Preview only show first 10 pages with watermark. For full document please download

Transcript

SOKRATES NEDEN SUÇLU BULUNDU? Prof. Dr. Filiz ZABCI “En önemli şeyin yaşamak değil, iyi yaşamak olduğunu söyleyen şu öbür ilkeyi de inceleyip, bizim için geçerli olup olmadığını dikkate almanı isterim.” Sokrates Kriton Diyalogu, Platon. İÖ 399 yılında Sokrates, 70 yaşındayken, Atina tanrılarını inkâr etmek, yeni bir tanrı yaratmak ve gençleri yoldan çıkarmak suçlarıyla yargılandı ve idama mahkûm edildi. Yunan dünyasında büyük saygı gören, kendisinden sonraki filozofları derinden etkileyen ve güçlü bir felsefi geleneğin öncüsü olan bu filozof, daha önce kendisine söylendiğinde belki de gülüp geçeceği suçlamalarla karşı karşıya kalıyordu; ancak tarihin kaydettiği en görkemli savunmalardan birini gerçekleştiriyor ve sadece bu savunmasıyla siyaset felsefesinin değerli yapıtlarından birine, Platon’un Sokrates’in Savunması kitabına ilham veriyordu. Kişiliği açısından bakıldığında yumuşak, nazik, ince düşünceli bir insan olarak anlatılan Sokrates’in bu tür suçlamalarla, özellikle de gençleri baştan çıkardığı yönlü suçlamayla karşı karşıya kalması çoğu kişi için şaşırtıcıydı. Öğrencilerinden Ksenophon, Sokrates’in yaşamı ve düşünceleri hakkında yazdığı, zamanımıza kalan ender eserlerinden birinde [The Memorable Thoughts of Socrates] “Nasıl olur da Sokrates’e böyle bir suçu yüklerler?” diye sorar. Ona göre Sokrates “bütün erkekler içinde en aklı başında olan ve en iffetli kişi”dir. Sokrates konfor içinde yaşamaz ama düşkün birisi de değildir; çok azla yetinmeyi bilir ama her şeye yeterince sahiptir. Hiçbir şeyde aşırılığa kaçmaz. İnsanları ürkütüp korkutmaz. Böyle bir insan nasıl olur da “Tanrılara saygısızlığı, adaletsizliği, açgözlülüğü, iffetsizliği, zevk ve şatafatı” öğretebilir? Ksenophon’a kalırsa, bırakın bu gibi şeyleri, Sokrates erdemi bile öğretmeye yeltenmemiştir: O hiçbir zaman insanlara erdemli olmayı öğretmeyi vaat etmemiştir; olsa olsa kendi varlığıyla, insanların kafasında bir gün erdemli olabileceklerine dair bir umudun doğmasına neden olmuştur. Diogenes Laertios, onun yüce gönüllü, çelebi kişiliğini küçük anılarla resmeder: “Falanca senin hakkında kötü konuşuyor” diyen birine, “İyi konuşmayı öğrenememiş de ondan” diye yanıt verir. Aiskhines, “Yoksulum, başka hiçbir şeyim yok, sana kendimi veriyorum” deyince, “Bana en büyük şeyi verdiğinin farkında değil misin?” diye sorar. “Atinalılar seni ölüme mahkûm ettiler” diyene “Doğa da onları” der. Karısının “Haksız yere ölüyorsun” demesi üzerine, “Yoksa sen ölümü hak etmemi mi isterdin?” diye karşılık verir. Bilgeliği ve erdemli yaşayışıyla bilinen, idama mahkûm olduğunu öğrendiklerinde onu yakından ve uzaktan tanıyanların şaşkınlık içine düştüğü, felsefe tarihinin bu ünlü simasının neden suçlandığı ve ölüme mahkûm edildiği sadece düşünce tarihçilerinin değil, genel okurun da merakını cezbeden bir konudur. Hiç yazmamış olan bu filozof üzerine yazılanlardan yola çıkarak Sokrates’in neden suçlu bulunduğu üzerine bazı varsayımlar üretmek, tarihin bu en önemli siyasi davalarından birine yakından bakmak kuşkusuz bir yazının konusunu oluşturabilir. Ancak bu yazıda, bu dava aracılığıyla, bugüne daha iyi bakmak niyeti güdülüyor. Bazı noktalar bu yüzden kasıtlı olarak öne çıkarılıyor; bazı düşüncelerin üzerinden daha kalın çizgilerle geçiliyor. Bazıları ise biraz daha geride ve bulanık bırakılıyor. Sokrates’in başkalarınca sunulmuş olan portresine ve kaydedilmiş dava sürecine sadık kalma ve olabildiğince “gerçekçi” bir yorum sunma çabasından vazgeçilmiyor elbette. Ancak asıl amaç, bire bir Sokrates’in felsefesini ya da dava sürecini anlatmak değil; daha çok, tarihin her döneminde insanların karşı karşıya kaldıkları baskı, bağnazlık, hoşgörüsüzlük, intikam, kaba kuvvet kullanma gibi tutumlarla, bugün nasıl baş edebileceğimize, bunlara karşı nasıl bir tutum takınabileceğimize dair tarihin içinden bir örnek çekip çıkarmak. Ne de olsa, Braudel’in söylediği gibi, “Tarih, çevremizi saran ve bizi işgal eden bugünün sorunları –hatta kaygı ve sıkıntıları- adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir.” Bu söylenen, düşünce tarihi için de, belki çok daha fazla söz konusudur.1 I. İdamdan Önce Sokrates’in yargılanması ve ölümü, Atina’nın ahlaki ve siyasi çöküşünün trajik bir simgesi gibidir ve bu olayın siyaset felsefesi üzerinde derin etkiler bırakmamış olması ihtimal dışıdır. Hocasının düşüncelerini ve anısını yaşatmaya çabalayan Platon, davanın en önemli izleyicilerinden birisidir; kederini gizlemeyi başarsa da davaya ilişkin yazdığı metinde hocasına olan hayranlığı hemen her satırda hissedilir. Platon’un kısa ama siyaset felsefesinin temel metinlerinden biri olarak görülen Sokrates’in Savunması, sadece filozofun nasıl bir savunma yaptığını, onurlu ve cesur duruşunu yansıtmaz, aynı zamanda davaya ilişkin elimizdeki az sayıda tarihi kayıtlardan birini oluşturur. Platon, davayı resmetmekle kalmaz, Sokrates’in düşmanlarınca suçlanmasını, son günlerini ve idam ediliş anını da, diğer diyaloglarında olduğu gibi hocasını baş konuşmacı olarak yerleştirdiği üç diyalogla aktarmaya çalışır: Euthyphron, Kriton ve Phaedon. Bunlar, 1 Bu yazıyı akademik bir makale olmaktan ziyade bir deneme olarak tasarladım. Bu nedenle, metnin akışını bölecek alıntılara ve referanslara yer vermedim. Amacım, mümkün olduğunca ve yapabildiğimce Sokrates’i “yalın” bir biçimde anlatmaktı. Yararlandığım kaynakları yazının sonunda vermeyi tercih ettim. Sokrates’in Savunması (Apology) ile birlikte Platon’un en canlı, en etkileyici diyaloglarındandır. Bu dört diyalog, Platon’un zaman zaman davadaki olaylar ve gerçeklerden çok düşüncelerini ve söylemek istediklerini ön plana çıkardığına ilişkin bir kuşku yaratmaktadır. Platon’un prizmasından geçmiş bir Sokrates’in ne derece “gerçek” Sokrates’i yansıttığı bir yana, tarihi olay ile Platon’un bu olayı algılayışı arasındaki farkı bilebilmemiz için de Ksenophon’un yazdığı kitaplar, Diogenes Laertius’un verdiği bilgiler ve Aristophanes’in epey olumsuz bir Sokrates portresi sunduğu Bulutlar oyunu dışında elimizde yeterince belge ve kayıt bulunmamaktadır. Ancak herhalde bu büyük filozoftan bir tarihçi gibi davranmasını beklemek haksızlık olacaktır. Platon, hocasının yargılanmasını ve ölümünü felsefi ve elbette ki siyasi bir sorun olarak kurgulamıştır; tarihi gerçekleri birebir nakletmek yerine, siyasi ve ahlaki sonuçları üzerine odaklanmıştır ve bu tutumuyla aslında hocasının felsefi mirasını sahiplenmiştir. Yine de bu dört diyalogun Platon’un erken eserleri olmalarından dolayı, daha sonra yazmış olduklarından çok daha gerçekçi ve tarihsel bir Sokrates’i yansıttığını söyleyebiliriz. Bu metinlerde Sokrates hiçbir zaman yeis ve korku içinde ölümünü bekleyen yenik bir kahraman gibi değildir; tersine felsefe yapmanın sorumluluğunu son nefesine kadar taşıyan, öğrenmekten asla vazgeçmeyen, son anına kadar gerçek bilgiye ulaşmak için arkadaşlarıyla ve öğrencileriyle söyleşiyi sürdüren, ölümü cesaretle karşılayan ve bunu bilgece yaşamanın bir gereği olarak gören bir filozoftur. Platon belki de kasıtlı olarak vurgulamıştır; bilemiyoruz, ama Sokrates hiçbir zaman duygularının ve korkularının esiri olmaz, baldıran zehrini içerken dahi, akıl ve sağduyu, felsefesinde savunduğu gibi yönlendirici güçlerdir. Bu özelliği en iyi biçimde Kriton diyaloğunda sergilenir. Platon’un yazar yeteneğini ve şairliğini konuşturduğu diyaloglarından biri olan bu eserde, Kriton’un daha gün doğmadan Sokrates’in yattığı hücreye sızması, uyandırmadan yanında sessizce oturması ve onu seyretmesi, filozof uyanır uyanmaz aralarında geçen sohbetin sıcak ve samimi içeriği, idam öncesinin tüm dramatik boyutunu ve tarihe mal olacak bir zaman diliminden geçildiği duygusunu mükemmel bir biçimde