakınmaktadır. Arkadaşımız, anlam veremediği buolay üzerine, durumu oradaki abilerine nakleder. Abilerimiz, tabii öncelikle bu zatın kim olduğunu merak ediyorlar, ancak tam olarak da kestiremiyorlar. Kimi ihmâl ettik acaba, diyerekten, önemli türbelere gidip dua dua yalvarıyor, Yâsîn-i şerîf okuyorlar. Âdetâ bir “dinler arenası” olan bu yerlerde, türbelerle ilgili âdetler de şirke varan ölçülerdedir. Mezarlarda yapılıp edilen şeyler tiksinti uyaracak türdendir. Türbe ziyaretleri âdetâ putperestlikle aynı ölçülerdedir. Çoğu şeyin aslı faslı çoktan bozulmuştur. Meselâ müslümanlar da vardır, ama bazıları namaz bile kılmazlar, ancak, delicesine zikir yaparlar… Her neyse, arkadaşlarımız değişik türbelere gidip dua dua yalvarıyor, bu rüyalarda defâatle görülen meçhul zatın kim olduğunu tesbit etmeye çalışıyorlar. O türbeye gidip Kur’ân okuyor, bu türbeye gidip dua ediliyor… Ama abimiz, aynı rüyâyı hâlâ görmektedir. Her defasında da Hazret, “Beni ihmal ettiniz, beni yalnız bıraktınız, beni küfürbaz sihlerin arasında garip perişân ettiniz, buralarda sadece filânca zatlar mı var, ben de varım!” diyerekten sitemini bildirmektedir. Hattâ bir keresinde bu eğitim elçimiz, rüyada ciddi ciddi hırpalanır! İşin sonunda bu zatın meçhûl biri olmadığı, aksine pek meşhur biri olduğu anlaşılacaktır ama bunun için biraz zaman geçecektir. Evet, aramışlar sormuşlar ve başka bir şehirde büyük bir zatın yatmakta olduğunu öğrenmişlerdir. Bu zat, Muînüddîn’den başkası değildir. Belli ki oralarda, hizmet ve ziyâret adına ihmal edilmiştir. Çünkü, o bölge ve özellikle o Hazret’in türbesi ziyâret edilip Kur’ân okununca, kardeşimiz bir müddet bu tür rüyaları görmez olmuştur. Aradan zaman geçer. Bu zat yine kardeşimizin rüyalarına teşrif etmeye başlar. Bu sefer, memnûniyetini izhar eder ama, bir taraftan da ziyâretin ötesinde, arkadaşlarımızdan daha başka şeyler de beklemektedir; “Bana falanca öğretmeni, daha başka bir de şunları bulup gönderin!” diye şaşırtıcı bir şekilde açıktan açığa işârette bulunmaktadır. Evet, eğitim faaliyetlerinin henüz ulaş(a)madığı o bölgede okul yapılması istenmekte, ve: “Diğer yerlere gönderdiğiniz, fiziğe kimyaya Allah dedirten öğretmenlerinizin aynılarından bana da gönderin!” denmektedir. Sonunda, âhirzamanın kızıl kıyâmetine bir yağmur tanesi gibi düşen yağmur topluluğun fertleri, eğitim gönüllülerimiz, işâret edilen yere de hizmet götürmeye, oralara da el uzatmaya, rüyâlarda yeniden istenen öğretmenleri göndermeye karar verirler ve bunu gerçekleştirirler. Tabii asırlardır bekleyen, karanlık ruhların çizmeleri altında inim inim inleyen o zatın da gönlünü almış olurlar. Artık kardeşimiz de rüyâlardaki fırçalardan kurtulmuştur. Epey zaman sonra, bu olup bitenlerden haberdâr olmayan, Hızır-misâl bir zat, bir rüyâ görür. Rüyasını gelip kardeşlerimizden birine aktarır. Der ki: “Rüyamda, Hz. Muînüddîn’i gördüm, sizlere selâmı var; gönderdiğiniz adamlar istenen yere ulaşmışlar; artık herhangi bir problem kalmamış!” Evet, Mesele Anlaşılmıştır! Evet, anlaşılmıştır, yerin altı da bu güzel insanları beklemektedir, üstü de. Anlaşılmıştır, tek çaremiz adam yetiştirmek ve “ben acele ettim kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” diyerek asırlardır bu günleri intizâr eden çilekeş ruhları daha fazla bekletmeden, onları, bari bir buket çiçekle kabirlerinde sevindirmek gerekmektedir. Evet anlaşılmıştır, bu mesele Allah’ın dâvâsıdır, bunun önünde hiçbir beşerî güç duramayacaktır. Evet anlaşılmıştır, bu güzelliklerin şehitlerle, toprağın altındaki yiğitlerle çok büyük bir irtibatı vardır. Evet anlaşılmıştır, Asrın Dertlisi Hz. Üstad’ın, “Ben 214 tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ra) ve Şâh-ı Nakşibend (ra) ve İmâm-ı Rabbânî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiye’nin takviyesine sarf edeceklerdi.” buyruğu. Anlaşılmıştır, nefsimizin cümleden ednâ, hizmetlerin de cümleden a’lâ olduğu hususu. Anlaşılmıştır, “Muînüddîn” kelimesi, “dinin yardımcısı ve hizmetkârı” demektir. Adıyla tamâmen bütünleşmiş bu zat, asrın Muînüddînlerini iştiyâkla beklemektedir. Hayatında-memâtında hep çağrılar, dâvetler, görünüp himmet etmeleriyle meşhûr olan bu zât, günümüzün çilekeş hizmet insanlarına da bir selâm çakmış, onları yanına, hizmet için dâvet etmiştir. Kimbilir hangi mekânlarda, hangi toprağın altında, daha başka hangi ölümsüz ruhlar, kaç zamandır bu güzel insanları, eğitim gönüllülerini çağırmakta ve beklemektedirler. Ey Günümüzün Ebû Bekirleri, Muînüddînleri! Ey günümüzün Ebû Bekir timsâli esnafları, Hz. Muînüddîn misâl muhâcir öğretmenleri, çalışanları, mühendisleri! Şahıslar farklı olsa da, aslında çağrılan sensin. Senin ayağa kalkman, himmetini “dünya ve mâfîhâ”ya değil, sadece ve sadece Allah yoluna sarfetmen beklenmektedir. “Çok sıkıyor, pek sıkıştırıyorsunuz; ülkenin durumu da zaten belli, lütfen biraz…!” filan demeyin ne olursunuz! Görüyorsunuz, beklemeye mühlet ve tahammül var mı! Hadi biz beklesek, acaba onlar bekleyecek mi! İmâm-ı Rabbânî’ler bize zaman tanıyacak mı! Zannetmiyorum. Bekleyenlerin tahammülü yok. Bizim ayağa kalkmamızı ve üzerimizdeki ölü toprağını atıp, kendimize gelmemizi bekliyorlar. Dünyâ-âhiret adına kurtuluşumuz da zaten buna bağlıdır. Âhiret’te, o çetin günlerde bu büyük zâtları şefâatçi ve muzâhir olarak yanımızda görmek istiyorsak, birazcık halden dilden anlamalı ve ne yapıp edip acele etmeli, utana sıkıla kapımıza gelen ve bize derdini şerhetmeye, dil dökmeye çalışan hizmet erlerini daha fazla yormamalıyız! Bayram Kusursuz | 10/03/2008. | YAZARLAR http://www.herkul.org/yazarlar/Yerin-Alti-da-Bekliyor-Ustu-de/ Münafık Bir Üstad Tanımıyorum Bu yazımı fitne çıkmasın diye bu siteden kaldırmıştım. Ancak son yaşadıklarımızla birlikte 12 Risale cemaaatından 10 tanesi AKP cenahına geçip, cemaatın kuyusunu kazıp, hayli yoğun biçimde siyasete alet olunca tekrar buraya koymam vacip oldu. Zaten İnternet’te başka siteler alıntı yapmıştı, yani kolay kolay bilgi silinemiyor… Fethullah Gülen'in Mesih İsa Makamı ve Hizmetin Siyasi Kısa Tarihi - Faruk Aslan Blog sahibinin notu: Bu yazı, orjinalinde "Münafık Bir Üstad Tanımıyorum" başlığı altında yer almıştır fakat Word ile 23 sayfalık yazıda -bana göre- alt başlıklar şöyledir: 1- Bediüzzaman Said Nursi'nin Adnan Menderes'e Dua Ederken Ellerini Ters Çevirmesi 2- Osmanlıca Bilen Bediüzzaman Said Nursi'nin 35 Yaşında Türkçe'yi Öğrenmesi 3- Risale-i Nurlar'ın Latin Alfabesi İle Basımı 4-Fethullah Gülen Hocafendi'nin İsa Mesih Makamında Olması 5- Said Nursi'nin Talebelerinin, Fethullah Gülen'in Yanında Yer Alması 6- Fethullah Gülen Hocafendi'nin Yetişmesi 7- Hizmet'in Tarihi 8- Siyaset ve Hizmet 9- Erbakan ve Gülen 215 10- Hizmet ve 28 Şubat 11-Hizmet ve ANAP 12- Camia ve Ecevit'e minnettarlık. Ve daha yazamadığım nice alt başlık: Münafık Bir Üstad Tanımıyorum "Ben sizin tanıdığınız gibi münafık bir üstad tanımıyorum” diye gürledi ve masaya yumruğunu vurdu. Onu kimse bugüne kadar böylesine hiddetli ve heybetli görmemişti. Üstadın yakın talabelerine saygıda asla kusur etmezdi ama bu konu başkaydı. Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan Bediüzaman Said Nursi’nin eski Demokrat Parti Lideri ve Başbakan Adnan Menderes’i desteklediğini ve bir nevi politika yaptığını dile getiren abiye sert bir bakış fırlattı. Oysa onu tanıyanlar halim, selim, yumuşak huylu olduğunu bilirdi. Karıncayı dahi incitmezdi. Peki neden bu denli kızmıştı? 1973 yılına kadar Risale-i Nur camiasının içinden kopmayan ve ayrı bir cemaat kurmayan Fethullah Gülen Hocaefendi bir yol ayrımındaydı. Şartlar onu zorluyordu. Üstadın çizgisi değiştirilemezdi. “Üstad asla iki yüzlü davranmamış, takiyye yapmamıştır” diye sözlerini sürdürdü genç hoca. Henüz 35 yaşındaydı ve üstattan başkasına talabe olmayı zül sayan talabelerine sözünü dinletemeyeceğini biliyordu. Menderes’in devamcısı sayılan AP Lideri Süleyman Demirel’e oy vereceklerini açıkca ifade eden grubun sözcüsü hiç istifini bozmadı. Üstada iftira atarak, “Isparta’nın İslamköy beldesinden çıkacak şahıs Risale-i Nurları tanırsa İslam’a büyük hizmet edeceğini” bildirdi diye savundu. Daha sonra şehir efsanesine dönüşecek bu yılan hikâyesi Nurcuların uzun yıllar Süleyman Demirel’in yönettiği partilere oy vermesine yol açacaktı. Gülen, daha ilk günden siyaset yoluyla gitmek isteyen Nur camiası lideriyle arasına mesafe koydu. Bundan sonra gerek Nur camiasından olsun, gerekse başka bir parti liderleri olsun yanına kim gelse aynı tavrı izledi. Çizgisinden asla taviz vermedi Hocaefendi. İslam’in elmas hakikatlarını siyasetin kömür yalanlarına kesinlikle alet etmeyecekti. Siyasilerle görüşmesi hizmetin önündeki tıkanıklıkları açmak, yerli ve global şeytani planlar uygulayanların oyunlarını bozmak içindi. Üstad, 1960′da ölmeden on beş gün önce, çok hasta, yaşlı ve 38 kiloya düşmüş bir piri fani iken şöforüne ‘sür Ankara’ya’ dedi. Oysa Isparta’da kaldığı evi polis gözetimindeydi ve izinsiz ayrılmasına müsade etmiyorlardı. Üstad, Mart 1960′da tam üç kez Ankara’ya gitti. Gayesi Başbakan Adnan Menderes’i yaklaşan tehlike, askeri darbe konusunda uyarmaktı. İki kez Ankara’ya girdi, ancak başbakan ile görüştürülmedi. 3. kez geldiğinde ise Ankara girişinde tüm yollar tutulmuş, polis kuvvetlerine kesin emir verilmişti. Atatürk Orman Çiftliği mevkinde arabası durduruldu. Polis amiri geri dönmesini, aksi taktirde ateş açma emri aldığını söyledi. Üstadın cesareti dillere destandır, müthiştir, Allah’tan başka kimseden korkmaz, inandıklarından asla taviz vermezdi. Polis amirine hiç aldırmamış, ‘sür oğlum’ demişti, arabasının ardından şaşkın şaşkın bakan polisler ateş edememişti. Elli metre giden araba hızlı bir fren yaptı ve geri döndü. Üstad Polis amirine hitaben: Evladım, ben şimdi giderim, sen de bir şey yapamazsın ama daha sonra sana zulmederler. Ben buna razı olamam. Geri dönüyorum. Üstad, o güne kadar Adnan Menderes’e dua ediyordu. Geri dönüşte şöfore baktı, dua ederken ellerini ters çevirdi ve üzülerek ‘böyle oldular’ dedi. Bunun anlamı ‘bittiler’ demekti. Uyarmasına izin vermemişlerdi. Menderes’in etrafına çeviren mabeyinci danışmanlar başbakanı gerçeklere kör ve sağır ediyor, yaklaşan askeri darbeyi haber vermiyordu. İslam’a büyük zarar verecek bu darbenin mahiyeti üstada manevi alemde bildirilmişti. Üstad, 1950′lerde Menderes’e mektuplar göndermiş, kapatılan camileri açtırdığı, İslam şeari olan ezanı tekrar Arapça okutulmasını sağladığı için teşekkür etmişti. Menderes zamanında üstad ve talabeleri nisbeten rahat etmişti, Nurlar Latin alfabesinde 216 basılmıştı ve 1953 yılında Eskişehir hapishanesinden alınan son beraat kararı ile serbest bırakılmıştı. Hapishane dönemi bitmişti. 23 yılda tamamlanan risalelerin yazılımı 1946′da sona erdiğinde üstad, ‘daha fazla yazılmasına izin verilmedi’ diyordu. Latin alfabesine eserler uzun yıllar basılmamış, elle veya basit teksir makinası ile çoğaltılarak yayılmıştı. Osmanlıca’yı korumak isteyen üstad yeni alfabeye ve uyduruk Türkçe’ye direnmişti. 35 yaşından sonra Türkçe öğrenen üstad çok iyi bildiği Arapça, Farsca ve Kürtçe değilde eserlerini Türkçe yazmada inat etmesinin önemli bir sebebi vardı. İslam sancağı düştüğü yerden Türkiye’den, yine Türklerin ve kahraman Türk ordusunun eliyle doğrultulacaktı. Elli sene sonraki kardeşlerini düşünen üstad aktif sabır gösteriyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde iki nesil değişmiş ve yeni nesiller dili ve alfabeyi anlamaz hale gelmişti. Latin alfabesine geçilmesi nasıl olmuştu? Tahiri Mutlu ağabey, köyündeki tüm arsalarını satmış, parasıyla da üstadın haberi olmadan Risaleleri ilk defa Latin alfabesinde bastırmış, mavi (kırmızı değil) kaplattırmış ve Isparta’da üstada sunmuştu. Herkes şaşkındı, üstadın Tahiri Mutlu’ya çok kızmasını bekliyordu. Oysa üstad risaleleri Latin alfabesinde basılmış görünce gözyaşlarını tutamamıştı. Tahiri Mutlu’yu tebrik etmek için onun makamının ne olduğunu meleklerin bile taktir edemediğini, kimsenin de erişemeyeceğin dile getirmişti. Üstadı hayatında iki saat görmüş, talabesinin talabesinden bile ders almamış olanların kendisini üstadın talabesi olarak çevresine satması en hafif tabirle sahtekarlık ve riyakarlıktır. Üstadın feyzinden, ilminden faydalanan talabe, yüz metre öteden belli olur, zira siyasetle uğraşmaz. Nurlarla taklidi imanları tahkiki imana çevirmeye çalışan bir muhabbet fedaisi olur. Tıpkı üstadın manevi evladı sayılan rahmetli Mustafa Sungur abi gibi son nefesine kadar kardeşlik ve ihlas der durur. Nifak peşinde olmaz, vifak ve ittifak içinde çabalar, siyasete bulaşmaz. Envar Vakfı’nın kurucularından, üstadın Anadolu’nun pek çok yerinde onu gezici Nur vaizi gibi hizmete gönderdiği Rahmi Erdem beyin hazırladığı ‘Davam’ kitabı, Risaleyi Nur şakirdlerinin 1960′dan sonra ilk 30 yılda çektiği çileleri pek güzel anlatır. 