yansıtmaktadır. Kriton, Sokrates’i kaçmak için ikna etmeye çalışır. Gerekli bütün hazırlıkları yapmıştır; servetini harcamaya hazırdır; Sokrates’in gönderileceği yerlerde güvenliğini sağlayacak dostları vardır. Yapması gereken tek şey Sokrates’i ikna edecek sebepler sunmasıdır. Onu kurtarmak için yeterince gayret göstermediklerinden dolayı kendilerinin çoğunluk tarafından ayıplanıp kınanacağını; idam edilmesinin düşmanlarını sevindireceğini, ayrıca çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getirmemesinin, onları yetiştirip eğitmemesinin, onlara kötülük etmek anlamına geleceğini söyler. Yaşlı filozof, bekleneceği gibi kaçmayı kabul etmez; ancak tarzı her zamanki gibi kibar ve sabırlıdır. Sokrates kaçmamak için farklı gerekçeler öne sürebilirdi. Ancak o tüm yaşamı boyunca yaptığı şeyi, düşünmeyi ve incelemeyi tercih eder. Kriton’un teklifini, öne sürdüğü gerekçeleri bir bir sınar. Ancak başlangıçta, onu böyle bir sınamaya götüren temel bir ilke, ahlaki bir tercih ve duruş vardır: “Bugüne kadar savunduğum kanıtları, başıma bir felaket geldi diye silkip atamam; tersine hiç değişmediler bence ve eskisi kadar saygı duyuyorum onlara”. Bu sınamada hukuk-yasa-adalet üzerine geliştirilmiş eşsiz düşünceler vardır; fakat asıl önemlisi Kriton’un çoğunluğun görüşlerine değer veren tutumunu sorgulamasıdır. Bu sorgulama, çoğunluğun nasıl yanılgıya düşebileceği, nasıl aklın yolundan ayrılabileceği ve nasıl kötülükler yaratabileceği üzerine bir dizi varsayım üzerine kuruludur. Çoğunluğun kararıyla ölüme mahkûm edilmiş olan Sokrates için öğrencisi Platon, bu kararın adaletle örtüşmediğini ortaya koymak istercesine çoğunluğun kararı ile adil karar ya da çoğunluğun düşüncesi ile akılcı-doğru düşünce arasındaki farkı ortaya koymak istemektedir. Tarihte yaşanan pek çok olayda olduğu gibi bu davada da, çoğunluğun sesi ile aklın sesi arasındaki uçurum geri dönülmez biçimde açılmıştır. II. Suçlama Euthyphron diyalogunda Sokrates kendisine yapılan suçlamadan haberdar (muhtemelen suçlama kendisine tebliğ edilmiştir), dini davalara bakan resmi görevli ile görüşmek üzere devlet binasının önüne geldiğinde Euthyphron ile karşılaşır. Euthyphron, hizmetçisini öldüren babası hakkında dava açmak için buradadır. Sokrates ile aralarında dine uygun olan ve olmayanın ne olduğu, dinsizliğin ya da dindarlığın nasıl tanımlanabileceği üzerine bir söyleşi gelişir. Bu karşılaşmanın gerçeğe uygun olduğu konusunda Platon yorumcuları hemfikirdir. Diogenes Laertios’un iddia ettiği üzere filozof, Euthyphron’u bu girişiminden vazgeçirmiştir. Ancak, diyalogun konusunun din üzerine gelişmesinin nedeni Sokrates’in karşı karşıya kaldığı suçlamadır. Euthyphron, Sokrates’in dini davalara bakan bu kurumda ne aradığını merak eder. Sokrates “ağır suçtan ötürü takibat”a uğradığını söyleyince, buna inanamadığını söyler. Suçlayan kimdir; Sokrates’i ne ile suçlamaktadır? Euthyphron’un bu sorularına filozofun verdiği yanıtlar aracılığıyla davacının Meletos olduğunu, suçlamanın “gençleri baştan çıkarmak”, “yeni tanrılar ortaya çıkarmak” ve “eskilerini tanımamak” olduğunu öğreniriz. Sokrates Meletos’u tanımamaktadır; hatta Euthyphron’a sorar: “…Tam olarak tanımıyorum. Sanırım genç ve tanınmamış birisi olduğundandır. İsmi Meletos. Pithos’tanmış. Oralarda yaşayan düz saçlı, seyrek sakallı ve kartal burunlu bir Meletos tanıyor musun?” Meletos, aslında Sokrates’i suçlayan tek kişi değildir. Resmi davacı olarak o gözükmektedir, hukuki işlemleri de yerine getiren odur. Ancak Sokrates’in cezalandırılmasını ya da Atina’dan ayrılmasını isteyen başkaları da vardı. Bunlardan biri varlıklı bir demokrat olan Anytos’tur. Anytos hakkındaki bilgilerimizin bir kısmını, erdemin öğretilebilirliği üzerine tartışmanın geçtiği Platon’un Menon diyalogundan elde ediyoruz. Bu diyalogda Sokrates genelde başvurduğu ironi yöntemi ile Anytos’u övücü cümlelerle, onurlandırıcı bir biçimde takdim eder. Ancak hemen bir sayfa sonrasında bu dar kafalı, cahil politikacının Sofistler’den dahi haberi olmadığını öğreniriz. Sokrates bu diyalogda, genelde tartıştığı kimselere karşı takındığı düşüncede acımasız ama onurlarını kırmadan, incitmeden bilgilerini sorgulamalarını sağlama yöntemini sürdürür. Anytos’a karşı da böyle bir tutum içerisindedir. Yine de bu kendini beğenmiş ve kibirli politikacının bilgisiz olduğunu gösterdiği için düşmanlığını kazanmıştır. Davayı açanın Meletos olmasına karşın, aslında yönlendirici olan ve filozofun cezalandırılmasında en istekli olan kişi Anytos’tur. Leartios’un yazdığına bakılırsa, zamanında Aristophanes ve çevresini de Sokrates’e karşı kışkırtmıştır. Komutan iken (İÖ 409) Pylos’un düşmesini engelleyememiş, bu yüzden cezaya çarptırılacakken rüşvetle yakayı kurtarmıştır. Herhalde bundan dolayı da “baş davacı” olmak istememiştir. Dava için gerekli parayı sağlamış, ancak resmi başvuruyu, dini konularda tam bir fanatik olan genç Meletos’a bırakmıştır. Meletos da, dinsel konularda tutucu çoğunluğu etkileyebilecek bir suçlama olarak “dinsizlik”i seçmiştir. Bu davanın arkasında olan üçüncü kişi Lykon’dur. Lykon hakkında pek fazla bir şey bilmiyoruz. Sadece Sokrates’in savunmasında ona hitaben kullandığı bir tanımla “profesyonel bir hatip” olduğunu öğreniyoruz. Böylece, Atina’nın kültür ve siyaset dünyasında adı sanı olmayan, savaşta ya da günlük yaşamda onurlu bir tavır sergilediğine tanık olunmayan, hatta Paul Johnson’un Sokrates biyografisinde de belirttiği gibi “değersiz kişiler”den oluşan üçlünün Sokrates’i suçlamak ve cezalandırmak konusunda el birliği ettiğini görüyoruz. Laertios’un verdiği bilgiye göre Anytos el işçileri ve politikacılar adına, Lykon hatipler adına, Meletos ise ozanlar –ki bu kesimlerin her biri de Sokrates tarafından alaya alınmışlardır- suçlamada bulunmuşlardır. Yeminli suçlama ise şöyledir: Pithos demosundan Meletos oğlu Meletos, Alopeke demosundan Sophroniskos oğlu Sokrates hakkında bu suçlamayı yaptı ve yemin etti. Sokrates devletin inandığı tanrılara inanmamakla ve başka bir takım tanrılar getirmekle suç işlemektedir; ayrıca gençlerin ahlakını bozmakla da suçludur. İstenen ceza ölüm. Atina polisi gibi demokrasinin tohumlarının atılmış olduğu, özgür bir düşünsel iklimin ve yurttaşlık kültürünün geliştiği bir coğrafyada, bu ceza, bize olağan dışı görünebilir. Ancak, İÖ V. ve İÖ IV. yüzyıl Atina’sında, savaştaki, politikadaki, sanattaki ya da felsefedeki başarısından dolayı şöhreti kent devletinin sınırlarını aşmış çok az sayıda kişi bu tür bir cezadan kendini kurtarabilmiştir. Sözgelimi, Atina’daki demokrasinin kurucusu olarak nitelenen Kleisthenes yargılandı ve sürgün edildi; nedeni daha sonra tiranlığını kuracak olan İsagoras’ın rakibi olmasıydı. Perikles, zimmetine mal geçirme ve dolandırıcılık suçlarından yargılandı. Perikles döneminin ünlü heykeltıraşı Phidias, Parthenon’daki devasa Athena heykelini yaparken altın çalmış olmakla suçlandı, aklandı; sonrasında dinsizlikle suçlanarak mahkûm oldu ve hapishanede öldü. Filozoflardan Anaksagoras dinsizlikle suçlandı ve Lampedusa’ya iltica etti. Protagoras ise iki kez siyasi nedenlerle yargılandı. Retorikteki yeteneğinden kimsenin kuşku duymadığı Perikles’in karısı Aspasia, Atina halkının ahlakını bozmak suçundan yargılandı ve beraat etti. Yazarlar ve şairler, sözgelimi Sofokles ve Euripides, her ikisi de dinsizlikle suçlandı ve yargılandı. Perikles’in Aspasia’dan olma oğlu komutan Perikles, Arginusea savaşından sonra idam edildi. Devlet adamları ve siyasetçiler, Kritias, Kleon ve Alkibiades suçlamalardan, mahkemelerden ve sürgünlerden paylarına düşeni aldılar. Ve Sokrates’ten yaklaşık yetmiş yıl sonra Aristoteles, dinsizlikle suçlanması söz konusu olunca, Sokrates’in yargılanmasını kastederek kendi ifadesiyle “Atinalıların bir kez daha felsefeye karşı suç işlemesini istemediği için” bu kenti terk etti. Sokrates’in davası, savunması ile ölümünden önceki günleri hakkında yazılı bilgilerin olması dolayısıyla ve elbette bir filozofun idam cezasına çarptırılması ile bir ilktir. Ancak onun davasına önemini kazandıran tek şey eksik de olsa daha geniş bir bilgi kaynağına sahip olmamız değildir. Bu dava, Antikite’nin en önemli davalarından biridir; bununla kalmaz tarihte kayıtlara geçmiş siyasi ve ahlaki olayların en etkili örneklerinden biri olmuştur. Bunda Sokrates’in davada takındığı tutumun, etkili kişiliğinin, bir filozof olarak taşıdığı eşsiz değerin de son derece önemli olduğu açıktır. Yanıtlamamız gereken soru Sokrates gibi bir filozofun –döneminde aklı başında herkesin şaşkınlıkla karşıladığı gibi- nasıl olur da bu gibi suçlamalarla karşı karşıya kalabildiğidir? Sokrates gibi felsefeyi halka indirmeye çalışan, sade yaşayan, alçakgönüllü ve ılımlı bir filozofu idama götüren koşullar ne olabilir? Demokrasi ile yönetilen Atina’da jüri nasıl olmuştur da saygın filozofa bu cezayı vermiştir? Kuşkusuz bunun yanıtının önemli bir kısmı Sokrates’in kişiliği ve felsefesinin niteliği ile ilgilidir. Ama önemli bir kısmı da Atina’daki siyasi huzursuzluklar, savaşlar ve bir toplumun nadiren karşı karşıya kaldığı varoluşsal nitelikteki siyasi ve ahlaki tercihlerle bağlantılıdır. III. Atina’nın Düşüşü ve Moral Çöküntü Sokrates, Atina polisine yürekten bağlıdır; bir yurtseverdir; Atinalı olmakla gurur duyar. Hapisten kaçmamasının en başta gelen nedenlerinden biri de Atina’nın yasalarına duyduğu saygı ve bu kent devletinin dışında bir yaşam alanı bulamayacağı düşüncesidir. Ne var ki onun yaşadığı yıllar içinde Atina, görkemli bir uygarlığa ev sahipliği yapan bir kentten, savaşlar, salgınlar, siyasi çatışmalar ve dinsel bağnazlığın gittikçe arttığı çorak bir ülkeye dönüşmüştür. Sokrates, Atina polisinin en mükemmel kent devleti olduğunu; onunla hiçbir devletin yarışamayacağını düşünüyordu. Bu düşüncesinde haklıydı da. İÖ V. yüzyılda Atina, Yunan kent devletleri içinde en büyüğü, en zengini ve en güçlüsüydü. Atinalılar, sık sık maruz kaldıkları Pers saldırıları ve işgallerine karşı, İÖ 479’da Perikles’in babası Ksanhippus’un önderliğinde güçlü bir donanma kurmuşlar ve Yunan dünyasında askeri liderliği ele geçirmişlerdi. İÖ 477’de ise Atina polisi, Yunan kent devletlerini birleştirerek Attik-Delos Deniz Birliği’ni kurdu ve böylece siyasi liderliği de ele geçirerek bir imparatorluğun temellerini attı. Bu Atina hazinesinin büyümesini sağlayan ve refahını artıran bir gelişmeydi. Ekonominin gelişmesi, özellikle ticaret yoluyla zenginleşme sayesinde Atina’nın nüfusu da artıyordu. Sokrates doğduğunda Atina’da yurttaşların sayısı –ki sadece yurttaşlar Halk Meclisi’nde (Ekklesia) oy kullanma, general (strategos) ya da yönetici olma (archon), jürilerde yer alma gibi siyasi ve hukuki haklara sahiplerdi- yaklaşık olarak 120 binin üzerindeydi. Sokrates’in orta yaşlarında bu rakam (yaklaşık olarak İÖ 430) 180 bine yükseldi. Sokrates öldüğünde ise (İÖ 399) yurttaş sayısı 100 bin civarındaydı. Yurttaşların yaklaşık olarak altıda birine denk düşen oranda metoikos olarak adlandırılan yabancılar, yani Atinalı bir ana-babadan olmayanlar ve sayıları 30 bin ile 100 bin arasında değişen hiçbir hakka sahip olmayan köleler de Atina nüfusu içinde önemli bir yer ediniyorlardı. Sokrates’ten hemen hemen bir kuşak önce, İÖ 508-507 yıllarında Kleisthenes demokratik kurumları oluşturacak ilk yasal düzenlemeleri yapmıştı ve isonomia ile ifade edilen yasalar önünde eşitlik ilkesini bir ölçüde gerçekleştirmişti. En önemlisi ise, klasik kabile sistemini ve bunun siyasal yaşamın örgütlenmesi üzerindeki etkisini ortadan kaldırarak, kişilerin yaşadıkları yere (deme) göre tanımlandıkları daha gelişkin bir yurttaşlık kurumunu getirmesiydi. “Atina demokrasisinin altın çağı” olan nitelenen Perikles (İÖ 495-429) döneminde ise, halkçı politikalar ile yoksul sınıfların da yönetimde söz sahibi olması bir ölçüde sağlanmış, siyasal katılım yaygınlaştırılmıştı. Güçlü bir donanmaya ve orduya sahip olan, koloniler kuran Atina ile tiyatroda, heykeltıraşlıkta, resimde, mimaride, müzikte, felsefede, şiirde, hitabette, hukukta, eğitimde ve bilimde boy ölçüşecek başka bir polis bulunmuyordu. Şehir akılcı ilkelere göre düzenlenmişti: Merkezde devlet binalarını içeren Akropolis, savunma amaçlı olarak şehrin en yüksek noktasına yerleştirilmişti. Tiyatro, stadyum, agora, okullar birbirleriyle ilişkili bir biçimde inşa edilmişti. Ancak, bütün bu binalar, sadece erkek yurttaşların kullanımına açıktı; kadınlar kamusal yaşamdan men edilmişti. Kabaca aktarmaya çalıştığımız aşağı yukarı böyle bir Atina polisi içinde, taş yontucusu bir babanın ve ebe bir annenin oğlu olarak İÖ 469’da dünyaya gelir Sokrates. Anaksagoras mahkûm edilmeden önce ondan felsefe dersleri aldığını aktarır Leartios. Gençliğinde baba mesleği taş yontuculuğu yaptığı yolunda rivayetler vardır. Bu mesleği ne derece yaptığı meçhul, ama Platon’un ve Ksenophon’un eserlerinden kesin olarak öğrendiğimiz bir şey var: Sokrates çok iyi bir askerdir. Özellikle çok soğuk geçen bir kış mevsiminde süren Potidaea savaşında, kırk altı yaşında olmasına karşın gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla anılmaktadır. Bu savaşta hayatını kurtardığı aristokrat sınıftan genç arkadaşı Alkibiades’in anlattıklarına göre, kendi canını düşünmeden düşmanı püskürtmüş. Üstelik soğuğa karşın üzerinde ince bir elbise varmış ve yalınayakmış. Ne açlık ne susuzluk keyfini kaçırmış; savaşın sonuna kadar soğukkanlı ve neşeli ruh halini korumuş. Sokrates için bu özellikler savaş koşullarında olmasından kaynaklanmaz; tüm hayatı boyunca giyime, yiyeceğe, mala mülke değer vermez. Amacı, maddi gereksinmeleri olabildiğince düşük tutabilmektir. Her şeyin aşırısından kaçınmanın insanı erdemli kılacağını düşünür. Beden eğitimine önem verir, ara sıra dans eder. Öğrenmeyi yaşam boyu sürdürür; yaşlılığında lir çalmayı öğrendiği söylenir. Hangi özelliklere sahip olursa olsun, o her şeyden önce Atina’nın Sokrates’idir. Doğduğu, yaşadığı, savunduğu ve öldüğü Atina’nın düşünsel ikliminin renklerini taşır ve bu iklime kendine has bir ton katar. Atina’nın hem görkemli hem de tehlikeler içinde yüzdüğü dönemlerinin gerçek bir tanığıdır. Perikles’in dönemi, hiç kuşkusuz Atina’nın en parlak yıllarıdır. Aynı zamanda bu dönem Perslere karşı kazanılmış zaferin ardından iyimser bir ruh halinin kenti sarıp sarmaladığı zamanlardır. Perikles İÖ 462 yılında baş komutan (strategos autokrator) seçilir ve bu görevini bir kuşak boyunca devam ettirir. Atina’nın gücüne, yaratıcı enerjisine, dinamizmine ve en önemlisi yurttaşlık bilincine büyük bir inanç besler. Bunu ünlü Cenaze Söylevi’nde Atinalılara seslenirken ilan eder. Thukydides’in Peloponnesos Savaşı’nın Tarihi yapıtında naklettiği bu söylevinde Perikles, Atina polisinin benzersizliğini vurgular; bunun eşit yurttaşlık ve adalete verilen önemden; fakat asıl olarak Atina yurttaşlarının kamusal sorumluluk gereği kent devletinin her alanında kararlara katılmaları ve siyasal yaşamdan gündelik yaşama kadar her alanda katkı sağlamalarından kaynaklandığını söyler. Bu demokratiadır ve diğer zenginlikleri yanında bilgiye ve özgürlüğe verdiği değer ile Atina bütün bir Yunan dünyasının okuludur. Perikles, doğru bir zamanda iktidara gelmişti; ama aynı zamanda insanın yapabileceklerini; kişinin kaderinin bir kurbanı değil, hayatının kurucusu ve yaratıcısı olduğunu göstererek; bu düşünceyi halkına yayarak; yaratıcı, özgür düşünceyi ve demokrasiyi destekleyerek güçlü bir lider konumuna yükselmişti. Özgür düşüncenin ve yaratıcı enerjinin, yaşama duyulan sevgi ve insana duyulan inancın simge isimleri işte bu dönemde boy verdi: Sokrates oradaydı; şairler Sofokles ve Euripides, mimar ve heykeltıraş Phidias ve elbette