1991′in Ramazan’ında bir iftarda Rahmi Erdem ile Süleymaniye cami sohbetinde bulunmuştum, benim hikayemi dinledikten sonra seni ‘Nur şakirdi’ olarak kabul ediyorum demişti. Kitabını imzalayan Erdem, ömrümün sonuna kadar dava adamı olmamı salık verdi ve benden söz aldı. Rahmi Erdem’in “Beyaz Gölgeler” adlı eserinde Sungur ağabey Hocaefendi hakkında şöyle diyordu: “Rahmi bey kardeş, bu zaman da hakikat-i Kur’aniye’de saf tutan kardeşlerimizin manevi hüviyetini bendeniz ihatadan acizim. Bilhassa Fethullah Efendi hakk?nda fikir ve kanaatimi rica ettiniz. Daha önce de “o zatlarla arkadaş olmak, kardeş ve beraber olmak hepimiz için birer mazhariyettir. Bir lütf-u ilahidir. Böyle masum ve yıldız misal zatlarla daima iftihar ederiz. Onlar bizim şeref tacımız” demiştim. Fethullah Hocaefendi, deruhte ettiği hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesi, bir ve beraberlik içinde bulundukları kardeşleri ve arkadaşlarıyla âlemşümul bir hizmeti kucaklayan, gençliğin ve nesillerin imdadına maarifi ilahi ile koşan âli himmet ve kerimüssıfat bir mübarek zattır. Hz. Üstadımız, Kastamonu Lahikası’nda bir mübarek talebesi için “kalemi gibi kalbi de harikadır.” dediği bu manaya, Hocaefendi ve mübarek kardeşleri de mazhar ve masadak olduğunu gösteriyorlar. Onlar ahirzamanda âlemi ışıklandıracak bu nur-u Kur’an’ın mübarek, halis hameleleri olarak takdir ve tebrike sezadırlar. Hepimiz ve hep beraber bu nur-u Kur’an ağacının etrafında Rahmet-i ilahiye ile bulunmak nimetine mazhar olmuşuz. Malumunuz böyle hayatlarını İslamiyet’e, milletin saadet ve selametine halisane ve fedakarane bir surette adayanlar o hulus ve vüsat içinde çalışanlar; nihayette Hakk’ın keremi ile bir millet olarak ebediyet ve beka bulacaklardır inşallah. Belki onlar bunu da gaye yapmadan yalnız rıza-i ilahinin hudutsuz fezasında yol almak emelindedirler. Bu öyle bir nimet ve lütuftur ki Allah onu dilediğine verir.” Cemal Uşak beyefendi 1996 Eylül ayında bir trafik kazası geçiren Sungur ağabeyi hastanede ziyaretinde, Sungur ağabeyin: “Şimdilerde Hocaefendi ve hizmetine birçokları müspet bakıyorlar. Keşke 20 sene önce de böyle bakabilselerdi, ne iyi olurdu.” dediğini nakletmişti. Yine Cemal beyin nakline göre; “1972’li yıllarda Hocaefendiye izafeten; “Hocaefendiye Hazret-İsa (AS) diyorlar” diye bazı kimseler serişte ederek Hocaefendiyi suçluyorlar, itham ediyorlar ve camiadan dışlamaya 217 çalışıyorlardı. O yıllarda Sungur ağabey de Mehmed Feyzi ağabeye gidip; “Hocaefendi hakkında bazıları böyle söylüyor. Ne diyorsunuz?”diye soruyor. Mehmed Feyzi ağabey de tebessüm ederek: “Kardeşim olur böyle haller. Bana da söylüyorlar. Etrafımdakiler beni de öyle gördüklerini söylüyorlar. Bunun bir fitne yönü, fesat yönü veya zararlı bir yönü yoktur. Velayet makamlarında tıpkı makam-ı Hızır gibi her bir peygamberin makamı vardır. Makam-ı İsa da vardır. Bir takım zatlar ya İsa meşrep olurlar. Veya makam-ı İsa’ya çıkarlar. O zatları sevenler de, kendi kalp ayinelerinde o zatı ayn-i İsa gibi görür. Bu, o zatın ya makam-ı İsa’da olduğuna delalet eder. Veya o zatın İsa meşrep olduğuna delalet eder.” diyor. Kıymetli yazar Cüneyd Suavi Bey, 2 Kasım 2001 tarihinde Adapazarı’nda görüştüğümüzde Sungur ağabeyin bir mecliste Hocaefendi için: “Kardeşim, büyük evliyadır” dediğini nakletmişti. ‘Nasılki her peygamber ve Alim Zat Allah’ın bir ismine mazhar ise, aynen onun gibi Fethullah Gülen Hocaefendi de:’ Mesih’in sahip olduğu nefese sahiptir’ Mustafa Sungur Abiye göre. 1991′de istanbul’da Çamlıca Kuran Kursu üst katında, 6 Mart 1992′de Bakü’de 1 Nolu Komünist Partişkola’da Gülen’in öğrencilerine Sungur ağabey aynı dersi yaptı ve şunları vurguladı: Her Alim Allah’ın bazı isimlerinin ve bazı peygamberlerin sahip olduğu özellikleri, mizaclarında tecellileriyle daha fazla nümayiş ettirir. Mesela Üstad Hazretleri, Allah’ın ‘Rahman’, ‘Rahim’, ‘Sabr’ isimleriyle müsemmaydı. Peygamberimizin kopyasıydı. Alimler peygamberimizin varisidir derler ya, tam bir varisti. Hocaefendi ise, peygamberler içinde diriltici ruh üfleyen, dertlere derman olan sıfatlarıyla en fazla Hz. İsa’ya, Mesih’e benziyordu. (Bahse konu ‘Mesih’e benzeme, sıfat itibari ile kast edilmiştir. Dünya’nın dört bir yanında açılan Eğitim Müesseselerinin hızlı inkişaf etmesi, Hz.İsa (AS) mın ölüleri diriltmesi gibi manevi bir Dirilişe vurgu yapılmıştır.) Üstadın gerçek talabelerinin çoğunluğu ortadan ikiye çatlayan Nur camiasının bu yol ayrımında Gülen Hocaefendi’nin yanında durdu. Mustafa Sungur abi kendi oğlu Muhammed Nur Sungur’u Gülen’e eğitmesi için verdi ve ilk açılan Nur evine kendi elleriyle yerleştirdi. 1974 yılına kadar Nur camiasından ayrılmayı veya farklı bir görüntü vermeyi aklının ucundan bile geçirmeyen Hocaefendi, üstadın talabeleri ile 1966 yılından beri düzenli olarak istişarelere katılıyordu. İzmir’de kalan üstadın en iyi talabelerinden Ahmet Feyzi’nin haftalık dersini hiç ihmal etmezdi. Konyalı öğretmen olan ve üstadın varisim dediği, ancak genç yaşta vefat eden Zübeyir Gündüzalp ve Aralık 2012’de Hakk’a yürüyen Mustafa Sungur ile çok iyi ilişkileri vardı. 40 yıl uğraşarak yazdığı tevafuklu Kur’an’ı Kerim ile gönüllerde taht kuran Hüsrev Altınbaşak, 1977’de vefat edene kadar Gülen Hoca’nın yanında yerini almıştı. 1931 yılında Said Nursi’nin talabesi olan Hacı Hüsrev, 40 yıl boyunca hep Risale yazmış ve yaymıştı. En önde gelen talabelerden Tahiri Mutlu, üstadın Muhammed Mevlana Bağdadi’den kalan cübbesini ve diğer emanetlerini Hocaefendi’ye rüyasında gördüğü üstadım emri üzerine 1980 öncesi teslim etti. Yazar Cüney Süavi, Tahiri Mutlu’nun Hocaefendi’yi çok sevdiğini ve vefatına yakın Hizmet Vakfı Mütevelli Heyeti’ne kendi yerine Gülen Hocaefendi’yi seçtirdiğini doğruluyor. Hocaefendi bir sohbetinde Tahiri ağabeyin kendisine verdiği bir hediyeden bahsediyor: “Yazdığı şeylerden Mesnevi-i Nuriye de vardı, bana hatıra vermişti. 80 ihtilalinde birisi benim evimden almış, onları çatıya koymuş, yağmurda çürüdüler, tamir edilir mi diye çok uğraştım, hatıra kendi el yazısı, fakat maalesef.” Elazizli (Elazığ) Hulusi Yahyagil bey, askerdi ve üstada 1929’dan 1986’da ölene kadar bağlı kalmış en sadık talabesiydi. Nur’un ilk talabesi olarak üstadın taltif ettiği Hulusi ağabey, Hocaefendi’ye üstadın yayınlanmamış ve vakti gelince yayılması gereken emanet risale ve diğer emanetlerini rüyasında gördüğü üstadın emri üzerine 1980 başlarında yine Hocaefendi’ye getirip teslim etti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın eski başkanı Cemal Uşşak anlatıyor: Hocaefendinin 1995’te Moral FM ve Nesil matbaalarını ziyaretinde M. Emin Birinci abi şunları söyledi: “Ne kadar biz uyduk o ayrı konu. Zübeyir Ağabey; “Hizmetle alakalı meselelerde Fethullah Hocaefendi kardaşımla istişare edin. Onun fikirleri musibtir.” demişti deyince, Hocaefendi: “Estağfurullah! Zübeyir ağabey iltifat etmiş” dedi. 218 Hocaefendi Edirne’de vazifeli iken İstanbul’da Zübeyr ağabeyi ziyarete gelirdi. Şöyle anlatıyor: “Zübeyr abi çok ciddiydi, sevgisini dışarıya vurmazdı. Yanına gider gelirdim. Bir iki defa da bana nasihat etmişti. Ben çok müstağniyim, param yok, gider cami penceresinde yatarım. Param varsa, gider otelde yatarım. Sonrası üstü kapalı bana “kardeşim” dedi. “Üstad, Hastalar Risalesinde “gençlik ve sıhhat önemli iki gaflet unsurdur” diyor. Dersane çok önemlidir.” Sonra öğreniyorum ki, Kırkıncı Hocaya da diyor: “Geldiğinde dershanede kalsın.” Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 22. 10. 2003 tarihinde Erzurum’da Kümbet medresesinde bu konuda talabelerine şunları söylüyordu: “Zübeyir abi bana dedi ki “Hocaefendiye söyle, İstanbul’a gelip geçerken bana misafir olsun.” Hocayı o kadar sevmişti ki… Onun da (Hocaefendinin) ağabeylere saygısı öyle ki… Bambaşka bir şey canım.” Cemal Uşşak Bey anlatıyor: “Bir gün Bekir ağabeyin Kığılı Pasaj’ındaki yazıhanesindeydik. Arka odada Zübeyir ağabey de, diğer ağabeyler de vardı. Birisi İzmir’den bir haber getirmiş; “Fethullah hoca Kestanepazar’ından ayrıldı” demişti. Zübeyir ağabey bunu duyunca dizleri üzerinde doğruldu ve şöyle dedi: “Fethullah Hocaefendi kardeşim fevkalade isabet etmiştir. İnşallah bundan sonra Nur’un izzetine münasip bir tarzda hizmetine devam edecek.” Nur’un ilk talabesi Hulusi Yahyagil, Hocaefendi’ye hak ettiği değeri everdi. Üstad’ın talebelerinden Salih Özcan beyin nakline göre Hulusi ağabey merhum Hocaefendi için:”Bu gence dikkat edin, ilerde istikbal vaat ediyor” demişti. Hocaefendi 1983’de Elazığ’da Hulusi Yahyagil ağabeyi ziyaret ettiğinde Hulusi ağabey üstadın iktisat risalesinde bahsettiği kerametli baldan bir kaşık teberrüken hocamıza vermişti. Hocaefendi bunu şöyle anlatıyor: “Albay Hulusi Bey’e uğradım 83’de. Yani üstad vefat ettikten tam 23 sene sonra. Hulusi Abi merhum yine bana bir yemek kaşığı bal verdi, o baldan. Bitmemiş daha” Hocaefendi bir sohbetinde Hulusi ağabeyle alakalı bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Hulusi abinin oğlu vefat etmişti. Biz taziye için orda bulunuyorduk. Bize güzel şeyler anlattı. Ve “Bütün menba-ı varidat benim için bir yönüyle o işin prizması olan Hz. Bediüzzaman’dır. Yani Kur’an nur ışıkları içinde akar gelir ona. Ve bizde ondan aldık onu. Sünnet akar gelir biz ondan aldık.” Böyle anlattı.” Üstadın avukatı Bekir Berk, İslam Davasının meşhur Nur talabesiydi. Hastanede vefat ederken yanında sadece Hocaefendi vardı. Merhum Bekir Berk bey ile Hocaefendinin karşılıklı büyük sevgi ve saygıları vardı. Burada buna kısa bir hatıra ile değinelim. Muhammed Nur Sungur beyefendi anlatıyor:1986’da Fethullah Hoca hacca gelmişti. O zaman evimiz vardı,ticaretle uğraş?yorduk. Hac dönüşü Cidde’de hocayı misafir ettik. Tabii o sırada hergün Bekir Berk ağabey gelip gitti. Aralarında karşılıklı olarak müthiş bir muhabbet ve hürmet vardı. Sohbetleri oluyor, eski hatıralarını yâd ediyorlardı. Bir gün Bekir Ağabey ayrılırken Hocaefendinin onun ardından; “Hey kafesteki koca aslan” dediğini hiç unutamam. 12 Mart 1971 askeri muhtırasında Fethullah Gülen’i hapse atan cunta, onun yanına iki adet azılı Komünist koymuştu. Bekir Berk ve Mustafa Birlikte aynı koğuştalardı. Komünist Bekir ağabeyi hırpalayınca Hocaefendi iri ve heybetli cüssesiyle öne atıldı ve Komünist efendi ranzanın altına saklandı. Tuvalet yasağı vardı, 24 saat içinde sadece bir defa defi hacet yapmaya izin veriyorlardı. Nur davasından tutuklananları Fethullah Gülen aleyhine kışkırtan ve sahte ifadeler hazırlayan cunta ekibi, mahkemede zorla Nur talabelerinin tek suçlu olarak Gülen’i suçlamasını sağlamıştı. Hocaefendi’nin hayatta en fazla yıkıldığı, kırıldığı anlardan biriydi. dava arkadaşları ona ihanet etmiş, satmıştı. Asker korkusu üst seviyedeydi. Bir kişi Gülen’i o mahkemede satmadı, ihanet etmedi: Necdet Başaran. Necdet Hoca2yı 12 Eylül 1980 askeri darbecilerinden kaçırmak için yıllarca Hollanda’da tutan Gülen, 1999′da ABD’de zoraki sürgüne gittiğinde yanına canyoldaşı, cankuşu olarak Necdet Başaran’ı alacak ve vefasını gösterecekti. 6 ay sonra hapisten çıktığında onu karşılamaya kimse gelmedi. Ne talabeleri ne İzmir esnafı, nede 5 yıl emek verdiği Kestanepazarı 219 Camii mütevellisi. Herkes korkuyordu. İzmir’de tek tek esnafı dolaştı. Çok güvendiği bir esnaftan hiç beklemediği şu sözleri duydu: Hocam bir daha buraya gelmeyin, bizim başımızı derde sokacaksın, çoluk çocuğumuz var, bu iş artık olmaz’ dediğinde başından kaynar sular boşalmıştı. İzmir’de kalacağın evi, yurdu yoktu, çaresiz memleketi Erzurum’a döndü. Ahmed Feyzi Kul, üstadın talabeleri arasında Hocaefendi’ye en yakın olan ve en çok sevenlerdendi. Merhum Cahid Erdoğan anlatıyor: Rahmetli Ahmet Feyzi Kul abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hoca’yı ne de Yaşar Hoca’yı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi’nin İzmir’e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Feyzi abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim. “Beraber gidelim” dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi abi de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi’yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi abinin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, “Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor” demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu. Üstadın talabelerinden Abdülkadir Badıllı, Hocaefendi ile ilgili şunları kayda geçirdi: “Bu makamda hak adına ve bitarafane bir muvazene ile şöyle diyebilirim ki; Fethullah hocanın vasıtasıyla iman ve hidayete ermiş, İslamiyet nuruyla ahlâklarını düzeltmiş binlerle insan vardır. Bunun yanında hocanın şahsî kemalatı, tevazu’u, edep ve ubudiyeti de çok yüksek mertebelerdedir. Bu hakikat muvacehesinde Fethullah Hoca, en az bin Muşlu Molla kadar İslâma hizmet etmiş, eserleri de meydandadır, her ne ise..” Abdullah Yeğin, Fethullah Gülen Hocaefendi ile eskiden tanışmaktadır, şunları anlatıyor: “Üstad’ın talebeleri Hizmet Vakfı’nın mütevelli heyetine aza oldular. Tahiri Ağabey vefatına yakın bir zamanda ‘ben mütevelli heyetini bırakıyorum. Fethullah Hoca var, ben yerime onu tayin edeceğim.’ dedi. Vakfın tüzüğüne göre üç kişi tayin edilir, mütevelli heyeti de onlardan birini seçerdi. Tahiri Ağabey istifa edince Fethullah Hoca seçildi. Eskiden de tanırdım ben Fethullah Hoca’yı. Hatta ziyaretine gittik Edirne’de, İzmir’de… Ben Adana’da iken yanımıza gelmişliği vardı. Epey bir zamandır görüşmedik fakat onun da gayesi İslamiyet’tir, başka bir şey değil.” Abdullah Yeğin ve Bayram Yüksel gibi üstadın feyzi ve terbiyesini almış diğer iki talabeside Hocaefendi ile yakından tanışmış ve dava samimiyetini görmüştü. Şanlıurfa’da yaşayan Yeğin Hoca bir sohbetinde şunları kaydediyordu: ‘Hocaefendi mektep açmış, dersane açmış, kolej açmış. Orada da mümkün mertebe kendi anlayışları, kabiliyetleri ve güçlerinin yettiği kadar Risale-i Nur’u, birşeyleri öğretmeye çalışıyorlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum’. Abdullah abinin bu çıkışı Nur camiasında yurt ve kolej açmaya yönelik inadı kısmen kırmıştı. Zira pek çok Risaleyi Nur grubu Hocaefendiyi çok sert bir dille eleştiriyor, ‘Üstad zamanında yurt, okul mu vardı, bu diyalog çalışmaları da nereden çıktı, Gülen bidat çıkartıyor’ diyorlardı. Açıkcası Gülen’in en yakınındakileri bile ikna etmesi etmesi kolay olmuyordu. 1975′den beri yanında olan Hüsrev abinin talabesi Saadettin Başer’e 2012′de şunu söyleyecekti: On yıl ötesinin planını yapıyor ve ona göre adımımı atıyorum. Gözlerinizin içine bakıyorum evet kabul diyorsunuz ama bir acabayı da seziyorum, görüyorum. Ben bunları gerçekleştirmeye niyet ediyorum. 13 yaşında Erzurum’da annem beni koyunları gütmeye gönderirken dağarcığıma azığın yanında Hayatüssahabe kitabını da koyardı. 9 defa okudum ve ezberledim. Bugünün planlarını 13 yaşında bir çoban iken yaptım. Eğer bana engel olursanız veya ağır aksak davranırsanız 10 yılda yapılabilecekler 50 yılda yapılır ve aradaki 40 yıllık gecikmenin hesabını siz verirsiniz, ben vermem. Çünkü ben yapmak istiyorum. 220 Hocaefendi’yi 18 yaşında Erzurum’da medrese talabesi iken üstadın talabesi Muzaffer Aslan’ın sohbetine ilk götüren, kendisinden yedi yaş büyük Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’dir. Üstad 1957′de Muazaffer Aslan’ı 6 aylığına Erzurum’a hizmete gönderir. Onun sadeliği, mütevaziliği, ilmi ve sahabeye benzer abide duruşu Hocaefendiyi çok etkiler. Genç Gülen ‘bu devirdede sahabe gibi yaşamak ütopya değilmiş’ diye düşünür. Buradaki sohbetlerin sonunda tren garında Muzaffer Hoca’yı uğurlamaya gelen sadece üç öğrenci vardır: Fethullah Gülen, Mehmet Kırkıncı ve Hüseyin Hatemi. Sohbetlerine katılım on veya onbeş kişiyi geçmemiştir ama dönüşte üstadtan şu müjdeyi alır: Muzaffer’in 6 aylık Erzurum seferinden elde edilen semere 20 yıllık Risaleyi Nur hizmetine bedeldir. Kırkıncı Hoca, Gülen ile ilgili şunları ifade ediyor: Hilkaten dürüst, halim, iffetli bir genç idi. Müşfik ve merhametli idi. Her nutku bir belagat ve fesahat şaheseriydi. Hocaefendi, bizden bin adım ileri attı. Hariçteki hizmetleri ile de milletimizin dışarıdaki itibarını artırdı. Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, alem-i İslam’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir’ sözüne masadak oldu. Yüzlerce ve binlerce gencin fazilet ve irfanına vesile olmuştur. Bu ağır vazife, genç yaşta saçlarının ağarmasına sebep olmuştur.’ Kırkıncı Hoca, Hocaefendiye yazdığı bir mektupta “Bu kudsi hizmetinizi değil ki biz, felekler ve feleklerdeki melekler dahi tebrik ediyor.” demişti. Gönül Damlalar adlı eserinde ise Hocaefendi için; “Letafetli bir lebib ve fesahatli bir edip” tâbirini kullanmaktadır. Hocaefendiye gönderdiği ve 1997 Ramazan bayramında Zaman gazetesinde “Her ehl-i hamiyeti ağlatan zulüm” adıyla yayınlanan bir mektuplarında Kırkıncı Hocaefendi şöyle demektedir; “Sizi iki cihanda bahtiyar etmeye vesile olacak kutsi hizmetinizde Cenab-ı Hakk’ın size yüz binlerce sadık mücahitleri hayrul halef olarak bahşetmesi en büyük tesellimizdir.” Ve şöyle devam ediyordu: “Muhterem efendim, sizin saffet ve masumiyet içerisinde geçirdiğiniz hayatın sayfa ve yaprakları gayet açık ve parlaktır. Katiyyen bu gibi hadiseler mir’at-ı kalbinize toz konduramaz ve hizmetinizi gölgeleyemez. Zira bu gayretinizi bütün Anadolu ve âlem-i İslam, hatta cevv-ü sema ve fezayı âlem alkışlıyor, belki kâinat dahi memnun, mesrur oluyor.” Artı Haber adlı dergide bir soru üzerine Kırkıncı Hoca şöyle diyordu: “Fethullah Hoca çok muhterem bir zattır. On sene benim yanımda kaldı. Devletin yapması gerekenleri yapıyor. Okullar açtı, çocuklar orada Türkçe öğreniyorlar, Müslüman oluyorlar. Onu baş tacı etmek lazım. Zaten ben onun çocukluğunu bilirim, müşfik, devletine bağlı. Hatta milliyetçilik namına benden biraz daha ileriydi.” Hocaefendiye Nurlardan ilk bahseden Mehmed Kırkıncı hoca olmuştur. Hocaefendi Rotterdam sohbetinde Kırkıncı Hoca’dan şöyle bahsediyordu: “Bana Risale-i Nur’u tanıtan da o oldu. Abimizdi, hamimizdi. Hâlâ da hâlisane hizmet eder -kendisi nasıl düşünürse düşünsün- ama düşüncesi oydu: Ellerini dizlerine vurur; “Hocaefendi akibetimden çok endişe ediyorum” derdi. Kırkıncı Hoca Aksiyon dergisine verdiği röportajda Hocaefendi ile alakalı şunları söylüyordu: “1956′da tanıştık, 1966 yılına kadar beraber iman ve Kur’an’a ait hakikatleri okuduk. Bu süre içinde aramızda tatlı bir uhuvvet ve muhabbet teessüs etmişti. Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanları tahattur ettikçe kendimi firdevsi bir saadet içerisinde hissediyorum. Bazen cumaları müftü efendiden izin alarak herhangi bir camide vaaz ederdi Hocaefendi. Sabahtan öğleye kadar risaleden bazı yerleri ezberler, kürsüye çıkar, kekelemeden konuşurdu. Bak ben kekeliyorum ama onda kekeleme yok. İşte onları ezberleye ezberleye kendine bir hal geldi. Öyle bir hafızası var ki, 1966′ya kadar beraber bulunduğumuz her şey hafızasanda. Onun vaaz ve nasihatleri en duygusuz insanı bile heyecana getirip ağlatır. Dünya zevkleri onu hiçbir zaman aldatmadı. İbadetine düşkündü, geceleri teheccüd namazını kılar ve secdeye kapanarak bu millet için dua ederdi. Dalalet ve sefahat girdabına düşen, dini ve milli seciyelerini kaybeden gençlerimiz için ağlar ve necatları için halisane niyaz ederdi. İslamiyet’in neşir ve tebliğini farz telakki eder ve bunu ifaya çalışırdı. Bu çalışmasında da muvaffak oldu. 221 Onun en bariz meziyetlerinden birisi de vatan ve milletini çok sevmesi idi. Kendisi için değil milleti için yaşar ve düşünürdü. O nedenle, onun hizmetlerini çekemeyenler, ona karşı olanlar memleketin, milletin dostu değil. Kendisine yapılan saldırılara rağmen azim ve sebatla, sabır ve tahammülle taviz vermeden davasını takip etti. Bir gün adaletin zulme, hakkın batıla galebe edeceğine inanıyordu. Fikir ve irfanla ve neşriyatla insaniyete hizmet etmeyi gaye edinmişti. Hoşgörü sahibi idi. Muhaliflerine bile kat’iyyen düşman nazarı ile bakmazdı. Hakikate muhalif hiçbir menfi harekette bulunmamıştır.” Kırkıncı Hoca, “Hayatım- Hatıralarım” adlı anı eserinde risalelerin Hocaefendi üzerindeki etkisine şöyle değiniyor; “Feyz kaynağı olan Risale-i Nurları tahkik ve tetkik ettikten sonra Hocaefendi yepyeni bir hususiyet kazanmış oldu. Risale-i Nur’daki cevherler onun ruhunu alevlendiren bir mürşid-i azam oldu. Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinde istidatlarını yoğurdu. Onun düsturlarını kendisine meslek ittihaz etti. Hocaefendi o cevherleri aşk mayası ile yoğurarak gençlerimize verme bahtiyarlığına erişti. Şimdi ise hizmeti bütün dünyanın gözlerini kamaştıracak bir hal aldı. Çağımızda iman ve İslam aksiyonunun müstesna temsilcilerinden biri oldu.” Hocaefendi’yi hayatta en fazla üzen hadise Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın suikastla zehirlenerek 17 Nisan 1993′de öldürülmesiydi. Gece ve gündüz bir hafta hiç durmadan ardından ağladı. ‘O bulunduğu yerde tek adamdı, yeri doldurulamaz’ diyordu. İlginçtir, Haziran 1993′de çok sevdiği annesi Refia hanım vefat ettiğinde Hocaefendi hiç ağlamadı. Bu benim şahsi meselem, arkadaşlarımı buna karıştırmam düşüncesindeydi. Talabeleri bir gün eline kendi yazdığı anne şiirini vererek okumasını istediler, daha ilk cümlede gözlerinden yaşlar boşandı ve şunu itiraf etti: Evet, odamda annemin ayaklarım üşümesin diye benim için ördüğü patikler çekmecemde duruyor. Her gün açıp bakıyorum ve odamda iki saat sessizce ağlıyorum. Kırkıncı Hocaefendi şunları da ifade ediyordu: Yıllar sonra annesinin vefatı üzerine Osman Hoca ve Ahmet Şahin’le birlikte taziye için gittik. Dört saat yanında kaldık. Çok güzel sohbetler oldu. Birkaç gün önce bir rüya görmüştüm. Rüyada geniş bir bina, ucu bucağı görünmüyor, zemini de halı gibi döşenmiş. Hoca efendi birden yanımda durdu ve binayı bana anlatmaya başladı. Dedim: “Buraya gelmeden önce böyle bir rüya gördüm. Tabiri nedir?” Dedi: “Estağfurullah, siz daha iyi bilirsiniz.” Ben de “Sizin hizmetinizden çok gelişeceğine işarettir” dedim. Hocaefendi: “Bu sizin hizmetiniz , sizin , sizin…”diye ağlamaya başladı. İzmir’de hapisteyken Nazım Gökçek, Necmettin Bey ziyaretine gideceğiz. Gitmeden öncede bir rüya gördüm. Rüyada Cebrail, elinde bir masa saati. Bana “Al bunu Fethullah Hocaya ver.” Ziyaretine gittiğimizde bu rüyayı anlattım. “Hocam, bunu işittikten sonra 10 sene hapiste kalsam hiç aldırmam” dedi. Yüz yetmiş ülkede okul yapmak ne demek? Cebrail’in rüyadaki saati bu işte… Ben, “Cenabı-ı Hak, Bediüzzaman’ı kendisini anlatmak için yaratmış, Fethullah Hocayı da hizmet için yaratmış.” diyorum. Benim inancm bu… Kırkıncı Hocanın hizmetlere dair gördüğü iki rüyasını Hocaefendi bir sohbetinde şöyle anlatıyor: “Benim öteden beri hep kendisine saygı duyduğum bir zat. 5–10 yaş benden ilerde olmasının yanı başında aynı zamanda 5–10 sene evvel de Hazret-i Bediüzzaman’ın dünyasına erken uyanmış olması itibarıyla benim saygı hisleri, saygı duygularıma bir o kadar daha saygı ilave ettiren bir insandır. İki sene evveldi, bu müesseselere gelmişti. Bana iki enfes şey anlattı. Bunlardan bir tanesi şuydu: Gözyaşlarıyla, 60 yaşındaki insan hıçkıra hıçkıra anlattı. Az belki ayrı gibi görülebilirdi. Ben görmem de, o da görmez, başkaları görebilirdi. Şafii-Hanefi ayrılığı, Şafii-Maliki ayrılığı içinde biraz da metotta, usulde değişik yollarla aynı hedefe varma ayrılığı gibi bir şey. “Etturuku ilallah bi adedi enfasi halaik” Allah’a giden yollar mahlukatın solukları sayısınca. İşte bundan nasiplilik içinde mini 222 bir farklılık, bir ayrılık. Tabii bunu neye söylüyorsun. Çünkü “Sizin hizmetiniz” deyip de, başarıları ifade ederken böyle bir insanın o başarıları gözyaşlarıyla ifade etmesi çok manidardır. Dedi ki; “Bu müesseseleri gördüm. Her birisi dünyayı idare edecek büyük saraylar gibi geldi. O saraylarda beni gezdirdiler. Bir yere gelince o saraylarla alakalı insanları, görünce, anladım ki meğer dünyayı idare eden o saraylar bu hizmet ve bu hizmetin arkasındaki insanlarmış” dedi. Ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Ve sonra arkasından ayrıbir şey anlattı: “Gördüm ki yine” dedi. “Anadolu seller içinde, seylâplar içinde. O seller binalar? önüne katıp bir kütük gibi sürükleyip götürüyor. Ve herkes endişe telaş içinde. O esnada ümitlerin ayakta kalması düşünülemez. Herkes sarsık, belki her vicdanda yeis yaşanıyor. Fakat o esnada nereden çıktığı belli olmadan birden Bediüzzaman belirdi. O selin içinde, sizin yurtlarınızı, pansiyonlarınızı, evlerinizi, kaya gibi kucaklıyor, selin önüne koyuyor ve bir baraj yapıyor. GAP barajı gibi bir baraj yapıyor. Derken sular çekildi. Zararlı olma durumu inkitaa uğradı. Ve faydalı bir baraj haline geldi. Anadolu da seylâpların erozyonundan kurtuldu.” Bunlar iki sene evvel derin duygularla, coşkun heyecanlarla anlatıldı.” Hizmet’in İzmir’de başlamasının da bir hikmeti vardır. Levanten, Rum ve Ermeni nüfusu nedeniyle Osmanlı döneminden beri ‘Gavur İzmir’ denilen bu şehir Eylül 1922′ün ilk haftası kaçan Rumlar tarafından yakılmıştı, yıkılmıştı. Cumhuryet’in ilk 50 senesinde de İzmir, dinin merkezi değildi. 1966′da Hocaefendi, Edirne’den Kestane Pazarı camisine imam ve vaiz olarak atandığında tarihin akışı değişti. Kur’an Kursu’nda beş yıl boyunca müdürlükte yapan Hocaefendi, Kestane Pazarı Cami vakfı kurucu ve yetkililerini zor durumda bırakmamak için öğrenci kamplarını hep kendi bulduğu bütçelerle dışarıda yapmıştı. 1968′de Buca’da ilk kampa gittiklerinde 75 öğrenci vardı ama bunların erzak ve iaşesini nasıl karşılayacağını bilmiyordu. 30 yaşındaydı, o yıl ilk defa hacca da Diyanet görevlisi olarak gidecekti. İkinci sene 1969′da Manisa kampında öğrenci sayısı 250′ye çıkmıştı. Tüm bunların masrafını karşılayan fakir İzmir esnafıydı. Hocaefendi, 1969’da İzmir’de Tepecik mahallesinde ilk Işık Evi sayılan dersaneyi açtığında üniversite ve lise öğrencisi talebelerini burada eğitmeye başlamıştı. Bu evde kalanların hepsi daha sonra Gülen’in kuracağı sosyal hareketin önde giden atlıları ve üst düzey yöneticileri olacaktı. İçlerinde kimler yoktu ki… Abdullah Aymaz, Mehmet Atalay, Ali Candan, Hüseyin Rencber, Halil İbrahim Uçar, Mehmet Kadan ve İlhan İşbilen. Fehmi Koru ile Abdullah Aymaz aynı lisede okuyordu ve Koru Gülen’in tedrisinden geçen ilk talabelerdendi. Nur talabelerinin öğrenci dersanesi nasıl çalıştırılır hiç biri bilmiyordu. Bu nedenle staja ihtiyaçları vardı. Gülen, kırk kişilik bir topluluk oluşturarak Ankara’da Dışkapı semtinde Nur apartmanında oturan Bayram Yüksel’in dersanesine bir gezi düzenledi. Aynı gün başka bir yerden gelen 40 kişilik başka bir grupla evde 80 kişi olmuşlardı. Evde olanlara şahit olan, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Bekir Aksoy, Fethullah Hocaefendi’yi ilk defa orada gördü. 31 yaşındaki bu genç bu dünyadan değildi. Hal ve haraketleri, edebi, saygısı, oturuşu bir başkaydı. Dizleri üstünde genç bir medrese talabesi gibi tir tir titriyor, buram buram terliyordu. Bayram Yüksel, ders yapması için Risaleyi Nur’u genç Fethullah’a uzattı. Uzun boylu, yakışıklı, yüzünden nur damlayan Gülen Hocaefendi’nin dilinden tek bir kelime döküldü: Estağfirullah… Bayram Yüksel, ısrarla Gülen’in dersi okumasını talep ettikce hep estağfirullah kelimesini işitti. Bardaktan boşanan yağmur altında kalmış gibi sırılsıklam ter olan Hocaefendi, edep ve terbiyesinden kıpkırmızı olmuştu. Bir büyüğün karşısında nasıl oturulur, nasıl konuşulur hal lisanıyla gösteriyordu. Bekir Aksoy, çok etkilenmişti. Eski evliya menkibe ve siyer kitaplarında gördüğü bir tabloydu bu. Kitaplarda kaldı, bir daha yaşanmaz sanıyordu. Tam 40 defa Gülen Estagfirullah dedi ve Bayram Yüksel’in olduğu ortamda Risaleyi Nur’u okumaktan hayâ etti, saygıda kusur etmedi. Gülen’in karakter ve ahlak yapısına aşık olan Bekir Aksoy, herkes gittikten sonra Bayram Yüksel’e şunu söyledi. Bu şahıs, Fethullah Gülen çok büyük bir şahıs olacak, ömrümün sonuna kadar ona hizmetçi olmak isterim. 1979’da ABD’ye imam olarak gönderilen ve orada kalan Aksoy’un bu duasını Cenabı Allah kabul edecekti. 1992 yılında Fethullah Gülen ilk defa ABD’ye geldiğinde yanından yer almayan Aksoy, 1997’de ikinci gelişinde yine tercümanlık ve rehberlik yaptı. 21 Mart 1999’da Gülen’in zoraki sürgünle daimi olarak ABD’de Pensilvenya’da kamp yerine yerleşmesinden sonra yanından hiç 223 ayrılmadı, özel kalemi oldu. Ankara’da ilk talebe hizmetlerini başlatan Bayram Yüksel ağabeydi ve Bekir Aksoy’da en samimi ilahiyatta okuyan öğrencilerdendi. Hacı Bayram’daki meşhur 27 numaralı ev çok hizmet etti. Bayram ağabey, iki dakika boş zamanı olsa hemen boynunda asılı duran torbadan Risale-i Nur çıkarır, okurdu. Onun, Risale-i Nurlara böylesine bağlı olmasına her Nur şakirdi hayran olurdu. Cenaze namazının bizzat Hocaefendi tarafından kıldırılmasını vasiyet etmiştir. Hatta Bayram Yüksel, 1997’de dar-ı bekaya irtihal etmeden önce teveccühü en uç noktaya taşıdı. Hocaefendi, Bayram abinin teveccühünü şöyle anlatıyordu: “Bayram abi enfes şeyler anlattı bana. “Tamamen bu neşri size devredelim” dedi. Bunlar hep Allah’ın lütfu…” Üstadı 1956’da tanıyan ve ABD’ye ilk Risaleleri götürme ve ABD Kongre müzesine hediye etme emrini bizzat üstattan alan Hekimoğlu İsmail, bugüne kadar 55 yazdı, hepsini okudum. Mütevazi bir Nur şakirdiydi. Bayram abiyi ve Gülen’i Hekimoğlu şöyle anlatıyor: Hacı Bayram Camii civarında çok sade bir evde otururdu. Bir gün dedi ki, “Ben evde bir saat oturdumsa, bin kere tövbe etmem lazım. Bu kadar çok talebe, bu kadar çok yapılması gereken iş varken…” Yine bir gün Hacı Bayram 27 numaralı evde ders yapıldı. Bayram ağabey, dersten sonra ocağı yaktı, kaynayan suya erişte attı, biraz da salçayla karıştırıp ikram etti. Dersten sonraki ikramlar için saatlerce mutfakta uğraşmak diye bir şey yoktu. Başka bir gün yine bizi yemeğe davet etti. Gittik. Çorba yapmış. On kaşıkta bir şehriye tanesi geliyor kaşığa… Amma o çorbanın tadını unutamam… Fethullah Gülen Hocam’ın buyurduğu gibi, “Ben Hazreti Üstad’ın etrafında bir kısım itibarıyla hakikaten ümmi, fakat hizmet felsefesine vâkıf öyle dâhilere şahit oldum ki, isim de tahsis edebilirim… Bayram ağabey, mektep okumamış bir köylü çocuğu idi. Fakat vallahi-billahi-tallahi bir devletin başına koyun, o nurları çok hazmetmiş olması itibarıyla, idare ederdi.” Bediüzzaman’ın, “Japonya’ya Bayram’ı göndereceğim.” demesi üzerine bir kardeşimiz, “Üstad’ım, oralara tahsilli ağabeyleri gönderseniz daha iyi olmaz mı?” diye sorar. Üstad der ki, “Tahsil değil, ihlas hizmet eder…” Birkaç ay önce Gülen’in Pensilvanya’daki kaldığı çiftlik evine gelen Teksaslı Amerikan gazeteciye duvarda yazılı olan levhada ki ‘Burada ya ahireti konuş veya sus’ yazısını tercüme etti Bekir Aksoy. Sonra da şaşkın şaşkın bakan muhatabının kafasındakileri okumuş gibi şunları söyledi: Siz dünya çapında 150 ülkede faaliyet gösteren, okulları ve üniversiteleri olan bir sosyal hareketin liderinin kaldığı mekanda herhalde dev bilgisayarlar, Uganda masası gibi ülke birimleri bulmayı bekliyordunuz. Milyar dolarlarla oynandığına göre muhasebeciler ordusu çalıştırılıyor olmalıydı. Böyle hummalı bir çalışma göremeyince şaşırdınız değil mi? Gülen sadece ahiret ile meşguldür, dünya kelamı etmez ve ettirmez. Zaten kendini dinleyenlerden dünya makam ve zenginliklerine talip olmamalarını sadece Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmalarını istiyor. Siyasetten uzak duruyor. İzmir’de Bornova’da Hisar camisinde Hocaefendi ilk vaaza başladığında Yaşar Tunagör Hocaefendi’nin sohbetlerini kasede kaydeden Cahit Erdoğan da camidedir. Ancak kayıt aletini getirmemiş, bu genç hoca yaşar hocadan daha iyi değilki kaydı hak etsin diye düşünmüştü. Vaaz boyu kıvranmış durmuş, terlemiş, bin pişman olmuştu. O gün kendisine söz verdi, Hocaefendi’nin hiç bir vaaz ve sohbetini kaçırmayacak ve kaydedecekti. İlk kayıtları gizli yapmıştı, zira çok mütevazi olan Hocafendi ‘ben buna layık değilim’ diye izin vermiyordu. Onu ikna etmesi kolay olmamıştı. Tuzcu Cahit Hacı Kemal Erimez’den yardım istedi. Hacı Ata’nın net tavrı olmasa belkide Hocaefendi vaazlarının Cahit Erdoğan tarafından kayda alınmasına izin vermeyecekti. ‘Rahmetli Cahid Erdoğan bey Bediüzzaman’ın sağlığında sesini kaydetmek için teybini de ziyarette yanında götürmüş, fakat Üstad izin vermemiş ve Cahid ağabeye: “Bu teyb ilerde büyük hizmet edecek” buyurmuştu. Daha sonraları bu teyb Fethullah Gülen hocaefendinin vaaz ve sohbetlerini ilk kaydeden ve bizlere intikalini sağlayan Cahid Ağabeyin vesilesi ile aynı teyp olmuş, Üstadın ihbarını da tasdik etmişti.’ Tuzcu Cahit abi ahir ömründe İstanbul Çamlıca’da yaşadı. Çamlıca Kuran kursu’nun revirine bakan sağlık memuru olarak hergün iğnelerini vurmak için evine 224 gidiyordum. Allah rahmet eylesin, Cahit abinin kaydettiği kasetler bir neslin kurtarılmasında önemli rol oynadı. ‘Evet’, dedi Amerikan gazeteci, burada kalan şahsiyet sanırım ruhani biri. Çok sade, mütevazi, ruhaniyet ağırlıklı bir mekan. Bildiğim her şey yanlış olmalı. Buraya doğruları yazmaya geldim, psikolojik savaş ürünü çakma haber peşinde değilim. Elin Amerikalısı Gülen’i ve örnekleri kendinden olan 21. yüzyıla şekil veren veya verecek olan Gülen Hareket’inin Türk İslam medeniyetinin ana kaynaklarını tanımaya, hiç olmazsa samimi gayret ediyor. Ancak ülkemizin aydını halen suskun, medyası onca yediği yalanlama tokadına rağmen halen açık arıyor… 28 Şubat 1997 sürecinde Gülen Hocaefendi’yi siyasete bulaştırmak isteyen derin devlet güçleri, fesad komitesi medya ile el ele vermiş imaj bozma operasyonu sergiliyordu. 1998 Şubat ayında “İşte MİT raporu” diye bir belge gazetelere düştü. Susurluk olayı patlak verince, MİT Başbakan Erbakan’a 17 Aralık 1996′da bir bilgi notu ulaştırmıştı. Bu notta 58 isim yer alıyordu. O rapor, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal tarafından Erbakan’a sunulmuştu. 58 isim arasında Tansu ve Özer Çiller’in, Mehmet Ağar’ın, Mehmet Eymür’ün, çok sayıda mafya mensubunun, hatta Fethullah Gülen’in bile adı vardı. 1998′de gazetelerde yayınlanan MİT’e ait bilgi notunun bir bölümü kamuoyundan özenle gizlenmişti. Bugün de gizleniyor. Çünkü o raporun her sayfasının altında bütün bilgilerin basından, özellikle Doğu Perinçek’in Aydınlık adlı dergisinin 22 Eylül 1996, 17 ve 24 Kasım 1996 tarihli nüshalarından alındığıbelirtiliyordu. Azerbaycan darbesi iddiaları, Çiller Özel Örgütü’ne ilişkin haberler hep basın kaynaklarından derlenmişti. Dediğim gibi her sayfanın altına “İddialar basından alındığı biçimde aktarılmıştır” diye ibare düşülmüştü. Zaten, bu bilgileri Erbakan da o tarihte kamuoyuyla paylaşmıştı. Demek Milliyet’teki haberin yeni bir tarafı da yok. O raporda, meselâ Fethullah Gülen’in CIA bağlantısı şu şekilde anlatılıyordu: “Gülen, eski CHP milletvekili Kasım Gülek ile yakındır. Gülek, Moon Tarikatı üyesidir. CIA bu tarikatla işbirliği halindedir. Dolayısıyla Fethullah Gülen de CIA ile ilişkilidir.” Aynı rapor, Gülen ile mafya arasındaki münasebeti de şöyle bir mantığa dayandırıyordu: “Haluk Kırcı, Türkmenistan’da bulunduğu sırada ‘Hoca efendinin görüşlerine inanıyorum’ demiştir. Çatlı’yı İsviçre’deki cezaevinden CIA kaçırmıştır; daha sonra Haluk Kırcı ölen Çatlı’nın yerine geçmiştir.” Haluk Kırcı, Fethullah Gülen’e sempati duyduğuna göre, bir ucu CIA ve Mossad’a, diğer ucu Susurluk’a dayanan karışık bir yumak işte bu şekilde ortaya çıkmıştır. Beni hayrete düşüren, medyanın, yeni bir şeymiş gibi, Şubat 1998′de, kamuoyunu yönlendirmek amacıyla paylaşılan bilgileri, ısıtıp yeniden gündeme getirmesidir. Bu raporun arkasında tekrar hatırlatalım: Doğu Perinçek’in Aydınlık gazetesi var. Doğu Perinçek Ergenekon sanığı. Zaten MİT’in yazdığı o bilgi notu da, kaynak olarak Aydınlık dergisini gösteriyor. Özellikle gazeteciler hafıza zaafına uğrayınca, fark etmeden tehlikeli misyonları üstlenmiş oluyorlar. Hocaefendi siyasilerle görüşmesinin nedeni şöyle izah ediyor: Siyasilerin bizimle görüşme talepleri, elbette sadece benim şahsımdan kaynaklanmıyordu. Onlar, bizim arkadaşlarımızda gördükleri veya zannettikleri potansiyel gücü, ‘rey’e çevirebilmek cehdi ve gayreti içindeydiler. Aslında bir siyasi lider için böyle bir davranış gayet normal ve tabiidir, ancak, eskiden beri ruhuma hakim olan bir düşünce vardır. Bu adamlar politikacıdır; görüşmeleri, konuşmaları hep birer siyasî yatırım olabilir. Bugün burada bizimle oturur bir şeyler konuşurlar. Yarın gider bunu bir yerde kendilerine malzeme yapabilirler. Bu iş basına akseder ve bunun tekzibi de mümkün olmaz, ancak, tavrımızın siyaset üstü olduğunda şüphe edilmemelidir. 225 Fethullah Gülen Hocaefendi, mürşidi Said Nursi gibi, ‘siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçan’ ve takipçilerini kesinlikle siyasete sokmayan tek sivil ve dini toplum örgütü lideri Türkiye’de. Her seçim döneminde bazı isimler gündeme yalan yanlış getirilir. Gülen, hiç bir zaman ‘şuna oy verin’ diye yönlendirme yapmayacak kadar demokratik, nezaket sahibi biri. Tüm siyasi parti liderleri kendisiyle bu beklenti ile görüştü, iskeleye yanaştı; ama sonuç alamadı. AK Lideri ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan buna dahil. 12 haziran 2011 genel seçimi öncesi ısrarla the cemaatden 50 milletvekili isteyen ve ısrarla göndermeyen Gülen değil mi? Erdoğan’ın aşırı talebinden sonra bugün AK Parti saflarında milletvekili olan İlhan İşbilen ve Muhammed Çetin’den başkasına kefil olmayan ve ‘yapmasalar daha iyi olur’ diyen Gülen’i ve the cemaat’ı politika yapmakla suçlayanlar insafsız, vicdansız, karaktersiz değil mi? Gülen siyasete girdiği, gücü, parayı, makamı ve iktidarı elde ettiği halde imanen, kalben sağlam kalabilmiş tek bir insan tanıdığını söylüyor. Merhum şehidimiz Turgut Özal. Gülen, birde merhum diğer şehidimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir siyaset adamı değil bir alperen olarak orada bulunduğunu dile getirerek yiğide hakkını veriyor. Gülen’in kısacası siyasette harcayacak talabesi de yok, boşa harcayacak zamanı da. O, tüm halkımızı kucaklamak, siyasi tefrika yoluyla bölmek istemiyordu. Elbette sorumlu bir vatandaş olarak görüşlerini söyleyecek ve elinden geldiği kadar kendini sevenleri yönlendirecektir. Bunun adına siyaset yapmadan siyaset yapmak denir. Siyasilerle irtibatını sağlayan, yıllarca yanında bulunmuş yetkin bir iş adamı, Aralık 1995 seçiminde Gülen’in haberi olmadan DYP Lideri Tansu Çiller’e gidip ‘beni İstanbul’dan birinci sıradan birinci aday yapacaksınız’ diye girişimde bulunduğunda Çiller bile buna inanmamıştı. Çiller’in sordurmasıyla bunu öğrenen Gülen’in sinirlenerek bayıldığını ve ‘bu zatla ilgimiz yoktur’ diye Zaman gazetesine ilan verdiğini hatırlıyorum. Bu zat hatasını anlamış, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Bu zatı muhteremi Çiller’in 1995′de Bakü’ye yaptığı gezide yakından tanımıştım. Gezi programına Bakü Türk Koleji ve Kafkas Üniversitesi alınmayınca köpürmüş ve büyükelçinin canına okumuştu. Çok samimiydi. Çiller onu kıramadı ve büyükelçiye rağmen ayak üstüde olsa Azeri lider Haydar Aliyev ile Kafkas üniversitesini ziyaret etti. Ancak Bakü Büyükelçisi Ömür Orhun, Bakü Türk kolejine adım atmamakta yeminliydi. Aralarında çıkan laf dalaşı, muhteremin büyükelçi Orhun’un gözünün üstüne bir yumruk atmasıyla kavgaya dönüştü. Korumalardan önce ben araya girdim ve ayırsamda ikinci yumruğuda yedi büyükelçi. Gözleri mosmor olunca kara gözlük kullanmak zorunda kaldı. Bu kadar samimi olan birinin ihanet edeceğini hiç sanmıyordum. Daha sonra ortaya atılan, ‘evvelden sokulmuş uyuyan bir ajan’ olduğu yalanlarına hiç inanmadım, inanmayacağım. Ancak şu gerçeğide gözardı edemem. Muhteremin bol para harcama ve lüks yaşama zafiyeti vardı. Bu nedenle bir yandanda Turgay Ciner’in adına açtığı hesaba yatırılan 60 bin doları afiyetle yedi ve İstanbul’da Beykoz’da tahsis edilen evde kalıyordu. Park Holding’in 10 yıllık dönem bilançolarına maliyeciler bakarsa bunu görecekler, benim nasıl bildiğimi ise sormayın, gazeteci kaynaklarını açıklamaz. Gülen, bir ay huzuruna onu kabul etmedi. Bir hafta geldi, onun dergahında ağladı. Yüzüne dahi bakmadı. Affetme ufku geniş Gülen, nihayet onu bir daha Türkiye’ye dönmemek ve tüm zamanını bu hizmetlerde sarfetmek kaydıyla, Afrika’da hizmete gönderme şartıyla affetti. Ama dinlemedi. Tersini yaptı, bir defa şeytanların kucağına düşmüştü. İmtihanı kaybetmişti, nefsine yenilmişti. Bir gün geri döneceğine, hatasını anlayacağına inanıyorum. Bu hizmetin çayını çorbasını içen unutamaz. İşte Gülen budur. Teklif var, ısrar yoktur ama kendini bırakanı kendi adına affetsede, the cemaat’a zarar verdiği, Hakkın hukukuna tecavüz ettiği için hesabını Allah’a verecektir, ahirette mutlaka ince hesap görülecektir. Doğan içinde, generaller içinde aynı durum söz konusu. 28 Şubat davası bu dünyada belki bir sorunu çözer ama büyük mahkemedeki hesaplaşmada kıl kırk yarılacak ve hesap çetin geçecektir. Gönül isterki hesap o tarafa kalmadan bu dünyada eşeklik edenler çıksın özür dilesin, neyse cezası çeksin, toplumda barış ve huzur olsun. Böylelikle bir daha aynı palavralar atılmaz. Adalet yırtılmaz. Peki kim olabilir bu Gülen’i tehdit eden şantajcılar? Gülen, ‘bu sırlar benle mezara gidecek’ diyor ama biz tek tek inceleyelim. Merhum Necmeddin Erbakan’la ilk yüzyüze buluşmam 1989 belediye başkanlığı seçimleri öncesine rastlar. 20 yaşında Alanya’da genç bir esnaftım; gazeteci 226 değildim. 30 yıldır Erbakan’den medet uman, emekli asker olan babamı Erbakan Alanya belediye başkanlığı adaylığı için düşünüyordu. Dar daireli bir ev toplantısında Erbakan, ‘Özal ve Fethullah Gülen, CIA’nın ajanlarıdır. Bir numaralı düşmanımız Zaman gazetesi ve Gülen Grubudur’ dediğini bu kulaklarımla duymasam inanmazdım. Erbakan’a göre kendi partisine oy verenler müslümandı; vermeyenler’ patates din’indendi. Kıpkırmızı olmuştum, babamı adaylıktan vazgeçirdim, yine de babam seçim kampanyasında tüm araçlarını onlara tahsis etti. Ses çıkarmadım. Bu olayı birkaç yıl sonra Gülen’e bir talabesi vasıtasıyla ulaştırdığımda Gülen’in ‘Susma, yorum yapmama hakkımı kullanıyorum’ dediğini ibretle öğrendim. Gülen’in ufkuna, vizyonuna aşık oldum. Erbakan’ı ülkemize getiren ismin Faruk Gürler ve Muhsin Batur paşlar olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Dini yapıları, tarikatları tek elde toplayıp kontrol etmek isteyen Gladyo ve Türkiye’deki generalleri Erbakan’a yumurtaları tek sepette toplama görevi vermişti. Gülen’in siyasete girmeme kararına Erbakan 1970 öncesi pek bozulmuştu. Erbakan, Gülen’in Buca ve Manisa’da öğrencilerle yaptığı kamplara tam üç kez geldi ve hepsinde Hocaefendi’den ‘ Biz siyasete girmeyeceğiz’ kelamını işitti. Son geldiğinde Gülen, Erbakan ile yüzyüze görüşmek istememiş, yalan söylemek istemediği için de elindeki sopla ile bir yerde bir daire çizip, ortasına sopayı değdirip’ Burada yokum’ deyin lütfen diye mesajını iletmişti. 1994 belediye başkanlığı seçimlerinde RP’nin başarısını tüm hezeyanlarına rağmen sevinmiştim. Aralık 1995 seçimlerinde Gülen’in ne düşündüğünü öğrenmek için Altunizade’de sohbetine girmek istemiştim. Yurt dışında olduğum için o zamana kadar hiç oy kullanmamıştım, ilk defa yurtdışına giderken hava alanında oy kullanacaktım. Gülen, yanlış anlaşılır düşüncesiyle kimseyle görüşmüyordu. Küçük bir imasınını bile yanlış yorumlayanlar oluyordu. Sürekli onla görüşenler bile yanına giremiyordu. Bu kafa karışıklığıyla hayatımın en büyük hatasını yaptım ve RP’ne oy attım. Bu dönemde Gülen Grubu’na ciddi baskılar vardı, şantaj dostlardan da geliyordu. Erbakan’a kızgın olmama rağmen ‘ehveni şer’ diye ona oy atmam, Milli Görüşcü kardeşlerden nefret etmediğimi yeterince göstermiyor mu? Bugünde AK Parti’ye ‘ehveni şer’ diye oy veren çoktur. Sanıldığı veya uydurulduğu gibi the cemaat iktidarı AK Parti ile yarı yarıya paylaşmıyor veya iktidarı ele geçirmeye çalışmıyor. Mevlana’nın parti kurması ve hükümeti ele geçirmesi için organize çete kurması ne kadar saçmaysa Gülen’in ve takipçilerine isnad edilen iftiralar o denli saçmasapan, bilumum şeytanların çıkardığı fitne fesatlardır vesselam. 1996′da REFAHYOL hükümetinin başbakanı Erbakan çok şımarmıştı. Gülen’i siyasi rakip olarak görüyordu. Bazı odaklar, bu sıralarda Gülen ile Erbakan’ı karşı karşıya getirmek için ince oyunlar oynadılar. Gülen’i onaylar gibi gözüktüler. Gülen, bu devreyi lehine iyi kullanarak hoşgörü ve diyalog girişimleri başlattı, medyanın her çeşitinde boy göstererek derdini çok iyi anlattı, zenginler kulübü patronları ile iftarlarda buluştu. Rahmi Koç ile aynı masada iftar açtı. Cumhurbaşkanı Demirel, onun elinden hoşgörü ödülü aldı, sanat dünyası ve entellektüel kesim onu keşfetti, açtırdığı okulları gezdi. Daha sonra Hava Kuvvetleri Komutanı olan MGK Genel Sekreteri Orgenaral İrfan Kılıç, Selanik’te Atatürk’ün adına bir İmam hatip mahiyetinde okul açtırması konusunda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak vasıtasıyla Gülen’e mesaj gönderdi. Gülen, ‘neden imam hatip istiyorlar ki, laik okul olsun daha iyi’ dedi. Afganistan ve Kuzey Irak’taki Türk okullarının açılımında arada referans olarak meşhur statükocu İhsan Doğramacı vardı. Doğramacı, bu devrede Bakü Türk kolejine yaptığı ziyarette değişmişti. Yıllardır sövdüğüm adamı okula götürmek için kapısında üç gün yatmıştıkda, Doğramacı’yı zor ikna etmiştik. Bunun hikayesinden bir roman çıkar ya, neyse. MİT ve derinciler, Doğramacı olur verince bu okullara Kuzey Irak ve Afganistan’da destek verdi. Bazıları, eşek ya, semerlerini yediler; Gülen’i avlamak isterken avlanmışlardı. Barış ve huzur ortamını bozmak için devreye giren fitneci güruhu, Gülen’in oluşturduğu bütünleşme, bir, diri ve iri olma misyonunu 1999′daki maskeli baloda baltaladı. Bunun için Erbakan’a akıl almaz bir iş yaptırdılar veya kendisi bunu seve seve yaptı. Bilemiyorum, günahı kendi boynuna. Tarihten ders alınmazsa tekerrür eder diye bunu hatırlatıyorum. MİT’de Terörle Mücadele Başkanı olan Mehmet Eymür’ün meşhur 2. MİT raporunu yazdı ve the Cemaat’a ilk çeltik atıldı. Mesut Yılmaz Başbakan olunca Kutlu Savaş’a meşhur Susurluk Raporunu yazdırdı. 227 Mafya ve karanlık ellerle irtibatlı 58 isim üzerinde duruluyordu. Erbakan, başbakanlığa gelen MİT raporuna 59. isim olarak hiç ilgisi olmadığı halde Fethullah Gülen’in ismini ekletti veya onun haberi olmadan eklediler. Bugünkü MİT krizine ne kadar benziyor. Bununla kalmadılar. İstihbarat örgütlerimizin hızlı ’007 James Bond’u kod adı ‘Yeşil’ olan Mahmut Yıldırım ile Gülen’in ilgisi olduğu ortaya atıldı. Zaman gazetesi, Yeşil’in cep telefonuyla kimlerle görüştüğüne ilişkin bir listeyi sekiz sütuna manşet verdi. Sesleri kısıldı. Yeşil, MİT’den JİTEM’e kadar tüm istihbarat örgütlerimize çalışan başbakandan bakanlara, üst düzey askerlerimize kadar herkesle pervasızca telefonla görüşen derin bir adamdı. İlgisi olamayacağı Gülen’le irtibatlandırma, kamu oyundaki olumlu imajını yıkmaya yönelikti. Erbakan’ın toplumu geren konuşmalarını Gülen ustaca yatıştırdı. İçimizdeki beyinsizlerden dolayı milyona yakın insanı toplama kamplarında öldürmek isteyen dıştaki şeytanlar ve içteki yardakçılarına manevralarıyla Gülen engel oldu. Bu dehşet planın ayrıntılarını yakında açıklayacağım, küçük dilinizi yutacaksınız. O zaman Gülen’in ülkemizi nasıl bir badireden kurtardığını anlayacaksınız. 28 Şubat sürecine gelinmesi, başörtüsü krizi Erbakan’ın belkide bilinçli ahmak politikalarının sonucudur. Bilinçli değilse bile o güne kadar Özal’dan beri sorun olmayan baöörtüsü ile üniversitede kızlarımızın okuma şansını Erbakan, sarfettiği ‘Rektör başörtülüye selam duracak’ cümlesiyle elleriden aldı. Halbuki Erbakan deha seviyesinde zeki biri, böylesine açık hataları neden yapıyordu? Bu dönemde Allah’a, peygambere küfredecek kadar din düşmanı olan bir azınlık gemi azıya aldı. Eski Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümeti kurma görevini, ekibini tasfiye ettiği için kızgın olduğu Çiller’e değilde azılı rakip partisi ANAP’ın başındaki Mesut Yılmaz’a vermesi düşündürücüdür. Asker baskısıyla DYP’den itifa eden Demirel’in truva atları, Yalım Erez sendromu siyasi tarihimize kara leke olarak geçti. Bu talep askerlerden gelmişti. 6 defa gidip 7 defa gelen Demirel koltuğa sıkı sıkı yapışmıştı, artık gitmek istemiyordu. İstediği kadar ’28 Şubat’ın başına geçerek zararı azalttım ve milletimi hizmet ettim’ desin, şeytanların kurguladığı oyunda kuklaydı. Çiller’in yakıştırmasıyla ’28 Şubat’ın Onbaşısı’ olmayı içine sindiren Mesut Yılmaz, siyasi kariyerini bitiren biçimde ‘post modern darbecilerle-kolkola’ görüntüsünü çekinmeden verdi. 1998 Eylül’ünde Zaman gazetesinde köşe yazmaya başlayan sürgün yazar Mehmet Barlas, henüz 22. yazısını yazmıştı ki, birden ayrılmak zorunda kaldı. Demirel ve Yılmaz’ın azılı düşmanı Barlas’a Zaman’ın kapı açması üzerine Mesut Yılmaz, Zaman gazetesini Barlas’ın ifadesiyle tehdit etti ve şantaj yaptı. Daha sonra başka bir partide faaliyet gösteren genel başkan yardımcısı, eski vali Hayri Kozakçıoğlu telefonla arayarak ‘Barlas’a yazdırmaya devam ederseniz. Okullarınızı kapatırız.’ şeklinde bir şantaj savurdu. Ben buraya kadarını biliyorum. ANAP Muhabiri arkadaşım Ömer Şahin daha fazlasını bilir. Anlaşılan şantajın boyutu daha büyüktü. DGM savcısının hazırladığı komplo iddianameye destek verilmesi de söz konusuydu. Verildi de. ANAP’ı tarih sahnesinden silen işte bu görüntüdür. 1988 Mart MGK’sında Fethullah Gülen dosyası masaya yatırılmıştı. Dışişleri ve İçişleri’nden gelen olumlu raporların karşısına MİT masaya, eski Ankara Emniyet İstihbarat Bölümü’nden telekulak skandalı nedeniyle tasfiye edilen Cevdet Saral ve Osman Ak ekibinin raporunu koydu. Başbakan Ecevit’in Gülen’i savunan açıklaması oy avcılığı için değildi. Ecevit, 1992′de Gülenle iki defa görüşmüş onun samimiyetine inanmıştı. Gazeteci Sadullah Amasyalı arkadaşım Ecevit’e Gülen’i tanıtmasa, bu açılım olmazdı. Elbette Allah’ın takdiri, planı ve dilemsi vardı ama bireysel emekler unutulmamalı. Gülen taraftarlarının DSP’ye oy verdiğini, tabii bazı saftorik arkadaşlar hariç, sanmıyorum. Gülen’i bitirmek için çalışan ekip pes etmemişti. Artık Ergenekon’un gerçek karakutusu, Albay Ergenekon Veli Küçük’ün Osman Gürbüz adlı bir tetikçiye öldürttüğü anlaşılan Necip Hablemitoğlu, dananın kuyruğunun kopma noktasıdır. Hablemitoğlu ve ekibine, Gülen’le ilgili yalanda olsa raporlar hazırlamasını, Orta Asya ve Azerbaycan’da imajının sarsılması için derinciler destek verdiler. Hablemitoğlu başarılı olamadı. İtiraf etmeliyim, bu konuda zamanında fitneden haberdar olup Azeri medyasını evvelden örgütledim ve Hablemitoğlu Bakü’de sap gibi ortada kaldı. 28 Şubat Ekibi genel koordinatörü, Başbakanlık başdanışmanı ünvanını taşıyan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya idi. Erkaya, Rus Lider Boris Yeltsin ile görüşüp, ‘Gülen’in okullarını kapatırsanız sizden silah alırız, helikopter ihalesini size veririz’ diyecek kadar şantajı ve yemlemeyi 228 bilen biriydi. O sırada Allah, Üzeyir Garih’i Gülen’in yardımına gönderdi ve Rus liderleri ikna eden Garih, Erkaya’nın akıl almaz oyununu bozdu. Erkaya eceliyle öldü, ancak Garih’i kimin öldürttüğünü arayanların daha derin araştırma yapmasını tavsiye ederim. Garih, Gülen’i savunduğu için global şebeke tarafından infaz edildi. İsrail’den gönderilen ve TÖMER’de Türkçe dersi aldıktan sonra tetikci Yener’i ayarlayan, ancak Yener beceremeyince infazı yapan kara kuru kızı MOSSAD’ı araştırın savcı beyler! Karanlık odaklar Gülen’in idam fermanını 1999 başında imzaladı. Suikastla öldürülmesi, İBDA-C adlı sözde ‘İslami terör örgütü’ne ihale edildi. Bu örgütde Özel Harpci askerlerimizin çakma kuruluşudur. Gülen’in derhal ülkeyi terketmesi, aksi halde öldürüleceğini haber veren isim Ecevit’in o dönemdeki ‘ kara kutusu’ yardımcısı Hüsameddin Özkan’dı. Ecevit ciddiye almaz diye bizzat kendide aradı ve uyardı. Gülen, 22 Mart 1999′da ülkeyi terketmeseydi, öldürülecekti. 1999 genel seçimi öncesi tablo böyleydi. Gülen takipçilerinin bu karanlık tabloda kime oy verdiğini bilemiyorum. Ancak büyük oranda MHP’ye kaydığı söylenebilir. Oysa MHP, bu partiden ayrılarak BBP’ni kuran Muhsin Yazıcıoğlu’nun aklını Gülen’i çeldiğini düşünerek ona kin biliyordu. Halbuki böyle bir durum söz konusu değildi. Yazıcıoğlu’nun Gülen’e olan sevgisi bu iddialara neden olmuştu. Azerbaycan ve Orta Asya’da Gülen Grubu’nun önünü kesmek için rahmetli başbuğ Alparslan Türkeş talimatlar vermiş ve Azeri lider Elçibey’in aklı 1992-1993 periyodunda çelinmişti. Kullandıkları iftirayı hep gizledim. ‘Bunlar kene gibidir, kanınızı emerler’ demişlerdi saf Elçibey’e. (Kendi ağzından duydum) 1996′da günah çıkartan Türkeş, Gülenden özür dilemiş ve onun hizmetlerini takdir etmişti. Elçibey ise 1998′de ve ölmeden önce Ağustos 2000′de bana verdiği son röportajında günah çıkardı ve Gülen’den affını istedi, hatta yaz dedi, bende ‘Fethullahçıyım’. Gerçi Zaman’ın editörleri taşra baskısında girdikleri bu ifadeyi şehir baskısından çıkardı ve Elçibey’in tevbesine inanmadı ama ben samimiyetine şahidim, inanıyorum. Bu açılımdan sonra MHP’nin 28 Şubat süreci sırasında Gülen’e şantaj yapacağını sanmıyorum. MHP’de böyle ‘şerefsiz’ bir siyasetçi göremiyorum. 28 Şubat sürecinde bize en fazla bilgi sızdıran Erkan Mumcu ve bazı onurlu MHP milletvekilleri idi. 28 Şubat’ın gerçek kitabını yazarsam belki isimlerine yer veririm ve tarihe bu gizli kahramanlar geçmiş olur. Mumcu, derinci güce teslim olmasaydı, geçmişte yaptıkları ile kahramanlaşabilirdi, kendi ayağına asker tehditi (İsmail Hakkı Karadayı telefonu olayı) nedeniyle 2007′de kurşun çıkarak siyasi hayatını kara leke ile noktaladı. Bugünkü MHP’nin Devlet Bahçeli başkanlığında izlediği politika talihsizdir, birileri sanki MHP’ye şantaj yapıyor, Engin Alan gibi 2001′den beri Ergenekon’un operasyon başkanı olan birini zorla milletvekli yapmaya çalışması buna en bariz delildir. MHP ve başkanı Ergenekon’un esiri gibi davranıyor. Pek çok ülkücü arkadaşım şokta, hakkı savunması gereken mert ülkücü kardeşlerim iki arada bir derede beynamaz durumundalar. Yetmedi mi sayın Bahçeli! 1999 seçiminde hüsrana uğrayan ANAP ve DYP, Gülen Grubu’ndan oy alamadığı için kızgındı. Gülen’e her zaman kibar davranmış, aslında hırçın biri olmayan CHP Lideri Deniz Baykal, zaten oy beklemediği için Gülen’e şantaj yapan parti ve lideri olamaz. Baykal derinlerden aldığı icazetle siyaset yapmış ve tasfiye edilmiş biri olsada samimi inançlı biridir. Seks kasediyle tahtından edilen Baykal, okyanus ötesine selam çakarak, fitnenin çok yakınındakiler tarafından çevrildiğini itiraf etti aslında. Tansu Çiller, Asya Finans’ın açılış törenine katılmış ve Gülenle aynı ortamı paylaşarak hizmetlerinden dolayı teşekkür etmişti. Bu dönem Gülen’i herkesin alkışladığı bir dönemdi. Asıl yiğitlik onun hakkında asılsız iddialar, iftiralar atıldığı 1999 Haziran fırtınasında onu savunabilmekti. Çiller bu cesareti gösteremedi. Ne Yılmaz, ne Çiller, ne Bahçeli, ne Demirel iki çift olumlu laf etti. Sadece Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Celal Güzel ve Ecevit, ‘erkek’ çıktı. Daha önce Gülen Grubu’nun önünü Azerbaycan ve Orta Asya’da açmak için defalarca referans mektupları yazan, elinden ödül alan Demirel’de inanılmaz bir ikiyüzlülük gösterdi. TRT’de kartlaşmış bir dinazor olan Kutlu Altuğ’un karşısına geçip, ‘Madem Gülen devleti ele geçirecek, parti kursun’ diyecek kadar saçmaladı. Demirel, cumhurbaşkanlığının sonuna kadar darbecilerin sözlerini dinleyen, bunca yıldır kendisini desteklemiş 229 seçmenini aldatan bir profil çizdi. 28 Şubat davasında yargılanması gerekir. 40 yıldır milletimizi nasıl uyuttuğunu anlatsa yeter. Çevik Bir ve ekibi, 28 Şubat sürecinde inanılmaz şantaj, tehdit usüllerine başvurdular. 1998 Mart MGK’sında Gülen’in ipinin çekilememesinin baş sebebi, o dönemde Dışişleri Raportörü Bakanlık Müsteşar Yardımcısı, daha sonra Müsteşar, sonra Washington’da 5 yıl büyükelçimiz, emekli olduktan sonra ise ASAM’ın başına geçen ve bugün CHP Adana milletvekili ve CHP Genel Başkan Yardımcısı olan Osman Faruk Loğoğlu idi. Bir ve ekibi Loğoğlu’nun evine 31 Mart 1998 aşkamı giderek olumlu raporunu değiştirmesi için şantaj yaptı ve cesur yürek Loğoğlu’ndan ‘yanlış biliyorsunuz, bu okullar Türkiye’nin imajını parlatıyor’ nasihatı dinledi. Babam kadar sevdiğim ‘kankam’ Loğoğlu şaşırmasın, bu olayı ondan duymadım, o akşam orada olan Bakü’deki devletin açtığı okulun müdürü Mehmet bey anlattı. Bakü büyükelçiliğimizin Basın Müşaviri Turgut Er ise, Loğoğlu’nun Bakü büyükelçisi iken yazdığı ve MGK’ya sunduğu büyükelçiler raporunu bana okuttu. Loğoğlu’nu CHP’deki konumu nedeniyle anlıyorum, yinede kamu oyunu doğru bilgilendirme sorumluluğu var. Aydın, demokrat, asil duruşunu sergilerse, CHP belki ileride iktidar olur. Yobaz ve bağnaz anlayışla halkın gönlünü kazanması ise çok zor. İsmail Hakkı Karadayı eminim 1 Nisan 1998′de Bakü havalimanında kendisine yaptığım 1 Nisan şakamı asla unutmamıştır. Şaka değildi tabi. 1918′de şehit olan Türk askerine anıt mezar yapılması projesini Azerbaycan Zaman’ın manşetine taşımıştık, bu projeyi havalimanında ona zoraki olarak anlattım. 5 dakika elini sıktım bırakmadımda dinlemek zorunda kaldı. Karadayı’nın the cemaat’ı infaz ettirmediğini o gün anladım. Teşekkürler, biz iyiliği unutmayız. Türk askerine anıt mezarı Şehitler Hıyabanına yaptırdığınız içinde şükran borçluyuz. Biraz biz zorlamış olsakta önemli olan neticedir. Değil mi sayın Saldıray Berk? Siz o gün orada Bakü Askeri Ataşesi olarak bulunuyordunuz. The Cemaat’ın zararlı değil faydalı olduğunu en iyi bilenlerdensiniz. Keşke insaflı, vicdanlı olabilseydinizde bugün hakkınızda açılan davada işlediğiniz suçları hiç işlemeseydiniz. Bir ekibinin Nisan 1999 MGK’sına sunduğu ve kısmen kabul ettirdiği irticaya karşı yaptırımlar konulu politika önerileri ve Nisan 2000′de alınan 109 emirin birer kopyası elimde. Getiren MHP milletvekillerine şükranım. Bu belgeyi Zaman Haber müdürü Ali Akkuş yakınlarda yayınladı. 28 Şubatcıların yargılanmasını sağlayacak asıl hukuki belge budur. İddianame açıklanınca göreceğiz. 28 Şubat kararlarından daha dehşetlisi olan bu rapora göre, Gülen’in okullarına el koyup, başlarına Milli Eğitim’den müdürler tayin edilmesi, yurtlarının tasfiyesini öngörmüştü. Ecevit’in ‘ iç savaş çıkar’ diye itiraz etmesine kızan Bir, bunun üzerine Gülen’le ilgili DGM sürecinin başlatılması ve grubunun tahakküm altına alınması için senaryolar üretti, medyayı top gibi kullandı. Ancak emekli edildikten sonra medya sözünü dinlememeye başladı. Hele cumhurbaşkanı adaylığı fiyaskosu ile iyice gözden düştü. Hocafendi, eğer ahirette insanlara şefaatci olmak, kurtarmak için elinde yetki olsa ilk kurtaracağı iki ismi telaffuz ediyor. Biri 1966′da İzmir kahvehanelerine gidip halk sohbeti yapmaya çalıştığında ona hakaret etmelerini engelleyen Eşrefpaşalı Koca Yusuf adlı ismi cismi pek bilinmeyen biri. Demek ki Hocaefendi kahvehanelerde insanların ağır küfürleri ve vurdumduymazlığından öylesine sıkılmış ki, Koca Yusuf’ın ‘ Kesin ulan, dinleyeceksiniz bu hocayı’ diye kahvehaneyi susturmasıyla ilk defa rahat bir nefes almış. İkincisi geçmişte işlediği günahları ve hataları kendi boynuna ne olursa olsun Bülent Ecevit. En yakın siyasi dostların bile suskun kaldığı, ağzını açamadığı, iftiralara destek verdiği o günlerde, dostların ağlatan karanfil sopalarına inat Ecevit bir gül gibi sıyrıldı ve ‘Gülen’e ben güveniyorum, kefilim’ dedi. Ecevit’i fikrinden caydıramayan derin devlet şürakasının yargısız infazı yarım kaldı. Ecevit’in sağlam duruşu Davos zirvesindede devam etti. Ankara’da bu yıllarda kendisini izleyen bir Başbakan muhabiri olarak samimi olduğuna canı gönülden inanıyorum. Neticede seçimlerde Gülen cemaatı Ecevit’in partisi DSP’ye oy vermedi, Ecevit’in tavrı da oy avcılığından değildi, samimi inandığı bir düşüncenin arkasında durmaktı, mertlikti. 230 2000 yazında medyada yeniden fırtına kopartılmak istensede, ilk fırtınadaki ‘Düğmeci Ali Paşa’ evinin asasöründe 24 saat ‘ düğmeye basmayın’ diye bağırdığı için sesi kısılmıştı; tekrar düğmeye basan bulunamadı. Bu operasyonda kullanacak dezenformasyon malzemesini bize getiren Radikal gazetesinden Deniz Zeyrek’te teşekkürü hak ediyor. Psikolojik savaş için Cumhuriyet gazetesinin nefesi yetmedi. Tek yol kalmıştı. Asker nefesi. Devrin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ‘Gülen devletin altını oyuyor’ işaretini alan DGM savcısının ertesi gün 2000 Eylül’ünde açtığı davanın beraatle sonuçlanacağı 80 sayfalık iddianamedeki saçmalıklardan belliydi. Bu iddianameyi ilk okuyan ve hukuki hataları haber yapanlardanım. İddianameyi yazanlar adeta Nur davasını, Said Nursi’yi yargılıyordu. Suçta bireysel hukukunu unutmuşlardı, tek kişilik terör örgütünü dayandırdıkları kurum ve kuruluşlar, devletin yıllardır denetimi altında, izni ile açılan legal kurumlardı. Dava, 2003′de Gülen’in deyimiyle’ Ne cennet, ne cehennem’ şeklinde zımni beraat ile sonuçlandı. Yargıtay Genel Kurulu’nda 2008′de aldığı kesin beraata kadar sonuç almaya çalışan global ve yerel çete hiç rahat durmadı ve sonunda hüsrana uğradı. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır, 28 Şubat çetesi kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. Bütün bunları bugüne nasıl gelindiği bilinsin diye yazıyorum. Seçmen, zaten kime oy vereceğini iyi biliyor. Gülen’e kimin şantaj yapmış olabileceğini umarım anlatabildim. Yazdıklarımın belgeleriyle ispatını Gülen başka bahara ertelemiş olabilir, ancak 28 Şubat savcılarına düşen görev, 28 Şubat post modern darbesinin bu yönünü de araştırmaktır. Bence CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu’nun ifadesine tanık olarak savcıların acilen başvurması gerekir. Süreci yakından bilen Loğoğlu, o dönemde direnme cesareti gösteren değerli bir bürokrattı, bugünde düzgün kişiliğinin gereğini yapmalıdr. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya 31 Mart 1998 MGK’sında the cemaat’ı infaz kararı aldırmadığı için teşekkür borçluyuz, savcılar ise Karadayı’nın şahitliğine ve tanıklığına muhtaç. Karadayı konuşmadan 28 Şubat davası net anlaşılamaz. 1960 darbesinden bugüne kadar her darbenin bir tarafından çıkan Karadayı, ABD’nin Cumhuriyetçi derin devletinin kaybettiğini artık görmeli. Kıvrıkoğlu’ya Gülen davasını kimlerin zorla açtırdığı bulunmadan bu dava öksüz, yetim kalır. Kıvrıkoğlu’nun vereceği ifade tarihi değiştirecektir. Kıvrıkoğlu’da Çevik Bir ekibini tasfiye sürecini 1999 Marmara depreminden sonra başarıyla yürüttüğü için teşekkürü hak ediyor. Karadayı ve Kıvrıkoğlu, depremden önce Gölcük’te yapılan toplantıda, ülkemizde bir milyon insanın toplama kamplarında öldürülme projesine onay vermeyen isimler olarak Güven Erkaya, Çetin Doğan, Çevik Bir ve diğer MOSSAD şürakasını nasıl durdurduklarını veya engel olmak isteselerde olamadıklarını çıkıp anlatmalılar ki, bu millet neden depremle ikaz edildiğimizi anlasın ve deprem sayesinde nasıl bir beladan Allah’ın bizi kurtardığını öğrensin. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye reva gördükleri zulmü, eziyeti itiraf etmeliler ve özür dilemeliler ki, vicdanları rahatlasın, ordumuz hak etmediği zandan kurtulsun. 17 Ağustos 1999 depremi, Türkiye’nin kırılma günüdür, depremde ölen şehitlerin hatırına Allah ülkemize bir defa daha özüne dönmesi için mühlet vermiştir. Herşey göründüğü gibi değildi. Fethullah Gülen, 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye damgasını vurmakla kalmadı küresel bir hareketi Allah’ın izin ve inayetiyle yoktan ilmek ilmek oluşturdu. Bu hareketin, Müslüman Kardeşler, Rabıta, Tebliğ Cemaati gibi diğer uluslar ötesi İslami yapılanmalardan en önemli farkı, dini değil eğitimi ön plana çıkarması; böylece sadece Müslümanlara değil her inançtan insanlara seslenebilmesidir. Bu hareketin 21. yüzyılda da etkisini kaybetmemesi, tam tersine sürekli güçlenmesine bakarak tam bir başarı öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu başarı kolay elde edilmemiştir ve ana öznesi sıfır liderlik anlayışını getiren mütevazi vaiz Fethullah Gülen’in kendisidir. Şifreli yazmıyorum, net biçimde gazetecilik, sosyolojik ve dini açıdan durum tesbiti yapmaya çalışacağım. Zengin ve fakir uçurumunun, eşitsizlik ve adaletsizliğin, kast sisteminin halen hüküm ferma sürmesinin asıl sebebi, yeryüzü mirasçısı olacak, Hakk’ın şahsi manevisini yükselten camianın, henüz Asr-ı Saadet’deki kıvama ulaşamamasıdır. Ölçünün, kıvamın, şartların neler olduğunu Fetih 231 suresinin son ayetinde yapılan mükemmel tanımlamalardan anlıyoruz. Ashab-ı Kehf’in 300 yıllık uykusundan uyandığını ve dünyaya bir kez daha asrı saadet muştularını sunduğunu basireti olan kavrıyor. Ashab-ı Kehfi ele veren ve kendi mağaralarına çekilmesine yol açan paraydı, yani maddiyattı, dünyevilikti… Muhammedin Resulluah (SAV). Kast sisteminin olmadığı, iman kardeşliğini ve takvayı esas alan, eşitliğin, adaletin insan ve hayvan haklarının zirveye ulaştığı, fitne ve fesada imkan tanınmayan, cahillik, yobazlık, tasssup, ırkçılık, fakirlik, ihtilaf ve ayrımcılığın sona erdiği bir medeniyet kurdu. Hatemü’l Enbiya’nın her derda deva bulan, bir neşterde çözümlediği o medeniyetle insanlık öylesine ayağa kalktı ki, nurunun ışığı 30 yılda tüm alemi hızla kapladı. Öyle bir medeniyetin benzeri bir daha görülmedi. O’nun elinde sihirli bir değnek yoktu ama Kur’an vardı. İnsandı, iyi bir kuldu. Etrafında hale oluşturan sahabeleri, adanmış ruhlardı, kamil insanlardı. Özveri, fedakarlık, diğergamlık, vefa mertlikte eşsizdiler. Ölümden korkmuyorlardı, yaşatmak için yaşıyorlardı. Asla siyasi iktidar mücadelesi yapmadılar, dünya sevdası, şeytanın kullandığı insani zafiyetler onlarda görülmüyordu. Bir insan kalbi, gönlü kazanmayı hacca gitmeye, tüm dünyanın hazinelerine, makam ve mansıplarına, şan ve şöhrete tercih ediyorlardı. Veda hutbesini verirken Kutlu Mesihi, Nebi’yi dinleyen ve tabi olmuş 130 bin sahabe bulunuyordu. Ulvi mesajı iletmek için çatlarcasına dünyaya dağılan sahabelerden sadece 10 bininin mezarı Medine ve Mekke’de meskundur. Vehhabiler mezara karşı olduğu için onları ziyaret etmeniz bugün mümkün değil. Birinci müslüman vasfı, Kur’an ahlakına sahip olup, Peygamber Efendimizin (SAV) sünnetine aynen riayettir. Burada parantez açarak, Anadolu’nun sahabe mezarları cenneti olduğunu hatırlatayım. İstanbul’da 27, Diyarbakır’da 400 sahabe mezarı var. Memleketim Çorum’da sahabe mezarı olduğunu annem Nehire Arslan’ı aile kabristanlığımıza 1989’da gömerken fark ettim. Çünkü Sahabe Yayan Dede ile komşudur annemin mezarı. Bunun dışında Çorum’un Hıdırlık adıyla anılan mahallinde bulunan küçük bir tepe üzerinde üç sahabe türbesi daha var. Bu sahabelerin Süheyb-i Rumi, Ubeydi Gazi ve Kerebi Gazi oldukları rivayet edilir. Bu üç sahabeye ait türbeler Çorum’da en çok ziyaret edilen yerlerdendir. Yayan Dede fazla bilinmez, türbesi yoktur, sade bir mezardır. Çorum halkı tarafından gelin alma ve sünnet törenlerinde buranın ziyaret edilmesi bir gelenektir. Ayrıca bu mekanın çevresinde bulunan yeşil alanda Hıdrellez şenlikleri yapılır. Bu sahabeler, Çorum’un asırlardır manevi dinamikleridir. Tekrar konuya dönelim. Fetih suresinde müslümanın ikinci en büyük vasfı doğruluk, sadıklık ve sıddikiyet yer alır. Peybamberlerle haşrolur sıddıklar. En büyük sıddık 1. Halife Hz. Ebu Bekir’dir (RA). Miraç hadisesi gibi inanılması güç bir olay meydana geldiğinde kafirler ve münafıklar hemen O’na koşarlar ve “dostun bunları söylüyor, hala peşinden gidecekmisin?” diye alay ederler. Hiç tereddüt etmeden cevap verir. O söylemişse doğrudur. “ Doğrucu Davud musun?” diye halk arasında bir deyiş vardır. Öz değil özgedir bu söylence! Oysa doğruyu söylemek müslüman vasfıdır. Şaka yollu bile yalan söyleyemez gerçek müslüman. Aldatmaz, mübalağa etmez. Takiyye yapmaz. En zor kaldığı durumda ‘Tevriye’ denilen doğruyu sanatlı söyleme hakkına sahiptir. Aldatmak ve yalancılık, hile ve iki yüzlülük müslüman gömleğine yapıştığı sürece Asrı Saadet kıvamını tutturmamız ne mümkün! Hz. Ebubekir (RA), halifeliği döneminde yalancı peygamberlere, fitnelere göz açtırmadı. Bugünün küfür ve iman savaşı, kılıçla, topla tüfekle değil, medenileri kalemle, sözle ikna olduğuna göre, doğru söyleyeni dokuz köyden kovanlar, bilmeden Asr-ı Saadet medeniyetine ihanet ediyorlar demektir. Kabiliyetleri yerinde istihdam ustasıdır Sıddık-ı Kerim ve damadı… Yanlış yerde görevlendirme, laçkalık ve haksızlık meydana getirir çünkü… Samimiyet, ihlas, kardeşlik ancak doğruluk ile ebed müddet devam eder… Fetih suresinde bahsi geçen, kafirlere karşı pek şiddetli, müslümanlara karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmiş pek merhametli sahabe, 2. Halife Hz. Ömer, Faruk’ul Azam’dır (RA). Hakkı batıldan ayırmada üzerine yoktur. Koca Sasani devletini ve Roma’yı iki vuruşta felç eden koca halife, kum üzerinde yatacak kadar mütevazidir. İdare ettiği devleti Osmanlı’dan daha büyüktür ama o kendisinden yardım isteyen yaşlı kadının un çuvalını sırtında taşıyacak, gizli gizli ev işlerini görecek kadar halk 232 adamıdır. Roma imparatoru elçisiyle ona birgün düşmanlarını öldürmesi için çok güçlü bir zehir gönderir. Elçinin gözleri önünde hediye zehri önce Bismillah çekip bir dikişte içer, Allah’a imanı ve güveni o kadar sağlamdır ki, ecelin bir olduğunu ve O’nun izni olmadan kimsenin canını almayacağına emindir. (Siz denemeyin sakın) Elçi bayılır, uyanıncada müslüman olur. Kudüs’ün anahtarlarını teslim almaya giderken devesini kölesiyle paylaşır, şehre girerken devenin üstünde köle yularını çeken halife vardır. O zaman Yahudiler ve Hıristiyan liderler derki, işte Tevrat ve İncil’de vasfını gördüğümüz lider budur. Çünkü kenti ele geçirmesine rağmen Romalılar gibi süslü püslü giyinmiş Müslüman komutanlara anahtarı vermek istememişlerdir. Tüm ısrarlara ragmen Havra ve Kilisede namazlarını kılmaz adalet timsali halife. Daha sonra gelecek müslümanların gerçek müslüman kıvamından saparak buraları camiye çevirmesinden endişe duyar. Vasıf kriteri değişmemiştir, bu tarife uyan bir müslümanlar topluluğu oluşmadıkca ne Filistin sorunu çözülür nede Kudüs’ün statüsü… Müslümanlara karşı sonsuz şefkati, cömertliği, alicenaplığı, yumuşak huyluluğu 3. Halife Hz. Osman (RA) temsil eder Fetih suresinde. Susuzluk çeken müslümanları Mekkeli müşriklerin sömürüsünden kurtarmak için henüz Mekke dönemi yaşanırken ve Mekke feth edildikten sonra tek tek su kuyularını satın alan ve halka bağışlayan ve binlerce insanın kalbini kazanarak müslüman olmasına vesile olan verme kahramanıdır peygamberimizin iki kızıyla da evlenmiş damadı. Tebük seferine hazırlanan orduyu neredeyse tek başına teçhiz eder, bin devesini yüküyle (kıyaslayacak olursak bin adet Mercedes aracını) himmet eder, bağışlar. Kur’an hafızıdır, Kur’an’ın kitap haline getirilmesi için hafızları toplayan, İslam’ın dört ayrı merkezine göndererek orjinal Kur’an’ın bugünlere gelmesini sağlayan ufuk insanıdır. Zayıf bedenlidir, bunu Topkapı müzesinde sergilenen ince hafif kılıcından anlayabiliyoruz. Ancak yüreği ummanlardan geniştir, imanı ve himmeti tüm kainata denktir. Cennetle müjdelenir, çünkü zenginlerden hesapsız cennete gidecekler kendilerine Allah’ın verdiklerinden cömertce Allah yolunda harcayanlar, en güzel ticareti yaparak ahiret yurdunu satın alanlar; fakiri, yetimi, yolda kalmışı doyuranlar, dulu gözetenler, hastalara ve yaşlılara yardım edenler ve cebinde var iken hiç bir hayır işine yok demiyenlerdir. Cimri zenginin işi zor hesap gününde. İbadette derinliği, ulviliği, namazlaşma vasfını, ulaşılması güç zirveyi Fetih suresindeki sıraya göre 4. Halife Hz. Ali (RA) hak etmiştir. Haydar-ı Kerrardır, Allah’ın Esadullah’ı Arslanıdır, çiftbaşlı Zülfikar kılıcının üstadı, sahibidir, harb meydanlarının cengaveridir, cesareti ve cesametine denk biri bugüne kadar gelmemiştir, gelmeyecektir. Atının adı Düldüldür, tıpkı peygamberimizin katırının adı Düldül olduğu gibi; çünkü peygamberimizin tıpatıp kopyası, takipçisidir. En fazla rüku ve secde edenlerin kralıdır, neredeyse hiç bir gece namazını kaçırmamış, namazını kazaya bırakmamış, nafile namazlarda uzaktıkca uzatmış, çok abdest almasından dolayı abdestin nuru tüm uzuvlarında parıldamış bir namaz abidesidir. Birgün sabah namazını kaçırır, o kadar tevbe eder, ağlar, yalvarır ki, güneş Allah’ın izni ile yeniden batar O’nun namazını ikame etmesi için. Bundan sonra hiç bir namazını kaçırmaz, zira şeytan aynı duaları tekrar eder diye O’nu namaza bizzat kaldırır. İlmin kapısıdır, evliyaların, erenlerin şahıdır, şiir, mersiye uzmanıdır, şairdir, ledünni ve gizli alemlerin anahtarı ondadır, ilimlerin sultanıdır, kalp ve ruhların çıkabileceği Everest tepesinde tahkiki imanda zirvedir, gönüllerin piridir. Her hücresi her dem ubudet ve ubudiyette Allah diyen Hz. Ali’yi (RA) sevmeyen müslüman olamaz, müslüman kalamaz. Bu Hz. Ali’ye ben aşığım ve bu nedenle en büyük Aleviyim, en büyük Şiayım, yolunun yolcusuyum; ilmine, ilhamına erişmek için tüm kainatın servetini bir salisede gözüm kırpmadan veririm. Namazlaşmadan Hz. Ali’yi (RA) sevdiğini iddia edenleri siyasi buluyorum, samimi bulmuyorum. Ehli velayeti temsil eder O, siyaseti değil… Hz. Hasan (RA) ve Hz. Hüseyin’in (RA) şehit edilmesiyle ve halifeliğin ellerinden zorla alınmasıyla adalet çatlamıştır ve Asr-ı Saadet dönemi sona ermiştir. Öyle bir çatlak ve fitne oluşmuştur ki, 14 asırdır kapanamamıştır. Arap ırkçılığını, elit asilliği hortlatarak kast sistemini saltanat ile yeniden geri getiren Emeviler, İslam’da birliği parçalamış ve Ehl-i Beyti kovarak laneti hak etmişlerdir. Ömer Bin Abdüzaziz dışında Asr-ı Saadet kıvamında adil bir halife çıkaramamışlardır, onuda zaten 2.5 yıl sonra zehirleyerek öldürdüler. Yolsuzluk, debdebe, zulüm ve eşitsizlikler, ayrımcılıklar siyasetin alışkanlığı haline geldi. 233 Abbasiler sistemi revize etselerde ırkçılığı yenemediler, saltanatın insan haklarının ruhuna aykırı düzeni, Türklerin müslüman olup orduyu ve ilmiye sınıfını eline geçirmesiyle yeni bir ivme kazandı. İslam’ın hamisi olan Selçuklular, Fars sistemini İslamileştiren, Sufi İslam’ı yerleştiren yapısıyla Arapların bağnazlığını tarihe postaladı. Haçlılarla boğuşan, ilim ve kültürde Arapların ilk yüzyılarda kurduğu İslam medeniyetini zirveye taşıyan Selçuklularda Asr-ı Saadetin kıvamını tam yakalayamadılar. Roma’nın hukuk ve devlet sistemini İslamileştiren, Anadolu’da eskiden kurulmuş, batmış 21 ayrı medeniyetin tortularını harmanlayan, Selçuklukların mirasını zorda olsa devralan Osmanlı, en az 300 yıl dünyaya medeniyet dersi verdi. Ancak kullandıkları devşirme sistemi yozlaşınca, Kur’an bayraktarlığını bırakıp Frenk hayranlığına kendini kaptırıp, bilim ile dini ayırınca, ilimde, teknolojide çağı ıskalayınca, insan kalitesi yukarıda saydığımız beş prensibi ihlal edince 624 yıl sonra battı ki, batması haktı… Türkiye Cumhuriyeti, Asr-ı Saadet kıvamında insan yetiştirmeyi hiç gündemine almadı, tam tersine yasakladı, dini toplum hayatından çıkartarak imkansızı başarmak istedi, başaramadı. Elbette belleklerin silinemediği bir teknoloji ve bilim dünyasında çakma tarih, kültür, din ve medeniyet kurgulanarak insan ruhlarının tatmin edilmesi mümkün değildir. Üzerine ölü toprağı serpilmiş nesiller üzerinden 300 yıl geçti, Ashab-ı Kehf, milletimizi özüne döndürmek için son bir defa daha geri döndü. Allah’ın nuru üflemekle sönmeyeceğine göre, inananların yeryüzü mirasçısı olmasına dünyanın tüm küfür şebekeleri bir araya gelse güçleri yetmeyecektir. Çünkü 21. yüzyılın yeni Asr-ı Saadet medeniyetini kuracak ve en az 40 yıl ayakta kalmasını Allah’ın izniyle sağlayacak bir Şahs-ı Manevi geldi, küfrün beli kırıldı, batıl zail oldu. Şahsen, Türkistan ve ötesine hicretim Ağustos 1990′da başladı. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demiş atalarımız. Hakla batılı ayırt etmeyi vazifesi bilenler için her zaman bir 10. köy vardır. Hep bir Ebu Zer Gifari, bir Behlül-i Dânâ gibi yaşamak, ismimin manasıyla müsemma olmak istemişimdir. 