ki Perikles’e hayranlık duyan yazar ve tarihçi Thukydides. Atina’daki hümanist çevre bu isimlerle sınırlı değildir. Perikles’in iktidara gelmesinden beş yıl sonra ölen trajedi yazarı Aiskhylos, Sokrates’in büyük sempati duyduğu, insanlara ateşi ve sanatları armağan ettiği için Zeus tarafından cezalandırılan mitolojik figür Prometheus üzerine bir oyun yazmıştı (Zincire Vurulmuş Prometheus). Bu oyunda Prometheus baskı altına alınan ama kaderine karşı duran, düşünsel bağımsızlığını ve özgürlüğünü feda etmeyen kişiliği simgeler; aklın ve özgür düşüncenin yok edilemezliğini yansıtır. Dönemin en önemli kişilerinden birisi hiç kuşkusuz, başka bir Yunan polisinden ayrılıp Atina’ya yerleşen ve Perikles’in gözbebeği haline gelen, Atinalıların pek sevdiği Sofist felsefeci Protagoras’tır (İÖ 485-415). “İnsan her şeyin ölçüsüdür” önermesiyle ve tanrıların varlığına ilişkin kuşkucu tutumuyla sadece bu filozof değil, Sofist felsefecilerin tümü Perikles döneminin özgür ruhlu, yaratıcı düşünsel ikliminin baş aktörleridir. Dinin ve dinsel ritüellerin çok önemli olduğu Atina toplumunda ateizme kadar varacak düşünceler geliştiren Sofistler, Sokrates’le birlikte felsefenin sorgulayıcı ve eleştirel içeriğini geliştirirler. Yine de Sofistler ile Sokrates arasında her zaman soğuk bir ilişki vardır. Platon’un Protagoras diyalogunda, felsefeye bakıştan, öğretme ve tartışma yöntemine kadar ikisi arasındaki farkın derinliği ortaya serilir. Parayla eğitim veren Sofistler’in tersine –hatta Protagoras Atina’da yüklü bir servet edinmiştir- Sokrates hayatı boyunca paraya değer vermemiştir. Neredeyse bir imparatorluk haline gelen, genişleyen, zenginleşen, hazinesini kolonileştirdiği diğer polislerin varlıklarıyla dolduran Atina için bu kazanımları kaybetmemek adına daha fazla genişlemek ve daha fazla kazanmak gerekiyordu. Üstelik Atina, Attik-Delos Deniz Birliği’ne katılmış polislerin yükümlülük gereği aktardıkları kaynakları kendisi için kullanmaya başlamıştı. Bunun diğer Yunan polisleri, özellikle de Sparta için rahatsızlık yaratması kaçınılmazdı. Atina’nın gücünü sürdürebilmesi için savaşa sürüklenmesi neredeyse zorunluydu. Hatta Perikles, Atina’nın gücünün doruğuna henüz erişmediğini düşünüyordu. Nihayet, Atina’nın gücüne karşı koyabilecek ve ona kafa tutabilecek tek polis olan Sparta İÖ 431 yılında, Birliği dağıtmayı reddeden Atina’ya savaş açtı. Savaşın etkisiyle de olmalı, İÖ 430 yılında, yani savaştan bir yıl sonra, Atinalılar, tarihlerinde yaşadıkları en kötü veba salgınına yakalandılar. Perikles’in ailesinin önemli bölümünün ve binlerce kişinin öldüğü bu salgın Atina halkını bir moral çöküntüye sürükledi. Kentin iyimser havası yerini ölüm ve çaresizliğin karanlık çehresine bırakıyordu. Halk, yaşadığı bu şansızlığı Tanrıları gücendirmeye bağlıyordu; ne de olsa felsefede ve Perikles’in hümanist kültürel devriminde ateizmin sınırlarına kadar yaklaşılmıştı. Atina’nın saygın felsefecileri ve sanatçıları dinsizlikle açık ya da örtük suçlanmaya başlanıyordu. Sevilen filozof Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” özdeyişi dahi inançsızlığın bir ifadesi olarak görülüyordu. Perikles’in gücü zayıflamıştı: gerçi bir kez daha strategos seçilmişti; ancak o da vebaya yakalanmıştı. Yeniden seçildikten altı ay kadar sonra öldü; insanlar bunu da bir ceza olarak görüyorlardı. Ölümünün hemen ardından arkadaş çevresi, yakınları ve çalışanlarına karşı bir cadı avı başlatıldı. Phidias, Protagoras, Anaksagoras, Aspasia ve dönemin diğer parlak hümanistleri ya suçlandı, mahkûm oldu ya da Atina’yı terk etmek durumunda kaldılar. Bu dönemde, kırk yaşlarında olan ve sokaklarda dolaşmayı, konuşmayı bırakmayan Sokrates vebaya yakalanmamıştı. Perikles’in altın çağı bir daha dönülmemek üzere kapanıyordu; veba salgını yüzünden Atina’daki seçkin düşünürler ve sanatçılar da dahil olmak üzere nüfusun yaklaşık yüzde 30’u azalmıştı; donanmadaki ve ordudaki değerli komutanlarının çoğu vebaya yenik düşmüştü. Diğer yandan cadı avı tüm hızıyla devam ediyordu. Üstelik Atinalılar arasındaki siyasal ve sosyal bölünmeler hız kazanmıştı; gelecek kuşak açısından bu ayrımlar ciddi politik çatışmalar ve hatta iç savaş anlamına geliyordu. Perikles’ten sonra Atina’da siyasi iradeyi yeniden güçlendirecek ve kente eski yaratıcı, kurucu enerjisini getirecek bir lider ortaya çıkmadı. Peloponnesos savaşı neredeyse kırk yıl kadar sürdü ve İÖ 404 yılında Sparta’nın üstünlüğü ve Atina’nın donanma gücünü yitirmesiyle sona erdi. Sokrates, Spartalılarla ölesiye süren bu savaşın Yunan dünyası için bir intihar olduğunu düşünüyordu. Savaşın son yıllarında meydana gelen bir olay ise Sokrates’in suçlanmasını hazırlaması açısından önem taşıyordu. Savaş sürerken, Atinalılar cesurca bir hamleyle ama umutsuzca yeni bir donanma kurmaya, ellerinde kalanı Spartalıların yok etmesini engellemeye ve orduya yiyecek tedariki sağlamaya çalışmışlardı. Bu sayede İÖ 406’da Atina filosu Arginusae’de bir zafer kazandı. Bu kent için önemli bir zaferdi; gelgelelim Atinalı politikacılar bu zaferi harcamakta gecikmediler. İki tarafın da kayıpları ağırdı. Sparta filosu çökertilmişti ancak Atina da yirmi beş gemi ve dört binin üzerinde denizci kaybetmişti. Şehrin yöneticileri, komutanları kazandıkları bu zaferden dolayı kutlamak yerine, emri altında çalışan denizcilerin can güvenliğini yeterince korumadıkları ve ihmalleri oldukları gerekçesiyle suçladılar. Suçlamanın kendisi bir yana, iddianamenin kendisi bile sorunluydu. Üstelik sonraki iki aşama ile davanın hukukiliği tamamen lekelendi. İlk olarak, politikacılar kararı, yapılageldiği gibi bir jüriye değil, Meclis’e verdirerek süreci değişikliğe uğrattılar. Yargı mercii değiştirilmişti. İkincisi, Meclis’in, suçlanan sekiz komutanı ayrı ayrı oylaması engellendi, hepsi hakkındaki hükmün toplu bir oy ile verilmesi istendi. Bu Atina’daki yargılama prosedürünün tamamen dışında gerçekleşen hukuk dışı bir işlemdi. Sokrates, kendinden bekleneceği gibi bu sürece müdahil oldu. Siyasetle ilgili olmamasına karşın her zaman hukuka bağlı bir yurttaş olarak davranmıştı. Zaman zaman Beşyüzler Meclisi’nde (Bule) görev yapıyordu ve bu olayda Meclis içindeki yürütücü komite olan prytanes bu durumu görüşmeye karar verdi. Üye sayısı Klesithenes döneminde 500’e çıkarılan Bule’ya katılan her 10 kabileden 50 kişi, on yılda bir yürütücü komite olarak görev yapardı. Komite, Sokrates’in öncülüğünde, dava sürecini yasadışı ve anayasaya aykırı olmasından dolayı protesto etti. Ancak suçlamayı yapan politikacılar, iddianameye onların da adlarını eklemek ve mahkûm etmek tehdidiyle komite üyelerini korkuttular; üyeler bunun üzerine birer birer geri çekildiler. Sadece Sokrates protestoya devam etti ve bu yasadışı sürecin bir parçası olmayı reddetti. Sonuçta bütün komutanlar suçlu bulundu, altısı idam edildi, ikisi kaçmayı başardı. Atina’da adaletin lekelendiği bu olayda Sokrates yalnız başına hukukun üstünlüğüne bağlı kalmıştı. Üç yıl sonra Sokrates yine hukukun çiğnendiği bir olayda yalnız hareket etmek zorunda kaldı. Arginusae zaferinden sonra Atina tekrar geri çekilme yaşadı. Spartalılar Atina donanmasından ve ordusundan geriye kalan ne varsa tahrip ettiler ve Pire limanını abluka altına aldılar; bu Atinalıları açlığa mahkûm etmek anlamına geliyordu ve bütün dirençlerini kırıyordu. Korku ve çaresizlik, Atinalıların büyük emek ve özveri ile kurmuş oldukları demokrasilerini askıya almalarına neden oldu. Atina Sparta’nın işgali altında iken Sokrates’in yakından tanıdığı ve Platon’un kuzeni olan Kritias’ın önderliğinde oligarşik bir cunta iktidara getirildi. Otuzlar Tiranlığı adı verilen ve demokrasi karşıtlarından oluşan bu yönetimin iktidara getirilmesinde Sparta komutanından yardım istenmiş; o da Meclis’i anayasayı askıya almaya zorlamıştı. Otuzlar, demokratik kurumları ve yöneticileri ortadan kaldırarak bir diktatörlük kurdular. Daha ılımlı bir antidemokrat olan Theramendes, Kritias’ı yeni bir Meclis kurmak ve rejime yasallık kazandırmak için ikna etmeye çalıştı. Fakat Kritias, Theramendes ile birlikte kendisine muhalefet eden 1500 kişiyi idam ettirdi. Muhalefetteki diğer kişiler sürgün edildi, bir kısmı ise kaçtı. Otuzlar Tiranlığı’nın yöneticilerinden Kritias ve Kharmides, Sokrates’in öğrencileri olmuşlardı. Sokrates, bu terör estiren yönetime hukuksuz olmasından dolayı açıkça karşı geliyordu. Gelgelelim, Kritias’ın rejime meşruluk kazandırmak için Sokrates’le ittifak içinde olma amacı, onun dört kişi ile birlikte Leon’lu Salamis’i öldürmek ve malvarlığına el koymakla görevlendirilmesine kadar uzanmıştır. Diğer dört kişi verilen emre uyar ve Salamis’i öldürürler; Sokrates ise bu cinayete katılmayı reddeder. Sokrates’in tutuklanması beklenirken Atina’da işler düşünüldüğü gibi gitmez; kısa bir süre sonra Kritias indirilir ve demokratik yönetim yeniden işbaşına gelir. Atina’da Sokrates için trajik bir sonuç doğuracak yeni bir dönem başlıyordu. O, Otuzlar Tiranlığı ile herhangi bir işbirliğini reddetmişti; ancak en önemli isimler Alkibiades, Kritias ve Kharmides, filozofa yakınlığı ile biliniyorlardı. Şimdi bu üç isim de öldürülmüştü; fakat hiçbiri yargılanıp cezalandırılamamıştı. Özellikle Kritias’ın bir yargılama olmadan öldürttüğü 1500 kişinin ve ailelerinin intikam arzuları karşılanmamıştı. Bu kişilerin kendilerince adaleti gerçekleştirmeleri; yakınlarının intikamını alabilmeleri için önlerinde bir engel vardı: İntikam ve adaletin kesinlikle birbiriyle bağdaşmadığını öne süren ve Atina’da intikam adına yapılacak eylemleri daha öncesinde engellemiş olan Sokrates. Anytos, Meletos ve Lykon’un suçlamalarının arkasındaki tarihsel nedenlerden biri de buydu. Ancak Sokrates’in suçlanması sadece bu nedenle sınırlı değildir. Onun mahkemede yaptığı muhteşem savunmaya baktığımızda neden suçlandığına ilişkin epeyce ipucu elde edebiliriz. IV. Savunma “Sınanmayan hayat yaşanmaya değer değildir”. Sokrates’in savunmasında söylediği bu cümle, felsefesini anlatan bir denklem; çok sayıda düşünce ve deneyimin matematiksel ve zarif bir biçimde bir araya getirildiği bir buz dağının görünen tepesi gibidir. Kendinden önceki Yunan felsefecilerinin çoğu –sofistler dışındakiler- doğaya ve evrene ait sorular sormuşlardı. Doğaya hâkim olmanın, onu insanın iradesi ile şekillendirmenin ve iyileştirmenin yolları bulunuyordu. Perikles döneminde de hukuk, siyaset, mimari ve yeni teknolojiler yoluyla polisin şekillendirilmesi ve iyileştirilmesi gerçekleştirilmişti. Peki ya insanın iyileştirilmesi? İnsanın daha iyi bir insan olması, ruhunu yüceltmesi nasıl gerçekleşirdi? Sokrates’in mahkemede dile getirdiği ve bir tür Tanrı gibi yorumlanarak suçlamaya delil gösterilen, “içimdeki ses” (daimon) dediği şey, onu kendinden önceki bütün felsefecilerden, bilginlerden, devlet adamlarından apayrı bir yere doğru itiyordu. Çoğu zaman bizim de içimizde hissettiğimiz, belli belirsiz bir düşünceyi fısıldayan ses, belki de sezgi dediğimiz şey Sokrates için bambaşka bir anlam taşıyordu. Bu ses, onun doğruya yönelmesine kılavuzluk eden şeydi; ne yapmaması gerektiğini ona söyleyen ya da adil olanın ne olduğunu… Bu ses, Sokrates’in sadece yaşama karşı değil felsefeye ve bilgiye karşı aldığı tutumun da arkasındaydı. Bu ses ile Sokrates bir bilici, öğretici, hükmedici asla olmadı. Bu ses, sürekli doğruluğu araştırmaya, iyi yaşamanın sorgulama ve araştırma olduğu düşüncesine doğru onu itti. İnsanlara belli fikirleri aşılamak, bilgileri aktarmak yerine bilineni sorgulamayı, sınamayı tercih etti. Felsefesi bu sınama ile gelişti, serpildi; bütün diğer felsefelerden ayrıldı; ta ki ileride başka bir hümanist düşünürle, Montaigne ile, yine içindeki sesi dinleyerek insanın derinliklerinde araştırmaya girişen “yeniden doğuş”un bu büyük ismi ile buluşuncaya kadar. Bilinen bir hikâyedir; sürekli gençlerle konuşup tartışarak gençleri baştan çıkarmakla suçlanan Sokrates, neden yollara düşüp insanlarla konuştuğunu, onların bilgilerini sınadığını Delphoi tapınağındaki kâhinin kendisini en bilgili insan olarak göstermesinden sonra, kendisinin öyle olmadığını insanlara kanıtlamak için başlattığını söyler. Savunmasında dile getirdiği bu hikâye ne derece doğrudur bilemiyoruz; ama filozof gençliğinden itibaren tarlalarda, pazarda, bahçelerde, limanlarda, sokaklarda yürüyerek; her yaştan, her cinsten, her sınıftan insanı gözlemleyerek ve onlarla konuşarak yaşamını geçirir. Çoğu zaman alaya alınır, hatta Laertios’un söylediğine göre tekmelenir bile; ama o nazik, şakacı ve neşeli tavrını her zaman sürdürür. İnsanlara sürekli sorular sorar; onların yanıtlarını dikkatle dinler; yanıtlarından yeni sorular üretir; yaşamını “sınama” ile değerli kılar. Sokrates, ebe annesinden bir yetenek almıştı; bilgiyi doğurtuyordu. Platon’un yazdığı Theaetetus diyalogunda kendisini bir ebeyle karşılaştırır. Menon diyalogunda ise, bir köleye zorlu bir matematik problemini çözdürür. O, felsefesiyle yeni bir bilme biçimine adım atıyordu; bir şeyi öğretmeyi amaçlamıyor, bir şeyi nasıl öğrenebileceğimizi gösteriyordu. Bilgi vermiyordu; bilginin edinilmesinin yollarını keşfetmeye davet ediyordu; aklı kullanma yöntemi üzerine sorgulamalar yapıyordu. Peki, insanın iyileştirilmesi ile sürekli sorular sormak, sürekli sınamak, önyargılarımızı gözden geçirmek, bilgilerimizin mantıksal temellerini görmeye çalışmak, kavramların anlamlarını incelemek, kısacası daha iyi düşünebilmek arasında nasıl bir bağlantı vardı? Sokrates, bilgiyi sadece insan için isteyen bu düşünür, sınama yöntemi ile insanın benliğinin gelişmesi, daha erdemli bir yaşam kurabilmesi arasında nasıl bir bağ kurmuştu? Filozof savunmasında kendisini suçlayanlara şöyle sesleniyordu: Hiçbir zaman felsefe yapmaktan vazgeçmeyeceğim. Benim yaptığım şey, gençleri kötü yol sürüklemek değil; sizlere iyilik yapmak; felsefe yoluyla sizleri iyi birer insan haline getirmeye çalışmak. Sokrates için mutlak bilgiye ulaşmak gibi bir amaç yoktu; sürekli sınama, bilgiye karşı kuşkucu bir tutumu da beraberinde getiriyordu. Platon’un sergilediği gibi, Sokrates hemen hemen bütün diyaloglarında sorguladığı kavramları sonunda tanımlamadan, doğru bir tanıma ulaşmadan bırakır; ancak bu sorgulamanın kendisinin başlı başına bir amaç olduğu, ulaşılması gereken bir noktanın olmadığı anlamına gelir mi acaba? Sokrates için kesin, mutlak bilgi yoktu; böyle bir bilginin arayışı içinde olmadı. Ama onun için mutlak önemde olan değerler ve bu değerlere uygun olarak takınılacak tavırlar, yapılacak tercihler vardı. Hapisteyken, Kriton’la yaptığı konuşmada doğruluk üzerine bir tanım yapmak gibi bir yol tercih etmez; ancak “eğriliğe eğrilik, kötülüğe kötülük ile karşılık vermemek” gerektiğini söyler. Birisi size kötülük yaptığında sizin de ona kötülükle karşılık vermeniz iyiliğe ve erdeme sığmaz. Mutlak bilgi yoktur; ama mutlak önemde olan şeyler vardır; erdem, adalet, meşruluk, yasalar gibi. Sokrates neden kaçmadığını, neden Atina yasalarını ihlal etmek istemediğini Kriton’a açıklarken bu sorgulamayı yapar. Sorgulamalar belli bir davranış tarzının, bir tutumun, bir tercihin sorgulanmasıdır aslında. Doğru olana bu sorgulamalar sayesinde, aklı kılavuz yaparak ulaşılabilir ancak. Filozof yine de ne yapılması gerektiğini, insanların nasıl davranması gerektiğini dikte etmez; önemli olan hangi yanlışlardan kaçınabileceğimizdir. Bu anlamda Sokrates için bilgi, bilgelik ve içgörüdür; pratik ya da teorik bilgiler değil. Kriton’a “yaşamını da, başka herhangi bir şeyi de adaletten (doğruluktan) üstün tutma” derken, iyinin ve kötünün bilgisine sahip olmanın ne denli önem taşıdığını ve bu bilginin diğer tüm bilgilerin üstünde yer aldığını ifade eder. Aklın