1991 ve 1993’de Gülen Hocaefendi şahsıma özgü iki defa benzer duayı yapmıştı: İlkinde, 1991′de istanbul’da yapılan cetele yarışmasında birinci olduğum için verdiği hediye olan ‘Hüzmeler ve İktibaslar’ kitabını imzalarken, ‘Hakkın batıldan ayrılmasında mübarek ve mücehhez ‘dava arkadaşım’ demişti, ikincisinde cevşenimi imzalarken; ‘Hakkın batıldan ayrılmasında muazzez dava kardeşim’ Faruk Arslan beye diyordu… Dava arkadaşı mı yoksa dava kardeşi mi daha üstündür diye Çamlıca Kuran Kursu’nun Müdürü Harun Bulut Hoca’ya sormuştum. Elbette ‘dava kardeşi’ demişti, kardeşler birbirine vefalıdır. Dava dostları ve dava arkadaşları daha sonra gelir. 28 Şubat davası sürecinin Nisan 2012’de başlamasıyla bazı bukalemonlar, takiyyeciler, Fethullah Gülen Hocaefendi’den medet ummaya başladılar. Oysa Gülen 28 Şubat sürecinin en fazla mağdur edilen ismidir. 9 yıl süren sancılı davasını açtıran 28 Şubat generalleriydi, destekleyen Doğan, Ciner ve Uzan medyalarıydı. Uzanlar hak ile yeksan oldu. Ciner kaç defa şekil değiştirdi, sayamadım. Haziran 1999’da düğmeye bastığını itiraf eden Ali Kırca tevbe etti. Dava beraat ile sonuçlanınca tebrik ve özür dilemek için ilk arayanda Aydın Doğan idi. Doğan özründe samimi miydi? Allah bilir ama pek sanmıyorum. AK Parti ile the cemaat arasında kavga çıkartmaya çalışan aynı şeytanlar değil mi? MİT ile Polis ve yargı krizini yumurtlayanlar, AK Parti ile the Cemaat’ı eğer birbirine düşürürsek, ‘AK Parti ilk seçimde itibar ve oy kaybeder, koalisyon dönemleri gelir ve askeri vesayeti tekrar kurarız’ planları yapanlar, aynı şer şebekesi değil mi? AK Parti’de bazı densizlerin hata yapma, yanlış tavırlar içine girme lüksü olabilir ama büyük Türkiye adına, İslam dünyası adına the Cemaat’ın şeytanlara prim verme hakkı, hukuku, şansı yoktur. 1973’de “Ben sizin tanıdığınız gibi münafık bir üstad tanımıyorum” diye siyasileşen Nur talabelerine karşı çıkan Fethullah Gülen Hocaefendi ile 2012’de “bırakın dünyayı, makam peşinde koşmayın, sadece Allah rızasını kovalayın, siyasetle uğraşmayın” diyen aynı şahıstır. Çizgisi değişmemiştir, elbette hizmetin devamı için strateji izlemesi normaldir. Münafıklardan hoşlanmaması doğaldır. Bazı 234 politikacılar, herkesi kendileri gibi çıkarcı sanıyor ve Gülen Hareket’ini haksız yere hedef alıyor. “Kendi ayağına kurşun çıkana acınmaz” derler ama ayağına makinalı ile saydıranlara ne demeliyiz bilemiyorum. Gayretullah’a dokunulursa ve hizmete engel olunursa günah kuldan gider… Ahmet Şahin hocamız Hocaefendi’nin kardeşlik ve birlik mesajını şöyle aktarıyor: İslam tarihi boyunca maneviyat büyüklerinin üzerinde en çok titredikleri konu, “Kardeşliğimizin korunması” olmuştur. Birlik beraberliğimizin özünü teşkil eden bu kardeşliğimizin korunması konusu, halen hepimizin bir numaralı meselemiz olma özelliğini devam ettirmektedir. Nitekim Hocaefendi de sohbetlerinde hep bu kardeşliğimizi koruma konusuna vurgu yapmış, özellikle Uhuvvet Risalesi’nden verdiği bir misalinde de “bir nizaa değmeyen!” dünyevi konuların ayrılık sebebi olmaması gerektiğine işaret ederek şu tespitleri dikkatimize sunmuştur:              Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin!.” ifadesini naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Hafız-ı Şirazi bu sözüyle mübalağa yapıyor.” diye içimizden geçirmemişizdir. Demek Hafız-ı Şirazi doğruyu söylüyor, hakikati ifade ediyor. Gerçekten de dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin de birlik beraberliğimizi bozsun!.. Öyle ise biz, bu doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyor, fiilen ne kadar benimsiyoruz? Burası cayi dikkattir!.. Bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları, ne diye Kur’ân ve sünnetle meşgul oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz ki?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime.. Şayet bu uyarılar bize bir şeyler ifade etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup bizi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa, niçin zamanımızı israf ediyoruz bu türlü meşguliyetlerle?.. Doğrusu, bîzarım bir nizaa değmeyen konularda bile birbirini affetmeyen kardeşlerden, bağışlamayan dostlardan. Dedi-koduya meyleden çevrelerden.. Demek bir yerde bir rehabilitasyona, davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var. Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu.. Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor. Halbuki gıybet büyük bir günahtır. Gıybet eden kimse, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe yaptığı gıybet günahı bağışlanmaz!.. Gıybet eden, önce gıybetini yaptığı kimseye sevaplarını verecek, yetmezse onun günahlarını yüklenecek, helalleşme ancak böyle gıybetçinin iflasıyla mümkün olacaktır!. Demek ki gıybetin, gıybet yapanı iflasa sürükleyen kısımları da söz konusudur… Mesela, insanların hüsnüzan besleyip arkasından gittiği büyük zatlar hakkında gıybetle konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların hakkına girme gibi altından kalkılamayacak bir günahı netice verebilir. Demek bazı gıybetlerde sonuç bu kadar büyüktür.. Eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini büyük görüp büyük kabul etmiyorsak, neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük meselelerin yerini alacaktır/almaktadır da.! Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım mü’minlere yakışmayan tavır ve davranışlardan, ortaya konulan birlik beraberliği bozacak zaaf ve boşluklardan!.. Evet, bîzarım birbirini affetmeyen kardeşlerden, bîzarım hep kusur gören arkadaşlardan, bîzarım kardeşinin hata ve kusurlarını kaydedip, sevaplarını hiç görmezden gelenlerden!.. Şunu da ifade edeyim ki; bütün bunları, kendi heva-ü hevesime göre değil, sizin de saygı duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu sebeple diyebilirim ki; eğer bu söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve düşüncenin rüyalarımıza dahi girmesine hep birlikte fırsat vermeyelim!. 235  Gelin bize sırtını dönenleri dahi kucaklama ahlakımıza devam edelim, Mevlânâ gibi hareket ederek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturunu hayatımıza hayat kılma azmimizden geri kalmayalım!.” Çünkü bugün ülke çapında birlik beraberliğe, dünden daha çok muhtacız! Özetle, ne münafık bir üstad Said Nursi tanıyorum, nede Fethullah Gülen Hocaefendi. Onlar sözlerinin eri, mert, centilmen, beyefendi insanlar. Sıdk, doğruluk, sadakat, vefa, ihlas, samimiyet ve ismet sıfatları, fıtratları olmuş iken aksini iddia edenlerin münafık olma ihtimali yüksektir. İran ve Muta Şii mezhebini Sünni mezhepten ayıran önemli farklardan bir tanesi Arapçada “Nikâh Mut’a” Farsçada ise “Sigheh” diye adlandırılan geçici evliliktir. Özellikle dini kılıf altında zinayı meşrulaştırma eleştirilerine maruz kalan Mut’a nikâhı, İran’da son yıllarda ciddi bir artış göstermiştir. Mut’a nikâhı, İran’da insan ticareti ile uğraşan illegal yapılara ciddi bir ekonomik getiri sağlamak ile beraber İran’ı da çevre ülkeler açısından ciddi bir cazibe merkezi haline getirmektedir. Ülke dışında yaşayan Şii nüfusun yanında, Sünni inanca göre zina sayılan evlilik dışı beraberliklerin, Mut’a yoluyla yapılması Sünni inanca sahip kişileri de İran’a bağlamak adına kullanılmaktadır. İran’ın, Mut’a nikâhını, özellikle çevre ülkelerde yer alan liderleri, siyasi figürleri ve iş adamlarını Mut’a nikâhı ile seks tuzaklarına çekip daha sonra kayıt altına alınan videolarla şantaj yaptığı ve dolayısıyla bir dış politika enstrümanı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu durum genelde, ya çevre ülkelere yollanmış İranlı kadın ajanlar yoluyla ya da siyasi, diplomatik, ticaret, kültür vb. sebeplerle İran’ı ziyaret eden önemli kişilere sunulan Mut’a nikâhı ikramı ile yapılmaktadır. Mut’a nikâhı Mut’a, bir erkeğin bir kadın ile belirli bir süreliğine belirli bir para karşılığında yaptığı geçici evliliktir. Nikâhın süresi cinsel bir beraberlik için gereken en kısa zaman diliminden 99 yıla kadar değişebilmektedir. Mut’a nikâhıyla evli olan kadın, sürekli evlilikten farklı olarak, miras, nafaka ve vb. hiçbir haktan faydalanamamaktadır. Temel İslami inanca göre evliliğin amacı neslin devamıdır. Sürekli evlilik bu amacı taşırken, Mut’a nikâhının amacı ise bedeni haz ve arzuların tatmin edilmesidir.[1] Zaten, Müt’a ( ‫) عت‬, Arapçada zevk, hoşnutluk manasına gelmektedir. Kısaca, Sünniler Mut’a’nın zina dolayısıyla yasak olduğu inancını taşırken, Şiiler Mut’a’yı evliliğin başka bir türü olarak değerlendirmektedir. [2] İslami kaynaklar Hz. Peygamber zamanında Mut’a nikâhının var olduğunda hemen hemen hemfikirdir. Ancak, Sünni kaynaklar, Kuran’da yer alan Mü’minun suresinin 6 ve 7. ayetlerini[3] işaret ederek, bu uygulamanın Hz. Muhammed tarafından daha sonra yasaklandığını ileri sürerken, Şii kaynaklar Hz. Peygamber zamanında bu uygulamanın var olduğuna, ancak ikinci halife Ömer tarafından bunun yasaklandığını iddia ederler. Mut’a Şiiler arasında yaygın bir uygulamadır. Dolayısıyla, Mut’a nikâhı, Şiiliğin devlet politikası haline dönüştüğü İran’ın yanı sıra, Şii nüfusunun var olduğu, Irak, Lübnan, Suriye, Bahreyn ve azınlıkta da olsa var olduğu diğer Arap ülkelerinde önemli bir etki alanı oluşturmaktadır. Mut’a’nın çok yaygın olduğu İran’da ise, bu dini pratik, bizzat Humeyni tarafından İslam devrimden sonra yaygınlaştırılmaya çalışılmış[4] ve fetva makamı olan bir sonraki dini lider Hamaney tarafından müstehap (tavsiye edilen) olarak nitelendirilmiştir.[5] Fuhşun artması ile beraber, 2010 yılında Mut’a nikâhı altında olmak kaydı ile genelevlere izin çıkmıştır.[6] Normalde, devrim ile beraber genelevler yasaklanmış ancak yasal olmayan yollar ile 236 mevcudiyetlerine devam etmiştir. Bugün ise, İran Ortadoğu’nun, seks turizm ile bilinen Tayland’ı haline gelmiştir. Her ne kadar dışarıdan Şer’i hükümlerle yönetilen İslam devleti görüntüsü verse de, Entekhabgazetesinin iddiasına göre bugün İran’da 85.000’e yakın kişinin hayat kadınlığı yaptığı tahmin edilmektedir.[7] Bu kişilerin, cadde, sokak ve 250’ye yakın genelevde hayat kadınlığı yaptığı bilinmektedir.[8] Dış politika enstrümanları İran’ın dış politikasında beşinci kol faaliyetlerini hayli maslahatkarane yürüttüğü bilinmektedir. Bu noktada vekâlet savaşlarından, radikal unsurların desteklenmesine, Şiileştirme politikalarından, kara propaganda yöntemlerine kadar birçok aracın İran dış politikasının temel yapı taşları olarak başarıyla kullanıldığı bölgeyi yakından tanıyan hemen herkesin üzerinde ittifak ettikleri bir gerçektir. Teşhiye[9] olarak bilinen Şiileştirme faaliyetleri, İran’ın dış politikasının en temel dinamiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Jelle Puelings, Şii Ahtopotundan Korkmakadlı kitabında İran’ın Teşhiye’yi temel olarak iki şekilde yaptığını belirtmektedir.[10] Bunlardan birincisi; çok sayıda televizyon kanalından ve internet portalından oluşan medyadır. Hizbullah’ın El-Manar (Fener Evi) ve İran’ın ElAlem (Dünya) televizyonları ve El-Sistani’nin internet sayfası olarak bilinen ve yaklaşık 30 dilde bilgi sağlayan www.al-shia.org bunlara örnek verilebilir. Bu noktada İran’ın medya vasıtasıyla Sünni toplumlara ulaşma konusunda son derece mahir ve başarılı olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Zira İran’ın bizzat sahibi olduğu ya da finansal destek verdiği yaklaşık 30 civarında Arapça yayın yapan kanalı bulunmaktadır. İran’ın medyayı bir yumuşak güç unsuru olarak kullanan en başarılı devletlerden biri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. İkinci yöntem ise, cami inşa etmek, enstitüler/kurslar açmak ve İran’a geziler düzenlemek şeklinde özetlenebilir. Bu faaliyetler genelde 1990’da rejimin merkezindekiler tarafından kurulan Al-Majma AlAlam li Ahl al-Bayt (Ehli Beyt için Dünya Derneği) vasıtasıyla düzenlenmektedir. Bu anlamda bu tür faaliyetleri düzenleyen bu kurum koordinasyondan sorumlu temel aktör olarak öne çıkmaktadır. Aynı kitapta Sünnilikten Şiiliğe geçişin genellikle miras hakları ve Mut’a nikahı gibi bir takım pragmatik sebeplerden dolayı ortaya çıktığı ve İran’ın bunu Sünniler arasında destek bulmak adına kullandığı belirtilmektedir. İran İslam inancını yaymak için başvurulan bu metotlar, mevcut Siyaset-i dest-i gül[11]anlayışıyla da uyumludur. [12] Son dönemde özellikle Irak ve Suriye bağlamında yukarıda ifade edilen metotlar kullanılarak yoğun bir Şiileştirme gayretinin olduğu alandan gelen bilgilerle de teyit edilmektedir. Bu noktada İran’ın Şiileştirmeyi mezhepsel ve dini motivasyonlardan ziyade kendi milli menfaatlerini maksimize edebilme adına kullandığının da altı çizilmelidir. Bu noktada Mut’a nikâhının varlığı, İran’ı çevre ülkeler açısından bir cazibe merkezi haline getirmektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi başta Irak olmak üzere diğer birçok Ortadoğu ülkesi önemli bir Şii nüfusu barındırmaktadır. Yumuşak güç unsuru olarak Mut’a aynı zamanda Sünnilere de hitap etmekte ve Mut’a nikâhı İran’ı ziyaret edenlere bir hizmet olarak sunulmaktadır. Ancak, Mut’a nikâhının İran İstihbaratı tarafından yoğun şekilde kullanılması Mut’a’yı yumuşak güç unsuru olmaktan çıkarıp bir şantaj enstrümanı haline getirmektedir. Dış politika enstrümanı olarak Mut’a Geçmişte özellikle İsrail’in Mossad ve Rusya’nın KGB istihbarat örgütlerinin Bal Tuzağı (Honey Trap) diye adlandırılan bu yönteme sıkça başvurduğu bilinmektedir. Bu örgütler, önemli siyasi figürleri ve iş adamlarını seks tuzağına çekip daha sonra şantaj yapmakla tanınmaktadır. İsrail eski Dış İşleri Bakanı Tzipi Livni’nin daha önce Mossad’da görev yaptığı süre boyunca, üst düzey Filistinli yetkili ve baş müzakereci Saeb Erekat, FKÖ görevlisi Yasser Abed Rabbo, Katar Emirleri ve diğer Arap liderleri ile yattığı ve bunun bu kişilerin İsrail lehine yönlendirmek adına kullanıldığı, iddialar arasındadır.[13] Kadın cazibesine dayalı istihbarı operasyonların benzer şekilde İran’ın VEVAK 237 (İran Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Organizasyonu), Pasdaran ve Savama örgütleri tarafından da yürütüldüğü belirtilmektedir. [14] İran, Mut’a nikâhı üzerinden yürüttüğü bu faaliyeti iki şekilde yapmaktadır: Birincisi, yukarıda da belirtildiği gibi İran’a yapılan turistik, diplomatik, eğitim ve ticaret amaçlı gezilere katılan önemli kişilere Mut’a nikâhı önerilmektedir. Kabul eden kişilerin ilişki görüntüleri kaydedilip ileride şantaj için kullanılmak üzere arşivlenmektedir. İkincisi, çevre ülkelere İran istihbarat örgütleri tarafından kadınlar gönderilmekte ve bu kadınlardan özellikle ordu ve polis teşkilatında çalışan önemli kişilerle ilişki kurup önemli bilgileri İran istihbaratı adına toplaması istenmektedir. İran Mut’a nikâhını, bir yumuşak güç ve nüfuz unsuru olarak kullanmaktadır. Puelings’in kitabına atıf yaparak belirtildiği üzere, Mut’a, İran’ınteşhiye yani Şiileştirme politikasının bir aracı olarak Sünnileri etkilemek için kullanılmaktadır. Abdullah Bozkurt’un 26 Nisan 2013 tarihinde Today’s Zaman’da kaleme aldığı yazı da benzer şeyler ifade edilmektedir. Bozkurt, yazısında, İran istihbaratının Mut’a nikâhını Ortadoğu’daki insanları İran-yanlısı yapmak adına kullandığından bahsetmektedir. Bu doğrultuda, görünürde konferansa katılmak ve tedavi maksatlı İran ziyaretlerine katılan birçok kişinin aslında büyük bir seks endüstrisinin müşterileri haline geldiği iddia edilmektedir. Bu şekilde İran, özellikle, birçok din görevlisini ve aşiret liderlerini İran’a yaptıkları sık ziyaretler sırasında etkisi altına almaya çalışmaktadır. Her ne kadar dışarıdan Şer’i hükümlerle yönetilen İslam devleti görüntüsü verse de, 85.000’e yakın kişinin hayat kadınlığı yaptığına yönelik tahmin oldukça manidardır.