yolunun götürdüğü yerde doğru ve adil davranabiliriz sadece. Aklın yolu, bize eğriliğe eğrilikle, kötülüğe kötülükle karşılık vermemeyi söyler. Bu ahlaki tercih, sadece bireysel değil, toplumsal olaylarda da takındığı ve Atinalılara yol göstericilik yaptığı temel bir tavırdır. Savaş ve iç karışıklık koşullarında Atina’nın önüne intikam ile ilgili davalar düşer. İÖ 428’de Atinalılar Lesbos (Midilli) adasının en büyük şehri Mytilene halkının kendilerine karşı ayaklanmasına nasıl bir yanıt vereceklerini düşünmek durumunda kalırlar. Aslında Atinalılar böyle durumlarda hiç de merhametli değillerdir; savaş koşullarında komutanlar dört kentin halkını kılıçtan geçirmişler; neredeyse soykırım yapmışlardı. Ancak bu kez farklı bir durum vardır; İÖ 427’de karar demokratik bir kurumda, yani Meclis’te görüşülür; demagog Kleon’un etkileyici söylevi sayesinde Meclis, Mytilene’deki tüm yetişkin erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların ise köle olarak satılmasına karar verir. Bu katliam kararı, güya “demokratik” süreçlerle alınmış; çoğunluğun kararı olarak tarihe geçmiştir. Ancak azınlıkta olanlar, özellikle Sokrates şaşkındır. Sokrates’in, tarihsel belgelerde açık olarak gösterilmemiş olsa da, sonraki süreçte önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Oylamadan hemen sonra Kleon kararı bildirmek üzere adaya doğru yola çıkar. Meclis ikinci bir karar çıkarmadan kararı hemen uygulamak ister gibidir. Neyse ki Sokrates’in de içinde olduğu bir grup, ateşli tartışmaların geçtiği bir geceden sonra Meclis’e başvurup kararın değiştirilmesini isterler; ayaklanmadan Mytilene halkının sorumlu tutulamayacağını, oligarşik rejimin halka sormadan ve hatta halkı karşısına alarak ayaklanmayı başlattığını öne sürerek yeni bir oylama isterler. Sonunda ilk karar değiştirilir ve Mytilene’deki generale bir an önce haber gönderilir. Meclisin yeni kararı zamanında varmıştır; bu sayede büyük bir katliam önlenmiş olur. Sokrates bütün hayatı boyunca intikama karşı olmuştur. Eğer onun mutlak anlamda öne sürdüğü şeylerden söz edilecekse, bunun bir “mutlak ahlakçılık” olduğu söylenebilir en fazla. İşte Sokrates, bilgi ile bilgelik ve sağduyuyu anlatan bu filozof, hayatı boyunca sürdürdüğü konuşmalarını, tartışmalarını, sınamalarını ahlaki bir amaca yöneltmişti. Onun “içimdeki ses” olarak adlandırdığı şey de bilgeliği, iç görüyü ve sağduyuyu anlatıyordu. Tüm yaşamı boyunca olduğu gibi, hayatının sonunda da bir kez daha içindeki ses ile çoğunluğun sesi birbirine ters düşmüştü. Her zaman yaptığı gibi, yargılanması sırasında çoğunluğun sesine değil içindeki sese kulak verdi. Savunması, bu sesin bir yankısı gibiydi. Sokrates uzlaşmaz tavrını bıraksaydı; çoğunluğun ya da jürinin yargılarını ve düşüncelerini gözetseydi ya da çok kolaylıkla yapabileceği bir şeyi yapsaydı, retorik sanatını kullanarak onların düşüncelerini belli bir yöne, suçsuz olduğu düşüncesine doğru çekmeye çalışsaydı herhalde sonuç çok farklı olabilirdi. Ama o, hayatı söz konusu olduğunda dahi tersini yaptı. Sokrates’in duruşması, henüz Otuzlar Tiranlığı’nın kanlı ve acımasız siyasi ikliminin Atinalılar üzerindeki sarsıcı etkisi silinmeden gerçekleşmişti. Kritias tarafından öldürtülen 1500 kişi, yurttaşların içinde önemli bir orandı ve bunların hemen hemen hepsi kamusal görevlerde bulunuyorlardı. Arkalarında bıraktıklarının intikam duyguları hala canlıydı. Demokratik restorasyon üç yıldır gerçekleştirilmeye çalışılıyordu; ancak ne hukuki kurallar ne de mahkemeler henüz bu değişimin eleğinden geçmemişti; elbette buna bir de Atina demokrasisinin ve hukuk sisteminin baştan itibaren sahip olduğu bazı eksikleri de eklemeli; sözgelimi mahkeme kararlarını iptal için başvurulacak bir üst merciinin bulunmaması gibi. Sokrates, hukuk sistemindeki bu eksiklikleri biliyordu; yine de kimseden danışmanlık ya da retorik konusunda yardım istemedi. Johnson’un doğru bir biçimde değerlendirdiği gibi Sokrates’in kişiliği, gerçek bir alçakgönüllülüğün ve inatçı bir gururun bileşimiydi. Ve her şeyden önce kendisine karşı dürüst olmadan yapamazdı; Tanrı ona insanları sınamak ve iyileştirmek gibi bir misyon yüklemişti; yeryüzündeki hiçbir güç ya da tehdit onu bu görevden alıkoyamazdı. Duruşmanın koşulları da onun yararına değildi. Jüri 500 kişiden oluşuyordu; hatta dinleyiciler, düşünürün arkadaşları ve diğer meraklı kişiler de bu sayıya eklenince epeyce kalabalık bir topluluk önünde, açık havada kendini savunmak durumunda kalıyordu. Yargılandığı yer akustiği mükemmel olan tiyatrolardan değildi; çoğu zaman dinleyicilerin mırıltılarından dolayı jüriye sesi yeterince ulaşamıyordu. Ayrıca kendisini tanıyan ve sevenler yanında, düşünürden hoşlanmayan ya da yeterince tanımayan kişilerden de oluşan jürinin onu ne derece can kulağı ile dinlediği kuşkuludur. Sokrates sık sık sözünün kesilmesinden de şikâyet ediyordu. Sokrates’in savunmasının içeriği de kendisi hakkında kayıtsız ya da önyargılı olan bir kitleye hitap eden cinsten değildi. Birincisi, içindeki sesten (Tanrı’nın sesinden) söz ederek, aslında kutsal olan, fakat yaygın inançlarla ve dinsel alışkanlıklarla örtüşmeyen bir şeyi gündeme getiriyordu. Dinsiz olmadığına karşı bu kanıt olabilirdi; fakat daha çok suçlamayı doğrulayacak bir biçimde anlaşıldı; yani Atina’nın tanrılarına karşı yeni tanrılar ortaya çıkardığı şeklinde. İkincisi, eski bir hikâyeyi, Delphoi kâhinin kendisi hakkında sarf ettiği sözleri aktardı; yani Sokrates’in Atinalılar içinde en bilge kişi olduğu yönündeki sözlerini. Bu da jüri tarafından bir tür kendini beğenmişlik gibi algılandı. Oysa Sokrates’in, savunmasının devamında, aslında kendisini bir şey bilmeyen birisi olarak gördüğü ve yalnız bunun bilgisine sahip olmakla diğerlerinden daha iyi durumda olduğu yönündeki konuşmalarını dinleselerdi veya onun felsefesinin özünü bu düşüncenin, yani “bildiği tek şeyin bir şey bilmediği olduğu”nun oluşturduğunu bilselerdi ya da Sokrates’in burada müthiş bir ironi yaptığını anlamış olsalardı belki başka türlü karar verebilirlerdi. Konuşmalarında çoğu kez başvurduğu ironiyi Sokrates, kendini savunurken de kullandı. Gregory Vlastos’un Sokrates hakkında yazdığı klasikleşmiş kitapta, ironinin onun felsefesinde nasıl bir yer edindiği geniş bir biçimde anlatılmıştır. İroni, en kısa tanımıyla, karşıt anlamlı sözcükler kullanarak bir durumu ya da şeyi anlatma tarzıdır. Sözgelimi, gidilen bir ülkede havanın ne kadar soğuk, karanlık ve iç karartıcı olduğunu ifade etmek için “Bu ülkede hava muhteşem!” demek gibi. İşte Sokrates, girdiği tartışmalarda sık sık başvurduğu, belli bir düşünceyi ya da durumu karşıt içerikteki sözcüklerle açıklama tarzını savunmasında da sürdürdü. İroni belli bir “humour”u (mizah) da içeriyordu. Retoriği ve demagojiyi, yurttaşlık erdemine aykırı ve çok tehlikeli bulan Sokrates için ironi; bir şeyi eğlenceli, nükteli ve şaka yollu açıklama biçimiydi; karşı tarafı incitmek ve küçümsemek için asla kullanmazdı. Ya da bir düşüncenin ve durumun akılla uyuşmazlığını, saçmalığını, sağduyudan yoksunluğunu anlatmak için başvurduğu iğneleyici bir yöntemdi. Sonuç olarak Sokrates suçlu bulundu; 500 kişilik jüride onu suçlu bulanların sayısı 280 idi. Bu, suçlamanın Atinalıların önemli bir kısmı için haklı görülmediğini gösteriyordu. Atina yasalarına göre, suçlu, ölüm cezasına alternatif olarak kendisine sürgün cezası uygulanmasını isteme hakkına sahipti. Ancak, Atina’ya yürekten bağlı Sokrates için bu düşünülemezdi bile. Üstelik sürgün cezasını istemek, suçlamayı ve alınan kararı haklı bulmak anlamına gelecekti. Arkadaşlarının karşı çıkmasına rağmen Sokrates meydan okuyucu bir tavır geliştirdi. Bu meydan okumanın iki unsuru vardı. Birincisi, Atina halkına felsefi yön göstericiliğinin -gençleri de içerecek şekilde- şehrinin yararına olduğu, bu nedenle cezalandırılması