[15] [16] Tüm bunlar dikkate alındığında, İran’ın çevre ülkelerde yaşayan insanlar açısından neden daha cazibedar bir merkez haline geldiğini açıklamak zor değil. Diğer yandan, 2009 yılında, Wikileaks’te yayınlanan bir takım belgeler bu durumu kanıtlar niteliktedir. Yayınlanan belgelerde, Irak’taki önemli aşiret liderlerinden Abu Cheffat’ın Amerikalı bir diplomata, Tahran’ın, görünürde İran’ı medikal sebeplerden dolayı ziyaret eden Iraklı siyasetçiler üzerinde, İranlı kadınlarla Müt’a evlikikleri gibi teşvikler kullanarak ciddi bir nüfuz oluşturduğunu söylemektedir.[17] Aynı wikileaks belgelerinde, aşiret lideri İran’ın mut’ayı yaygınlaştırmaya çalıştığı, Irak’taki etkisini güçlendirme amacıyla Arap aşiret şeyhlerine mut’ayla kadın temin ettiğini söylemekte ve şunları eklemektedir: İran’ı ilk ziyaretimizin ardından bu ülkeyi ziyaret eden tüm aşiret önderlerinin mut’adan istifade ettiklerinin farkına vardım!. İran’a her gittiğimde akrabalarımıza tedavi için oraya gittiğimizi söylüyorduk. İran’da bizler İranlı yetkililerin sağladığı imkânları kullanıyor, mut’anın keyfini çıkarıyorduk.[18] Foreign Policy’deki bir makalesinde bu durumu değerlendiren, Carnegie uzmanı Karim Sadjadpour, İran’ın sekse karşı tutumunun tıpkı devlet yönetme anlayışı gibi tamamen pragmatik ve çıkarcı dürtülerle şekillendiğini ve bunun değişen duruma göre bir baskı, teşvik ve tahrik unsuru olarak kullanıldığının altını çizmektedir. [19] Bozkurt, ne yazık ki bu faaliyetlere Türkiye’nin de maruz kaldığının altını çizmektedir. Buna göre İran, kurulan bir çok vitrin şirketi ve kurumu vasıtasıyla İran şehirlerine olan grup turlarını finanse etmekte ve bu insanların Mut’a nikâhı dâhil radikal İran İdeolojisine maruz kalmasını sağlamaktadır. [20]. Benzer şekilde Kuwait Times’ta çıkan bir habere göre Şii Nusayri Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın danışmanı Buseyna Şaban, 23 Aralık 2011 tarihinde basına bir açıklama yapmış ve ellerinde Körfez ülkeleri liderlerinin seks kasetlerinin bulunduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bu kasetleri internet sitelerinde yayınlamakla tehdit etmiş ve ‘kasetleri internet sitelerinde yayınladıktan sonra Arap yetkililer, elimizdeki kozları görecekler’ demiştir. Gültekin Avcı, Şaban’ın yaptığı bu tehditten sonra 238 Körfez ülkelerinin Beşşar Esed‘e olan baskılarındaki azalmaya dikkat çekmiş[21] ve Suriye Muhaberatı’nın da İran tarafından eğitildiğini belirtmiştir.[22] Avcı, daha sonra santaj ve tehditle sonuçlanan Mut’a macerasına girenleri şöyle tarif etmektedir[23]: bazı devlet adamları; siyasiler ve kritik nokta bürokratları; ve iş dünyasının önemli simaları…. Avcı, “Mut’a operasyonlarıyla İran’ı ve Suriye’yi ziyaret eden Ortadoğulu devlet adamları, siyasiler, istihbaratçılar ve bürokratlar tuzağa düştüyse önlerinde iki yol” kalacağından bahsetmektedir: “Ya Şii jeopolitiğine ve talimatlarına ram olmak ya da görüntülerin servisiyle prestijinin/istikbalinin yerle bir olmasını kabul etmek….” Avcı aynı zamanda ciddi şekilde bugün İran’ın savunuculuğunu üstlenenlerin, geçmişlerinde belirli sürelerle İran’da bulunmuş olmalarını da manidar bulmaktadır. Bir başka İran müttefiki olan Hizbullah da, benzer amaçlar için Mut’a’ya başvuran aktörler arasındadır. Hizbullah’ın Mut’a’yı kendi askerlerinin kullanması için bir araç haline getirdiği ve cinsel yönden istismara açık gençlik üzerinde siyasi kontrol sağlamak amacıyla kullandığı dile getirilmektedir. [24] Ayrı bir yöntem olarak, İran Mut’a üzerinden yürüttüğü nüfuz ve istihbarat faaliyetlerini sadece İran ile sınırlı tutmamakta, komşu ülkelere gönderdiği farklı gruplar ile bu çalışmalarını yurt dışında da yürütmektedir. Bu yöntemin, medyaya yansımış en belirgin örneklerinden birisi de Türkiye’dir. İhtimal bu faaliyetlerin birçoğu diğer Ortadoğu ülkelerinde de yürütülmektedir ancak Türkiye’yi farklı kılan böyle bir şebekenin geçen Mayıs (2013) ayında yapılan operasyonlar sonucu açığa çıkartılmış olmasıdır. Hürriyet gazetesi ve diğer birçok gazeteye yansıyan habere göre; Türk askeri, polisi ve devlet görevlileri ile Mut’a nikâhı yaptıran İranlı kadınlar, devlet güvenliğini tehdit edecek birçok bilgiyi İran istihbaratına teslim etmekle suçlanmıştır. İranlı kadınların İran istihbaratı tarafından Türkiye’ye yollandığı ve İran adına casusluk yapmaya zorlandığı belirtilmiştir. Operasyonda tutuklananlar arasında bulunan Zehra Y’nin telefonunda askerlere, polislere ve devlet görevlilerine ait çıplak fotoğraflar bulunmuştur. Tutuklananlar arasında bulunan bir diğer isim Elvina A. ise Mut’a nikâhı yaptıklarını kabul etmiş ve grup seks yaptıklarını da itiraf etmiştir.[25] Gültekin Avcı, bu konuda özellikle İranlı Basij kadınlarının yoğun bir faaliyet içinde olduğunu dile getirmektedir. [26] Bal Tuzağı adlı kitabın yazarı Cevheri Güven ise Zaman’a verdiği röportajda bu konu ile alakalı şu önemli açıklamaları yapmaktadır: Haham Ari Schavat, Bal Tuzağı’nın Museviliğe aykırı olmadığı hatta Kitab-ı Mukaddes’e dayandığı şeklinde fetva yayınladıktan sonra İsrail istihbaratı elini çok güçlendirdi. Pek çok elemanını bu işte kullanmaya başladı. İran da benzer biçimde mut’a nikâhı üzerinden aynı şeyi yine aynı kolaylıkla yapıyor. Bel altı istihbarat tekniklerinde İsrail’le İran arasında çok güçlü paralellikler var. Arap coğrafyası ve hatta Türkiye’den İran’a gidenler, çeşitli yöntemlerle yaklaşılarak mut’a nikâhına özendiriliyor. İran’ın elinde çok geniş bir kaset arşivi var. Yolu öğrencilik, dil öğrenme ya da ziyaret için İran’a düşenler, İran istihbaratı tarafından asla affedilmez. Hele geleceği parlaksa… İran ve Suriye’deki oteller, İran istihbaratına çalışır. Suriye istihbaratını tepeden tırnağa İran kurmuş ve organize etmiştir. İran Bal Tuzağı yöntemlerini Suriye’de de çok uzun zamandır uyguluyor. Savaşın başlamasıyla Arap ülkelerinde Suriye direnişine destek vermeyi planlayan güç sahibi kişilerin bu kasetlerle tehdit edildiğini biliyoruz. [27] Güven, Mut’a nikâhının Türkiye’ye yansımalarını ise şu şekilde ifade etmektedir: Türkiye’nin bu anlamda hedef olduğunu ilişkilerimiz ters gitmeye başlayınca fark ettik. Zaten son birkaç aydır İran istihbaratı adına faaliyet gösteren ve ‘mut’a çetesi’ olarak anılan gruplara operasyonlar yaptı emniyet. İran’ın, Türkiye’deki temel istihbarat operasyonu, Sünni kesimi provoke edip devletle karşı karşıya getirmekti. Böylece Türkiye’de muhafazakârların yükselişini engelleyip yanı başındaki Türkiye gibi bir devi kısır çekişmelerin içinde bırakmak. Kritik zamanlarda 239 muhafazakâr kesimin içinden çıkıp ‘Anıtkabir’i yıkacağız, Kemalistleri keseceğiz’ gibi açıklamalar yapıp vesayet rejiminin eline koz verenlerin mut’a kasetleri olduğundan şüphem yok. Suriye krizinden sonra İran istihbaratı taktik değiştirdi. Artık Türkiye’den bilgi sızdırma daha önemli hale geldi. Bal Tuzağı ise en kolay yöntem oldu. Mut’a nikâhını kullanmaya başladı. Mut’a Çetesi’ne yapılan son operasyonda ele geçirilen İranlı bir kadınla Türk vatandaşının Mut’a nikâhı görüntüleri çok şeyi izah ediyor. [28] Aslında, İran’ın Mut’a yoluyla yaptığı casusluk çalışmaları sadece Mayıs 2013’te yapılan operasyonla gün yüzüne çıkmamıştır. 12 Ağustos 2012’de de Iğdır Cumhuriyet Savcısı’nın başlattığı başka bir soruşturmada da İran Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Organizasyonu VEVAK için çalıştığı belirlenen bir casusluk çetesinin, yerel yöneticilere, uygunsuz çekilmiş videolarıyla şantaj yaptığı belirlenmişti. Yapılan operasyonda, askeriyede, poliste ve yerel mahkemelerde çalışan birçok devlet görevlisi ile alakalı CD ve belgeye ulaşılırken, kamu binaları, askeri konvoy geçiş güzergâhları ve askeri karakollara ait dokümanlar bulunmuştu. Ayrıca PKK’nın da İranlı ajanların yaptığı bu faaliyetlere, bu kişilerin sınırdan geçişini kolaylaştırarak yardım ettiği de belirlenmişti.[29] İran’ın aynı zamanda değişim (Exchange) programlarından yararlanarak birçok akademisyen ve din adamını, Mut’a nikâhını yaymak için Türkiye’ye gönderdiği de iddialar arasındadır. Raporlara yansıdığı kadarıyla, Siirt, Erzurum ve diğer şehirlerdeki üniversitelerde bulunan İranlı akademisyenlerin Mut’a nikâhı hakkında açık açık konuştukları ve bunun yerel halkın büyük tepkisini çektiği belirtilmektedir.[30] Hatırlanacağı üzere, Mısır’da da İran yayılmacılığına benzer bir tepki oluşmuş, özellikle Selefi gruplar İranlıların Mısır’ı turist kafileleri şeklinde ziyaret etmelerine, İranlıların bu şekilde Mısır’a sızacakları, Şii doktrinini ve Mut’a’yı yayacakları endişesiyle karşı çıkmışlardı.[31] Sonuç olarak, Şii inancını Sünni inanıştan ayıran temel özelliklerden biri olan Mut’a nikahı, diğer devlet yönetim işlerinde olduğu gibi, İran rejimi tarafından gayet pragmatik sebeplerle bir dış politika enstrümanı olarak kullanılmaktadır. Mut’a enstrümanın hem İran içinde hem de komşu ülkelerde yumuşak güç ve cebri bir unsur olarak kullanıldığından bahsedildi. İran’da ve komşu ülkelerde İranlı kadınlar üzerinden sunulan Mut’a nikâhları, Şii ve Sünni kitleleri İran’a bağlamak adına bir teşvik unsuru olarak kullanılırken, Mut’a nikâhı yapan önemli kişilere uygunsuz görüntülerle şantaj yapıp tehdit etmek de Mut’a’yı yumuşak güç unsuru olmaktan çıkartıp, cebri bir unsur haline getirmektedir. Mut’a nikâhı hem cebri hem de iradi yönleri ile hem ülke için de hem de ülke dışında kullanılarak İran açısından önemli bir dış politika unsuru haline gelmektedir. Son derece İslami bir görüntü verdiği halde, kadınların bir “bal tuzağı” olarak istihbarat ve dış politika amaçları için kullanılması amaçlar uğruna bütün araçları mubah gören makyevelist İran devlet geleneğinin en çarpıcı örneklerinden bir tanesidir. Mahmut Akpınar http://www.mahmutakpinar.com/iran-ve-bir-dis-politika-enstrumani-olarak-muta.html [1] Taushıf Kara. (2011) “Mut’a and Hezbollah; The Politicization of Sex” Canons, s.22; http://www.mcgill.ca/religiousstudies/sites/mcgill.ca.religiousstudies/files/canons2011.pdf. [2] “What is Muta Marriage (Shia Law) (M.M.Law)”; http://makashfa.wordpress.com/2011/11/06/what-is-muta-marriage-shia-law-m-m-law/. [3] Mü’minun Suresi 6. ve 7. Ayetler. 6 – Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir. 7 – Şu halde, kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir. 240 [4] Ghodsi, Tamilla F. “Tying a Slipknot: Temporary Marriages in Iran”, Michigan Journal of International Law 15 (1994): 645-686. S. 645. Alıntı yapılan yer: “What is Muta Marriage (Shia Law) (M.M.Law)”, s.26; Makashfa.wordpress.com. http://makashfa.wordpress.com/2011/11/06/whatis-muta-marriage-shia-law-m-m-law/. [5] “In response to a question about Mutah, Grand Ayatollah Khamenei responded and declared that Mutah (temporary marriage) is not only permissible but rather it is Mustahabb (highly recommended). Ayatollah Khameini said: “Although mut‘ah marriage is permissible, or rather mustahabb [highly recommended] in our view, it is not obligatory in shar‘[iah].” Kaynak için bakınız: http://answers.yahoo.com/question/index?qid=20100110100718AAe7EiR [6] Albawaba (2010) “Iran Permits Brothels Through Temporary Marriages”,Albawaba, Haziran 7, 2010. http://www.albawaba.com/behind-news/iran-permits-brothels-through-temporary-marriages [7] Afshin Shahi (2013). “Erotic Republic”, Foreign Policy, Mayıs 29, 2013. http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/05/29/erotic_republic_Iran_sexual_revolution%20?page=f ull. [8] Donna M. Hughes . (2011).“The Mutah Pimps – Islam for Muslims – Nairaland”,Nairaland Forum, Aralık 19, 2011. “http://www.nairaland.com/828391/mutah-pimps. [9] (İngilizce: tashayyu: the act of becoming Shiate) [10] Jelle Puelings (2010). Fearing a Shiite Octopus’ Sunni – Shi`a Relations and the Implications for Belgium and Europe. Gent: Academia Press. s. 29. [11] Bir Avuç Gül Demeti Politikası olarak Türkçeye çevirebileceğimiz bu ifade, İran’ın yumuşak güç unsurları kullanarak etki alanları oluşturma manasına gelmektedir. [12] Jelle Puelings (2010). Fearing a Shiite Octopus’ Sunni – Shi`a Relations and the Implications for Belgium and Europe. Gent: Academia Press. s. 29. [13] Livni’nin bu itirafları The Times gazetesinde yayınlanmakla beraber detaylı makaleler için bakınız: Lenziran. “Story of Tzipi Levni sex , blackmail of Emir of Qatar and relation with Gaza war told Doctor Abbasi” http://lenziran.com/2012/11/28/story-of-tzipi-levni-sex-blackmail-of-emir-ofqatar-and-relation-with-gaza-war-told-doctor-abbasi/. Ayrıca MTV, “Tzipi Livni: I had sex with Erekat and Abed Rabbo” Kasım 6, 2013 mtv.com.lb/en/News/27111. [14] Gültekin Avcı. (2013). “İstihbaratta mut’a operasyonları” Bugün, 07 Ekim 2013. http://gundem.bugun.com.tr/diger-yuzu-irandir-haberi/819228 [15] Afshin Shahi (2013). “Erotic Republic” Foreign Policy, May 29, 2013. http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/05/29/erotic_republic_Iran_sexual_revolution%20?page=f ull. [16] Donna M. Hughes . (2011).“The Mutah Pimps – Islam for Muslims – Nairaland”.Nairaland Forum. Aralık 19, 2011. “http://www.nairaland.com/828391/mutah-pimps. [17] Karim Sadjadpour. (2012).The Ayatollah Under the Bed(sheets)”, Foreign Policy, Nisan 23, 2012. http://www.foreignpolicy.com/articles/2012/04/23/the_ayatollah_under_the_bedsheets. [18] “Şantaj Aracı Mut’a” İran Tehlikesi http://www.irantehlikesi.com/?p=480 [19] Karim Sadjadpour. (2012).The Ayatollah Under the Bed(sheets)” Foreign Policy, Nisan 23, 2012. http://www.foreignpolicy.com/articles/2012/04/23/the_ayatollah_under_the_bedsheets. [20] Abdullah Bozkurt. (2013). “Iran’s clandestine operations in Turkey”. Today’s Zaman. 26 Nisan, 2013. http://www.todayszaman.com/columnists/abdullah-bozkurt_313785-irans-clandestineoperations-in-turkey.html. [21] “Şantaj Aracı Mut’a” İran Tehlikesi http://www.irantehlikesi.com/?p=480 [22] Gültekin Avcı. (2013). “İstihbaratta mut’a operasyonları” Bugün. 07 Ekim 2013. http://gundem.bugun.com.tr/diger-yuzu-irandir-haberi/819228 [23] Gültekin Avcı.(2013)“Mut’a arşivler