değil, ödüllendirilmesi gerektiği. İkincisi, yaptığı cüretkâr savunma enfes bir ironinin parçasıydı ve Sokrates alışkanlık haline getirdiği yarı komik bir tonla konuşuyordu. Filozof, “Yaptığım hizmetlerin karşılığında Prytaneion’da yiyip içme cezasına çarptırılmayı öneriyorum” diyordu; şehre istisnai bir hizmet yapmış general ve devlet adamı gibi, ya da olimpiyat oyunlarında zafer kazanmış biri gibi davranılmasını öneriyordu kendisine. Bu kişilere Prytaneion’daki tören masasında bir sandalye verilirdi ve bu nadir ayrıcalık o kişiye ömür boyu bahşedilirdi. Bu öneri, jüri üyelerini şok etmeyi amaçlıyordu. Öyle de oldu; özellikle de Sokrates’i destekleyenler açısından bu böyleydi; çünkü mahkemeyi ve kararını küçümsediğine yönelik bir algı yaratıyordu. Mahkemenin aklı ve sağduyuyu yitirircesine, çıldırmışçasına almış olduğu karara karşı Sokrates böyle bir manevra yapmıştı. Yargıçların homurdanmaları sürerken bu sefer para cezası ödeyebileceğini, sahip olduğu 25 drahmiyi verebileceğini söyledi. Pazardaki bir dükkândan Homeros’un bir şiirinin ya da bir oyunun, bir tarih metninin iyi bir kopyasının alınabileceği bu para, jüriye yönelik bir aşağılama, küçümseme olarak yorumlandı; tıpkı Prytaneion’da ömür boyu bir sandalye isteme yönündeki Sokrates’in ironik talebi gibi. Sonrasında, içinde Platon’un da bulunduğu sevenleri 3000 drahmi önerdilerse de bu jüriyi ikna etmedi. Sokrates’in davanın bu aşamasını bu şekilde yönlendirmesi, karara katılan jüri üyesi sayısında hemen kendini göstermişti. Laertios’a göre, seksen jüri üyesi daha (140’a karşı 360) Sokrates’in suçlu olduğuna karar verince, ölüm cezası onaylanmıştı. Atina yasalarına göre filozof, baldıran zehri içerek ölmeye mahkûm edilmişti. V. Ceza Ayrılmak zamanı geldi artık, yolumuza gidelim: ben ölmeye sizler de yaşamaya. Hangisi daha iyi? Tanrı’dan başka kimse bunu bilmez. Platon’un yazdığına göre, Sokrates’in davadaki son sözleri bunlardı. Kendisine verilen ölüm cezasının haksız olduğunu biliyordu. Gelgelelim ne savunmasını kendisini kurtaracak şekilde yapmıştı ne de Atina’dan ayrılmayı ya da Kriton’un bütün ısrarına karşın kaçmayı kabul etmişti. Kaçması için verilecek olan rüşvet onun için büyük bir kötülüktü. O adaletsizliğin kurbanıydı; nasıl olur da daha büyük bir adaletsizlikle kendisini kurtarmaya çalışırdı? Yaşlı filozof, hak etmediği bir şekilde, zincire vurulmuş bir halde hapiste tutuluyordu. Ve bu ağır cezayı birazcık olsun yumuşatmak için gün boyu ziyaretçilerin gelmesine izin veriliyordu. Atina’dan olduğu kadar Atina dışından da, bu meşhur ama ölümün gölgesini üstünde taşıyan filozof ile görüşmek ve konuşmak için gelen çok sayıda ziyaretçi oldu. Yasalara göre, kutsal ada Delos’a kurban vermeye gönderilen din kurulu dönmeden infaz gerçekleşmiyordu. Karşı yönden esen rüzgâr bu kutsal gemiyi bir ay boyunca geciktirdi ve Sokrates erdem, bilgelik, ruh, ölüm gibi konuları konuşmak için yeterli zaman bulabildi. Düşünürün son günlerini anlatan Platon’un metinlerine baktığımızda onun felsefeden uzak durmadığını görürüz. Hatta düşünme ve açıklama gücü zirve noktasına ulaşmıştır. Bütün gelecek kuşakların duyması için konuşuyordu. Felsefe yapmakla kalmıyordu; bitmek bilmez öğrenme merakı ve isteği; yaşama duyduğu saygı, onu hep yeni şeyler öğrenmeye, farklı şeyler yapmaya itiyordu. Bir müzik parçası besteledi; Apollon’a bir şiir yazdı. Flüt çalmayı öğrendi. Yaşam dolu tavrını, bilgeliğini, düşünmeye verdiği önemi son nefesine kadar koruduğu için belki de, düşünsel ve ruhsal zenginliğin bir sembolü haline geldi. Ölümünden önce “ölüm” üzerine bir sorgulama yapmış olması, savunmasındaki şu sözleri doğrular gibidir: “İster dinleyin ister dinlemeyin Anytos’u, ister salıverin, ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu.” Daha önce sözünü ettiğimiz dört diyalogdan sonuncusu, Phaidon, ölüm üzerinedir. Onun en sadık takipçilerinden biri olan Phaidon son saatlerinde onunla birliktedir; ölüm ve ölümsüz ruh hakkında konuşurlar. Bu diyalog bazı yazarlara göre (örneğin Paul Johnson), Platon’un en iyi diyalogudur ve Sokrates’in geniş zihin gücü ile Antik Yunan dilinin olanaklarını bir araya getiren bir yapıttır. Konuşmalar, şafağın sökmesinden hemen sonra başlar. Kucağındaki çocuğu ile karısı ve üçüncü oğlu da oradadırlar. Düşünürün takipçileri ve hayranlarından oluşan (ki bunların bir kısmı Atina dışındandır) bir grup da, onun son saatlerini harcayacağı bu konuşmaya katılırlar. Sokrates’in bir filozof olarak büyüklüğü, her zaman bizim için temel olan sorunlar üzerinde odaklanmasında yatar (öneri: odaklanmasında yatar). O, daha “iyi” bir insan olabilmek için birincil ve vazgeçilmez olan şeyleri öne çıkarır. Ruhun ölümsüz olduğu ve beden uçup gittiğinde de yaşayacağı düşüncesini benimsemesine karşın, bu ölüm korkusunu üzerinden atmak için sıkı sıkıya sarıldığı bir sav değildir. Bizim için gerçekten önemli olan şey, ölümü nasıl karşıladığımızdır. Sokrates, yaşamı boyunca sürdürdüğü cesur tavrı ölüm karşısında da sergiler. Bu tavır onun temel önemde gördüğü bir sorundur; ancak başka bir başat sorundan kaynağını alır: Cesur olmak ne demektir; cesaret nasıl tanımlanabilir? Hep söylenegeldiği gibi düşünür tanımlar vermeyi tercih etmez; ama onun hayatından süzülen bilgiye (gerçeğe) baktığımızda, cesaret ile adil olmak ya da doğruluğu benimsemek arasında kopmaz bir bağ oluşturduğunu görürüz. Cesaret, doğuştan kazanılabilir ya da eğitimle edinilebilir. Ancak Sokrates’in işaret ettiği ve yaşamıyla anlattığı cesaret, doğru davranmak ve adil olmanın bir sonucudur. Adaletten yana olma duygusu ve bu duygunun verdiği kendine güvenin kazandırdığı bir erdemdir. Akşam karanlığı çökerken, tartışma doğal sonuna ulaşır. Sokrates’in şimdiye kadar gördüğü en soylu, en kibar, en cesur insan olduğunu söyleyen gardiyan, zehri içme vaktinin geldiğini bildirir. Atina yasalarına göre, idam cezası bilfiil suçlu tarafından yerine getirilir. Zehri içmesi yaşlı filozoftan istenmektedir. Platon açıkça söylemese de, Sokrates için hazırlanan zehir baldıran otudur; bu hızla ve acısız öldüren bir karışımdır. Filozof, zehri içmeden önce banyo yapar ve ailesiyle vedalaşır. Platon, onun yanında ailesi dışında Kriton olduğunu söyler ve onlara en son dilekleri konusunda talimatlar verir. Arkadaşlarıyla kısa bir süre birlikte olur ve sonra zehri elindeki kâsede taşıyan adam gelir. Sokrates: “Evet arkadaşım, sen bu tür şeylere alışkınsındır, söyle bakalım, ne yapmam gerekir?” der. “Sadece için efendim ve sonra bacaklarınız ağırlaşıncaya kadar yürüyün. Sonra sırtüstü uzanın, zehir bacaklarınızdan başlayarak etkisini gösterecektir.” Adam, Sokrates’in eline kâseyi tutuşturur; filozof neşeli bir biçimde, titremeden, hiçbir korku belirtisi göstermeden kâsedeki karışımı içer. Bir süre yürür, sonra uzanır, bir ara yüzündeki örtüyü kaldırarak uzandığı yerden seslenir: “Kriton, Asklepios'a bir horoz adamalıyız. Sakın unutma!” Asklepios, Yunan mitolojisinde tıp ve şifa tanrısıdır… Bu Sokrates’in son ironisidir. VI. Miras Sokrates’in içindeki sesin ona söylediği şeyi, felsefe yapmayı bir misyon olarak görmesi ve her zaman kendi misyonunu gerçekleştirme düşüncesi içinde olması Tanrı’ya karşı bir göreviydi. (öneri: Bu görev zevk aldığı...)Bu görev, zevk aldığı bir şeydi ve tüm varlığının anlamıydı. Her nasılsa bu misyon yasayla, çoğunluğun önyargılarıyla ve küçük bir azınlığın çıkarlarıyla çatışma içine girmişti. Onun, sadece savunmasında değil, hayatı boyunca bir meydan okumaya girişmiş olduğunu görebiliyoruz. Her şeyden önce de Atina’daki kâhinlere, demagoglara, siyasetçilere, retoriğe bulanmış bir felsefe ile para kazanma derdinde olan felsefecilere, önyargıları ile yaşayan ve kitle psikolojisi içinde eriyen insanlara yönelik bir meydan okumaydı. Bu kesimlerin düşmanca duygularının hedefi olması kaçınılmazdı. Sokrates asla bir elitist değildi. Her gün, her saat Atina’nın sokaklarında ve tarlalarında; işçilerle, zanaatkârlarla, köylülerle konuştu ve söyleşisinde aristokrat ve eğitimli kişilerle yaptığı konuşmadan farklı bir ton, bir aşağılama ya da basit görme gibi bir tavırdan eser yoktu. O, Cicero’nun belirttiği gibi, felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indiren bir filozoftu. Hatta esas olarak “öğrenilmiş cehalet”i (docta ignorantia) hedef aldı. O çok bildiğini zanneden, ancak bildikleri malumatfuruşluktan öteye gitmeyen, bilginin içine kendini yerleştirmeyen, “kendini tanımayı” bilginin en yüksek biçimi olarak görmeyen, bildiği şey üzerine sorgulayıcı ve eleştirel tutum geliştirmeyen, bilginin daha iyi bir toplum kurmak ve en önemlisi daha iyi bir insan olmakla ilişkisinin ne olduğu ya da böyle bir ilişkinin olup olmadığı üzerine kafa yormayan insanlara yönelikti. “Tanrı’nın düşüncesine göre inceleyerek baktım ki –birkaçını saymazsak- bilgelikleriyle en çok tanınanlar bilgelikten en yoksun olanlar; oysa öbürleri, yetersiz sayılanlar en anlayışlı, en us’lu insanlar gibi geldi bana” diyordu filozof. Ve aynı zamanda hitabet sanatını kullanarak, halkın zaaflarından, umutsuzluğundan ve sıkı sıkıya sarıldıkları değerlerden yararlanıp iktidara gelen veya iktidarını perçinleyen siyasetçilere yönelikti. Değerlerinde, tutumlarında çifte standardı barındıran, olayların gidişatına ve güçlünün tarafına göre tavır geliştirenlere; “kısasa kısas” diyen, intikam duygularını ve dinsel inançlarını öne çıkaran ve hatta kendi çıkarları için halkın bu duygularını ve inançlarını kullananlara yönelikti. Ve en önemlisi gençlerin nasıl bir eğitim alacağına yönelik farklı bir tutumdan dolayı idi. Sokrates her ne kadar siyasetin dışında kalmayı istese de düşünceleri ve tavrı ile siyasetin tam bağrında yaşamış ve ölmüştü. Gençlerin nasıl bir eğitimden geçeceği o günden bu yana değişmez bir biçimde siyasal bir sorundur. Bu sorun Sokrates’ten sonraki kuşağın, özellikle Platon’un ve Aristoteles’in siyaset felsefesinde başat bir temadır; çünkü iyi bir siyasal yaşamın kurulması dolaysız bir biçimde çocukların ya da gençlerin nasıl eğitileceği ile ilgilidir. [Hatta bu sorun sadece Antikite ile sınırlandırılamaz; Locke’un Eğitim Üzerine’sini ve Rousseau’nun Emile’ini hatırlayalım]. Sokrates, sınamayı, sorgulamayı, eleştiriyi ve en önemlisi aklı kendine temel aldığı için; düşünmeyi ve bilmeyi bunlarla ilişkilendirdiği için Antik Yunan veya daha doğrusu Atina’daki geleneksel eğitim yöntemlerinden kopuyor; yeni bir siyasal eğitimin temellerini atıyordu. Yunanlılar uzun yıllar boyunca, Homeros’un ve Hesiodos’un, Tanrılar, kâhinler, savaşçılar ve kahramanlarla örülmüş hikâyelerinin temelini oluşturduğu “poetik” (ya da mitolojik) gelenekle yetişiyordu. Homeros’un destanlarında Tanrılar nihai otoritedir; sorgulanmaları söz konusu olmaz. Erdemli insanlar, doğaüstü güçlere sahip olanlar ve kahramanlık gösterenlerdir; düpedüz savaşçı bir etik yüceltilir. Oysa Sokrates’in tarzı buna tümüyle karşıdır: Onun temsil ettiği bilme tarzı, hikâyelere, olağanüstü kahramanlık öykülerine, doğaüstü güçlere, Tanrılar arasındaki ilişkilere, kâhinlere dayanmaz. Sokrates için ne tanrılar ne kâhinler nihai otoritelerdir. İnsan için dayanak noktası ilahi olmaktan çıkarılmış, insanın kendisine, aklına ve sağduyusuna dayandırılmıştır. Artık bilgi, felsefe olarak doğar ve gün ışığına çıkar; şiir ya da epik hikâyeler felsefenin eleştiri oklarının hedefinde gittikçe soluklaşır. [Platon’un Devlet kitabında, eğitimde şairlere yönelik sansürü hatırlayalım. Ancak öğrencisinden farklı olarak Sokrates, hiçbir zaman yasak koyucu değildir ve bir sistem önermemiştir]. Sokrates hikâye anlatıcı değildir; kâhinsi bir dille de konuşmaz; sorgulayıcı, eleştirici, tartışmacı (argumentative) bir tarz geliştirir. Bu yeni bir yurttaşlık eğitiminin temelini oluşturabilecek niteliktedir; geleneksel olanı yıkar, yeni bir almaşık sunar. Aristophanes’in Bulutlar oyununda kırklı yaşlarındaki Sokrates’i alaya alması, ne ondan ne de Sofistler’den hoşlanması biraz da bundandır; belki de tamamen bundandır. Çünkü o, siyasetçileri olduğu kadar ozanları da epeyce kızdırmıştı; sınadıkları arasında onlar da yer almıştı, sonuç hiç de iyi değildi. Savunmada bunu apaçık ifade eder: O zaman ozanlara da yaratımlarında kılavuzluk edenin bilgelik olmadığını, şiirlerini bir çeşit içgüdüyle, kutsal bir esinle yazdıklarını, onların da birçok güzel şeyler söyleyip de bunların bilincine varmayan kâhinler, Tanrı elçileri gibi olduklarını çabucak kavradım. Ozanların durumu aşağı yukarı buydu. Üstelik onlar ozanlık yetenekleriyle kendilerini insanların en bilgesi sanıyorlar; hiç değiller oysa. Onun hiçbir konuşması geniş bir kitleye hitap edecek cinsten değildi. Konuşmaları tartışmacı ve sorgulayıcı olduğundan belli kişilerle diyalog içinde ilerler. Bu konuşmalarında asla belli bilgileri öğretmek amacını taşımaz; bu bilgiler yurttaşlık erdemi ve etiği olsa dahi. Amacı öğretmek değildir. Amacı, insanların, özellikle gençlerin kendi başlarına düşünebilmelerine; ilahi ya da dünyevi bir otoriteye dayanmaksızın kendi eleştirel akıllarını devreye sokmalarına yardımcı olmaktır. Bu akıl, sadece düşünceden düşünce üretmeye yönelik “saf bir akıl” ya da pratik sorunlar için çözümler üreten araçsal bir akıl değildir; ahlaki yüklenimlerle donanmıştır; insan davranışlarının yaratacağı sonuçlara yönelmiştir. Sokrates, etik söz konusu olduğunda ne bir kuşkucudur ne de bir bilinemezci. Aksi takdirde adil ve iyi olmayı nasıl istemiş olabilir? Hayat boyu sınamak ve felsefe yapmak kadar; eğriliğe eğrilikle karşılık vermemek de onun için vazgeçilmez önemdedir. Adil olma ve doğruluktan yana olma ilkesi, çoğunluğun yargı ve alışkanlıklarından, geleneklerden, kehanetlerden ya da Tanrılara ait hikâyelerinden çıkarsanmaz; insan, toplum, yasa, siyaset ve etik üzerine sıkı bir sınama ve sorgulamayla, en önemlisi ise kavramların anlamlarını derinlemesine araştırmayla elde edilir. Bu tür bir yurttaşlık eğitimi herhalde kimsenin hoşuna gitmezdi. Onun tercihi, ne Atina’nın o günkü koşulları ile ne de genel olarak insanlığın binlerce yıldır içinden geçtiği siyasi ve düşünsel alışkanlıklarla bağdaşıyor. Sokrates herhalde her çağda bir “sorun” olarak görülürdü… Yararlanılan Kaynaklar Aristophanes (2010) Eski Yunan Komedyaları 3: Kuşlar ve Bulutlar,(çev. Furkan Akderin), İstanbul: Mitos Boyut Yayınları. Guthrie, W. K. C. (1971) Socrates, Cambridge: Cambridge University Press. Johnson, Paul (2011) Socrates: A Man for Our Times, New York. Penguin Books. Laertios, Diogenes (2007) Ünlü Filizofların Yaşamları ve Öğretileri, (çev. Canan Şentuna), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Munn, Mark (2000) The School of History: Athens in the Age of Socrates, Berkeley: University of California Press. Platon (1982 Protagoras, (çev. Tanju Gökçül), Diyaloglar, Remzi Kitabevi. Platon (1982) Kriton, (çev. Tanju Gökçül), Diyaloglar, Remzi Kitabevi. Platon (1982) Menon (çev. Adnan Cemgil), Diyaloglar, Remzi Kitabevi. Platon (1982) Sokrates’in Savunması, (çev. Teoman Aktürel), Diyaloglar, Remzi Kitabevi. Platon (1982) Theaitetos (çev. Macit Gökberk), Diyaloglar, Remzi Kitabevi. Platon (1985) The Last Days of Socrates, New York: Penguin Books. Platon (1992) The Trial and Death of Socrates: Four Dialogues, New York: Dover Publications. Platon (2010) Alkibiades I-II (çev. Furkan Akderin), İstanbul: Say Yayınları. Platon (2011) Euthyphron (çev. Furkan Akderin), İstanbul: Say Yayınları. Strauss, Leo (1972) Xesonophon’s Socrates, Londra: Cornell University Press. Vlastos, Gregory (1991) Socrates: Ironist and Moral Philosopher, Cambridge: Cambridge University Press. Xenophon (2013) The Memorable Thoughts of Socrates, USA: Lexington K.Y.